Klasiklerden Güzele Kaçış

Sibel Ağlamaz

İnsan kendini kaybolmuş ve kötü hissettiğinde, geçmişi idealize eder ve ona sarılır.

Avrupa da benzer bir süreçten geçti. Savaşlar, göçler, karanlık çağlar, salgın hastalıklar ve keşiflerle kosmopolit bir hale gelen, dünya vatandaşı olup ortada kalmış insanlar, sonunda kaosa, bilinmezliğe ve