Aytuğ Tolu
Sınıflı Toplumlar: İşçiler-Emekçiler, Yoksullar, Sınıf Mücadelesi
Adnan Yücel tüm şiir kitaplarında kapitalizmin yol açtığı yoksulluk gerçeği yer alır. Marksist bir yaklaşımla bütün tarihi sınıflar mücadelesi tarihi diye kabul eden şair, şiirlerini bu önerme üzerine inşa eder. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen arasındaki iktisadi makas kapitalizmin gelişimiyle her geçen gün açılmaya devam eder. Maden işçileri, ırgatlar, çocuk işçiler, yoksullar, gecekondular ve kapitalist kent düzeni-yaşamı bu bağlamda Adnan Yücel’in şiirlerinde işlenir. Emekçi halk sınıflarına mensup insanların yaşamı bir günlük izlenim üzerinden şu şekilde yansıtılır:
“İstersen iş dönüşü bir akşam
Evlere çağıralım sokakları
Otobüs kuyruklarında mecalsiz
Göreceksin zamanın tutsaklığını
Sabır destan yazacak duvarlara
Hiç fırçasız ve kalemsiz
Süpermarketlerde memurlar
Yaşamı dolduracak kâğıt torbalara
Ellerinde koskoca bir günü taşıyacaklar
Hiç umutsuz ve geleceksiz
Kaldırım kıyılarında lüks arabalar
Şımarıklığı kusacaklar işçi kızlara
Hiç dertsiz ve düşüncesiz
Bir ırmaktır akıp gidecek evlerde
Hem nehirsiz hem denizsiz” (Yücel, 2014: 20)
Bu dizelerde iki sınıfın kentteki yaşam biçimi, kültürel yapısı ve gündeliği, duygudurumları karşılaştırılır: toplu taşımaya karşı lüks araçlar, otobüs kuyrukları ve tüketimin merkezlerinden olan süpermarketler. Değişim konusundaki umutsuzluk ve yılgınlık ise sabır ve mecal kavramları üzerinden verilir. Aynı şekilde büyükşehirlerden daha taşra sayılabilecek doğu kentlerine geçiş yapıldığında Diyarbakır’ın sınıfsal betimlemesi şu şekildedir: “Diyarbakır dedikleri bu muydu/ İçi dolu yoksulluk muydu/ Tam üç gün üç gece/ Yüreğimizde kin/ Elimizde bir reçete/ Sanki Bağlar semti açlık/ Dicle nehri susuzluk muydu” (Yücel, 2014: 25). Açlık, susuzluk, reçete kavramları çaresizliğin bileşenleri olarak kentin yoksul semtinde görünür duruma getirilir: Bağlar’da fakat bu sadece bir örneklemdir çünkü şairin izlenimine göre kent, içi yoksulluk dolu bir yer hâline getirilmiştir. Bu dizelerin geçtiği Soframda Kaval Sesi kitabındaki “Güneşsiz Gün Damlaları” şiirinin “2. Damla” bölümünde açlık-tokluk, varlık-yokluk birbirini var eden karşıtların birliğine ve savaşımının sonuçlarına göre ele alınır çünkü proletaryayı ortaya çıkaran burjuvazidir. Diyalektik bir yaklaşımla örülen bu şiirde beslenme-sağlık gibi temel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik oluşturulabilecek sınıfsal gündem duyarsızlaşmanın ve tüketim kültürünün ürettiği basıncın altında bırakılmıştır: “Birbirine karışmış bütün öfkeler/ Yaşam yaralı bir kuş ürkekliğinde/ Yokluk desem vardan ötürü/ Açlık desem toktan ötürü/ Her ünlem bir kahkaha/ Her soru sağır bir kulak biçiminde/ Eczane vitrinlerinde makyaj takımları/ Hastalar ölümün ilaçsız pençesinde” (Yücel, 2014: 36). Soru işaretiyle kulağın şeklinin birbirine benzetilmesi üzerinden duyarsızlığın hâkim olduğu ortam ise 12 Eylül sonrasına denk düşer. Bağlar gibi başka bir yoksul semt de Ankara’ya bağlı Altındağ’dır. Sobaların yakıldığı, yoksulların yaşadığı, gecekondu semti olarak betimlenir. Rıfat Ilgaz ve Cahit Irgat’ın şiirlerinde belirginlik kazanan çocuk işçiler 1980 sonrası Türk şiirinde yeniden gündeme gelir. 1990 sonrasında ise “sokak çocukları” diye kavramsallaştırılan kesim şiire konu olur. Altındağ bağlamında çalışan çocukların sınıfsal durumu tasvir edilip bu çocuklarla şiirin öznesi arasında bütünleşme söz konusudur: “Her günün sonunda yorgun/ Yaşamı boya sandıklarında taşıyan/ Ya da ellerinde bir ekmekle/ Fırından fırlayıp evlerine koşan çocuklar/ O yaralarda nasırlaşan ordular/ Beni ancak bir yağan kar/ Bir de o çocuklar kucaklar” (Yücel, 2014: 43). Yaşamın boya sandıklarında taşınması, ekmek parası kazanmak için ayakkabı boyacılığı yapılmasını işaret eder. Sokakta çalışan çocukların “iş malzemesinin” boya sandığı diye belirtilmesi, Türk şiirine Mehmet Akif aracılığıyla yansıyan “küfe” ve “çalışan çocuklar” gerçeğini bir kez daha ortaya çıkarır.
Adnan Yücel’in diğer şiirlerinde Çukurova’nın ırgatları ve işçileri, köylüler, maden işçileri, gurbete çalışmaya giden işçiler, ekonomik nedenlerle kırdan kente göç eden insanlar emekçi sınıfların özneleri bağlamında konumlandırılır. Kapitalist kentleşme bağlamında doğal yaşam alanlarının tahrip edilerek her yanı betonun sarması eleştirilir. Altındağ özelinde sınıf mücadelesinin gerileyişi; duvar yazılarının silinmesiyle, insanların sabra teslim olmasıyla, sokakların suspus olmasıyla betimlenir. Bu bağlamda 12 Eylül’ün yol açtığı sorunlardan biri de ideolojik bir aygıt olan medya üzerinden kültür emperyalizmine alan açılmasıdır. İnsanların ilgi alanlarının kültürel açıdan değişimi şu şekildedir:
“Yürüdükçe uzayan bu sabır denizleri
Sokakları taşları bahçeleri
Duvarları hüzünleri evleri
Ve yıkılmış çatılarda
Pis bir özlem gibi sırıtan televizyon antenleri
Kadınından erkeğine
Yedisinden yetmişine
Herkesin ağzında Amerikan filmleri
Hiç kimse düşünmüyor mu dersin
Ya kendi halleri ya kendi halleri” (Yücel, 2014: 44).
Enternasyonalizm: “Yüzü yaylalı-yüreği bütün dünyalı”
Adnan Yücel’in şiirlerinde emek-sermaye çelişkisinin tarihsel serüveni, nedenleri, sonuçları maddi koşullara dayandırıldıktan sonra çözüm yolunun sınıfsız sömürüsüz düzen olduğu yönündeki ideolojik-politik açılıma göre toplumsal izlekler inşa edilir. Emeği evrensel değer olarak kabul eden şair, halklar arasında ayrım yapmayarak enternasyonal dayanışmayı güçlendirir. Sabahın Yüzünde Filistin Yarası şiirinde Yahudilik ile Siyonizmin arasına çizgi çekerek Filistin halklarının çektiği acılarla Nazi kamplarındaki Yahudilerin çektiği acıları insani bir düzlemde ortaklaştırır. Şair, kollarının bağlı olduğunu dile getirip tarihsel sorumluluğu üzerine alır.
“Ey sönmüş ateşlerde tutuşan öfkeler
Yanmışın yakması buna mı derler
Şu anda dünyanın gözleri önünde
Kan sıçrarken yaşamın yüzüne
Bu lekeyi tarihten kimler siler
Bu katliam utancını kimler
Nazi kamplarındaki fırınlarda
Bitmediyse yakılan Yahudiler
Ya vurulan Filistinliler nasıl biter” (Yücel, 1998a: 52)
Filistin’in uğradığı katliamlara duyarsız kalmayan şair, Afrika kıtası özelinde “siyah-beyaz ırk” ayrımının karşısında yer alır. Bu duyarlılık ırkçılık karşıtlığı bir düzlemde olsa da temelde insani bir yaklaşımın ürünüdür: “Ve Afrikalı kapkara bir acıyı/ Duyabilmek bembeyaz yüreğimizde” (Yücel, 1998a: 58). Ten renginin değil yüreğin “bembeyaz” olması vicdan sahibi olabilmeyle eşleştirilip ırkçılığın “kapkara” bir acıya yol açarak tarihe “kara bir leke” diye geçmesi vurgulanır.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Sovyetlerin dağılma sürecinin başlaması yine enternasyonal bilincin verdiği tepkiyle şiire yansır. O dönemde ortaya atılan tarihinin sonunun geldiği ve dünyanın değiştiği yönündeki emperyalist tezlere şiirde karşı çıkılır. Nazım Hikmet’in Sovyetlerde yaşadığı dönem ile 1989 sonrası Rusya’nın geldiği durum karşılaştırılır. Adnan Yücel’in şiirlerine yansıyan enternasyonalizm yerelden evrensele açılan, yerelde evrenseli gören, parça-bütün ilişkisinin ayrıştırılmadığı ideolojik bakışın kapsamındadır (yerel > yurt > yeryüzü). Yerelde başlayan bir mücadele ulusal sınırları da aşıp tüm yeryüzüne yayılan bir güce dönüşür. Bu bağlamda Çukurova’da başlayan emek mücadelesinin yeryüzüne yayılacağına yönelik inanç güçlendirilir. Politik iddianın çıtasını/hedefini enternasyonalizm belirler. Türkü; ideolojiyle eşleştirilir, yayıldıkça yeryüzünü saran kurtuluş müjdecisine evrilir:
“Çarp ey grev coşkusu yüreğim-çarp
Al bu yüreğin sevdasını
Yarınlar adına yüzbinlerle çarp
Savur Toroslardan Akdeniz’e
Bolu dağlarından Marmara’ya
Ve Ağrı doruklarından bütün dünyaya
Savur ki yankılansın bu türkü
Sarsın yeryüzünü boydan boya” (Yücel, 1998d: 21)
Mezopotamya’nın Kısa Tarihçesi: Ateşin ve Güneşin Çocukları
Adnan Yücel’in 10 bölümden oluşan ikinci nehir şiir kitabı Ateşin ve Güneşin Çocukları 1991’de yayımlanır. Yayımlandığı dönem, kimlik mücadelesinin güvenlik sorunlarıyla iç içe geçtiği tarihsel bir aralığa işaret eder. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek kitabında yakalanan üslup bu kitapta yakalanamaz. 10 bölümün her birinde Mezopotamya halklarının tarihsel yolculuğu ele alınır; tek tanrılı dinlere geçiş ve sonuçları, egemenlik savaşları konu edilerek 1990’lı yıllara gelinir. Bu kitapta sloganik bir dil hâkimdir, tarih anlatımı kurgulanırken ansiklopedik bilgiye fazla yer verildiğinden didaktik yön ağır basar. Tarihe bugünden bakıp geçmişe alternatif sunması tarihsel materyalizmle çelişir: “Şu olmasaydı, şu eşiği kaçırmasaydın, şöyle olaylar gerçekleşmeseydi” gibi söylem biçimi. Nehir şiir kurgulanırken ele alınan tarihsel sürece uygun dil inşa edilememiştir. Bu bağlamda şiir dili ve slogan ilişkisine dair tartışma tekrar açılabilir. Şiir slogan üretmez, şiir kendi dilini yakaladığında kitleler dizeleri slogan diye yaşatır. Mücadele slogan üretir, mücadelenin ürettiği sloganlar ve sloganik kavramlar şiire aynen uygulandığında şiir estetik açıdan zarar görür.
12 Eylül hesaplaşması sürdürülürken dar grup destanı yazılır. Dar gruba yazılan destan toplumsaldan kopma riski taşır. Böyle olunca da şiir, belirli bir dönemin sorunlarını hafıza mekânına dönüştürüp eserin kalıcılığını ideolojik sahiplenme boyutuna sıkıştırır. Kalıcılık ve kapsayıcılık yakalanamayınca benzer dönemler yaşandığında geçmiş dönemin şiirleri hatırlanmaz. Bunu Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek kitabı kırar ama şairin sonraki dönemde yazdığı kitapları aynı yanılgıya alan açar. Misal, Nazım’ın “Yaşamak bir ağaç gibi” diye başlayan dizeleri kitlelerin sloganına dönüşür ya da Ece Ayhan’ın “Aşk örgütlenmektir abiler” dizesi örnek verilebilir. Bir tür “berceste mısra” gibi düşünülebilir. Adnan Yücel’in “Sen yürürsün rüzgâr yürür” dizelerinin geçtiği şiir her döneme hitap edecek özelliğe sahiptir. “Bitmedi daha sürüyor o kavga/ Ve sürecek/ Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” dizeleri de şiir dilinin yakaladığı başarıyı gösterir. Bu yüzdendir ki kitlelerin sloganı hâline gelmiştir fakat siyasetin sloganik dili şiire alındığında aynı başarı yakalanamaz. Ateşin ve Güneşin Çocukları’nda yaşanan durum da budur: sloganik ögelerin ağır basması, kitabın kendi dilini yakalayamaması, didaktik bilginin kitabın geneline yayılması. Resmî tarih eleştirisi Osmanlı tarihinde yer alan olaylar üzerinden ele alınır. Farklı ulusların şairleri aslında zulmü ve acıyı anlattığı için “bir” görülüp enternasyonal açılıma gidilir. Mezopotamya özelinde halkların maruz kaldığı olayların, egemenlerin, zulmün ve zorbalığın nedeni olarak dinlerin -özellikle tek tanrılı dinlerin- öne sürülmesi pozitivist bir bakışın sonucudur. Oysaki Marksizm pozitivizme karşıdır fakat emekçi halk sınıflarına hitap etmesi gereken şiirlerde dinlere karşıtlık söz konusudur, bu açıdan pozitivist yaklaşım öne çıkarılır. Dinin ideolojik bir aygıt olarak inanç alanını manipüle etmesi farklı bir dille şiirde yapılandırılabilir fakat Adnan Yücel’in şiirlerine yansıyan dil pozitivizmin etkisindeki Aydınlanmacı sert bir dildir.
Son Destanlara Doğru: “ateşe sürülmüş ölümler ülkesi”
Şairin 1993’te yayımlandığı Çukurova Çeşitlemesi’nin bölümlere ayrılmış uzun şiirlerinde Çukurova özelinde sınıf mücadelesi tarih-coğrafya birlikteliği içinde ele alınır. Kitapta yer alan Adı Kayıp şiirinde 1990’lı yılların önemli gündemlerinden biri olan “siyasi kayıplara” ve insan hakları ihlallerine dikkat çekilir.
Adnan Yücel’in şiirlerinde aşk, ideolojik-politik mücadelenin yolculuğuyla eşleştirilir. 1998’de yayımlanan son şiir kitabı Sular Tanıktır Aşkımıza, yine destan geleneğinin izlerini taşır. Bu bağlamda mercek tekrar hak ihlalleri bağlamında cezaevlerine yöneltilir. 1996’nın süresiz açlık grevleri insan hakları çerçevesinde şiire girer. Çağın tanıklığı, 1993 Madımak Katliamı’nın şiirde kayda alınmasıyla sürdürülür. Gözlerin Düşüyor Alevlere şiirinde Madımak’ta katledilen insanlar anılıp şairin bu katliam karşısındaki duygudurumu açığa çıkar.
Şairin son şiirlerinde mültecilik, yeni dünya düzeni çarpıtması, resmî tarihin eleştirisi, hak ihlalleri, yozlaşma ve yoksulluk izlekleri görülür. Dünyanın değiştiği yönündeki manipülasyon zihinlere işlenir fakat “uzakta” kalmış anıların haklılığı henüz sınıfsal gerçeklerin üstünün örtülmemesi için bir rehber özelliği taşır:
“Ey ateşe sürülmüş ölümler ülkesi
Ufuk çizgilerinde silikleşen anılar
Kutsal soygunlar yasal vurgunlar
Çöplük kumbaralarda biriken çocuklar
Hiçbir dilden
Hiçbir sözcük yetmiyor anlatmaya bu akşam” (Yücel, 1998e: 31)
Dil, Kurgu, Beslenilen Kaynaklar Açısından Adnan Yücel’in Şiirleri
Adnan Yücel’in şiirleri, destan geleneğinin sürdürülmesi biçiminde değerlendirilebilir. İnanç, umut, kavga üçgeninde yükselen epik bir tonun devreye koyulması söz konusudur. Bunun olumsuz sonucu ise sokak dilinin kavramlarına savrulmadır; kaba söz kullanımı, küfür, hakaret. Öfkenin küfürle dışa vurulması şairin duygudurumundaki gerilimin sonucudur, diğer neden ise dönem itibariyle eril dilin siyaset alanındaki etkisidir. Epik tonun dilsel düzlemdeki yansıması “ey” şeklindeki seslenme biçimidir. Halk şiirinin de etkisiyle bu tür seslenişlere sıkça rastlanır, varsağılarda görüldüğü gibi. Bunun yanı sıra “ışıkperest, dirençperest, şakayık, pürköpük” gibi sözcükler şiir diline yerleştirilir.
Anadolu isyanlar tarihiyle sınıflar mücadelesinin birbirine eklemlenmesi, yerelle evrenselin emek temelinde birleştirilmesi, Marksizmin, tarihsel-diyalektik materyalizmin şiire uygulanması Adnan Yücel’in beslendiği ideolojik kaynaklar arasındadır. Bu bağlamda anti faşist-ırkçı, anti kapitalist ve anti emperyalist mücadele şiir aracılığıyla kitlelerin bilincine aşılanmaya çalışılır. Şiir, ideolojik araç görevi üstlenir.
Mitolojiden yararlanılırken mitolojinin köşe taşları doğrudan verilir. Benzer şekilde anlatılar telmihle değil açıktan şiire taşınır, birçok şiirde mitolojinin ve anlatı geleneğinin yaygın/sıradan kullanımı mevcuttur. Bunun yanı sıra farklı halkların isyan tarihleri sömürülenler-ezilenler lehinde aynı şiirde buluşturulur.
Adnan Yücel’in şiir dilini oluşturan kavramların doğa-insan ayrışmasını aşmaya yönelik olduğu dikkat çeker. Şair, doğayla bütünleşirken temsilleri doğadan seçer. Dağ, deniz, ırmak, şafak, gün doğumları, çiçekler, bitkiler, avcı kuşlar, rüzgâr, tufan, gökyüzü kapsamına giren kavramlara sıkça rastlanır. Bu kavramlar kişileştirme sanatına başvurulup canlı birer özneye dönüştürülür, yaşama tanıklık eden varlıklar şeklinde algılanır. Betonlaşmış kent yaşamına yönelik tepki doğayla bütünleşerek çözüme kavuşturulur. Doğayla bütünleşme zaman algısını da değiştirir: “Saat Seyhan kıyılarına mavi kala/ (…) / Saat pamuk tarlalarını beyaz geçe” (Yücel, 1998d: 18, 19). Bu dizelerin oluşturulmasında şairin on beş yıl yaşadığı Adana’nın-Çukurova’nın coğrafi-tarihî etkisi yüksektir (Tolu, 2022).
Şairin üslubunda Ahmed Arif’in şiirlerinin etkisi görülür. Özellikle Anadolu şiirinin etkisi hem Ateşin ve Güneşin Çocukları’nda insanlık tarihinin Adem-Havva anlatısının öncesine götürülmesiyle netlik kazanır hem de doğrudan etki Tarsus Şelalesi şiirine yansır: “Bin yıllık zamana karşın/ Krallık taçlarını birbirine çarpardın/ Ne Büyük İskender’i taktın/ Ne de Kleopatra’nın yüzüne baktın/ Kopup geldin/ Toros denilen o boğalar yüreğinden” (Yücel, 1998d: 29). Şairin tarihin şiddet ve zor yönüne eleştirisi Tevfik Fikret’in, medeniyetin mimarının işçi-emekçiler olduğu yönündeki dizeleri Brecht’in şiirlerini anımsatır.
Adnan Yücel’in şiirlerindeki “ben” öznesi “biz” öznesinin sözcüsü görevinde yapılandırılır, parça-bütün ilişkisi bağlamında parça, bütünün temsilcisi görevindedir: “Gör ki neler değişti yaşamda/ Ben’i bizde/ Biz’i bende yaşıyoruz şimdi” (Yücel, 2014: 67). Şiirlerin öznesi; tanıklık eden, eyleyen, harekete geçen, tepki veren, öfkelenen, seven, mücadeleyi sahiplenen “biri” görevinde şiirin sahnesine çıkar. Sen Yürürsün Rüzgâr Yürür şiirinde görülen “sen” öznesi ideolojik-politik mücadeleyi yürüten çevrelerin temsilidir, açıktan bir yapıyı-çevreyi işaret etmese de zamanla tüm politik çevrelerin sahiplendiği bir şiire dönüşür. Bu açıdan “sen” öznesi kitleleri harekete geçiren, mücadele dinamizminin ivmesini artıran, sınıfa yön tayin edebilen çevrelerdir; tarih yapıcı öznelerdir.
Sonuç
1980 sonrası Türk şiirinde özgün bir yere sahip olan Adnan Yücel; sınıf mücadelesini, ekonomik temelli kırdan kente göçleri, yozlaştırılmayı, duyarsızlaştırılmayı, bütünlüklerin parçalanışını, ötekileştirilenlerin yaşadıkları haksızlıkları, adalet mekanizmasındaki aksaklıkları, emperyalizm ve faşizm eleştirisini emekçi halk sınıflarının mücadelesi lehine şiire taşımıştır. İkinci şiir kitabından itibaren 12 Eylül’ün toplumsal ve siyasi sonuçlarını şiirine yansıtarak tanıklık ettiği olaylar-durumlar karşısında belgesel şiir türüne yakın dizeler üretmiştir. Onu, dönemin diğer toplumcu gerçekçi izlekler üreten şairlerinden ayıran en önemli özellik; darbe koşullarına militanca bir direniş sergilenmesi gerektiği yönünde epik tonu yükselten, kararlı-inançlı-umutlu ruh hâlini kitlelere ulaştırmaya çalışan sesidir. Adnan Yücel’in şiirleri okunduğunda 12 Eylül sadece geçilmesi gereken önemli bir eşik biçiminde belirir, yaygın söylemin aksine “her şeyi” bitirememiştir ve mücadele kesintiye uğrasa da sürmüştür. Şiirlerinde belirtmek istediği tarihsellik her şeyin bitmediği üzerinedir. Esasında sosyalist gerçekçi sanat anlayışında sanat, mücadelenin ortaya çıkardığı seyrin peşinden gider fakat darbe dönemi gibi önemli yenilgilerde sanat, mücadelenin önüne geçerek kitlelere umut aşılar. Bu, sürdürülebilir bir durum değildir çünkü umudun canlı tutulması için mücadelenin zayıf da olsa sürmesi gerekir. Böyle dönemlerde yazılan şiirler de dönem şiiri olarak kalma riskini taşır. Adnan Yücel’in şiirleri de dönem şiiri olarak kalsa da onu bugüne taşıyan dizeleriyle bu riski aşabilmiştir: “Sen yürürsün rüzgâr yürür”, “rüzgârla bir olan bilir”, “yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek”, “sevdaya yasak koyanın dünyada yeri olmaz”, “tarihin en güzel yerinde son sözü hep direnenler söyler” gibi her dönemde okunabilecek dizelere imza atmıştır. Aynı şekilde “işkenceli sorgulara” yönelik yazdığı şiirler için de kalıcılık geçerlidir. Toplumcu gerçekçi şiirin kitlelere ulaşabilme hedefi Adnan Yücel’in şiirlerinde başarıya ulaşabilmiştir. Onun şiir serüveninde Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek kitabı zirveyi oluşturur. Bu yakalanan ses Ateşin ve Güneşin Çocukları’nda düşürülse de Türk şiir tarihinde anlatımcı şair olarak eserler veren önemli sanatçılardan biri Adnan Yücel olmuştur. Yakalanan sesin düşürülmesine yol açan ana neden güncel sorunların anında/günü gününe şiire taşınmasından kaynaklanabilir. Güncelin şiir aracılığıyla kaydedilmesinin diğer sakıncası da şairi belirli bir dönemde bırakmasıdır. Dönemin diğer şairlerinin aksine cezaevleri ekseninde hak ihlallerini şiirine taşıyan bir şair olduğundan yine ayrı bir noktada konumlanır. Öyle ki darbe döneminde ilk şiirlerini cezaevinden yazan şairler bile özgürlüklerine kavuştuktan sonra 1990 sonrası benzer hukuki-adalet konulu toplumsal sorunlar için şiirler yazmamışlardır. İdeolojik-politik mücadeleye destanlar yazan Adnan Yücel 1980 sonrası Türk şiirinin toplumcu çizgisinde özgün bir yere sahiptir.
Kaynakça
Özer, Mehmet. (2003). Aşkın ve Başkaldırının Şairi Adnan Yücel: Türküsüz Çıkmayasın Yollara. Ed. Celal İnal. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.
Tolu, Sena Sibel. (2022). “Adnan Yücel”. ÇüTAM, C. 5, S. 2, ss. 102-104.
Yücel, Adnan. (1998a). Bir Özlem Bir Türkü. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.
Yücel, Adnan. (1998b). Acıya Kurşun İşlemez. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.
Yücel, Adnan. (1998c). Rüzgârla Bir. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.
Yücel, Adnan. (1998d). Çukurova Çeşitlemesi. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.
Yücel, Adnan. (1998e). Sular Tanıktır Aşkımıza. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.
Yücel, Adnan. (2000a). Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.
Yücel, Adnan. (2000b). Ateşin ve Güneşin Çocukları. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.
Yücel, Adnan. (2014). Soframda Kaval Sesi. Ankara: Yurt Kitap-Yayın.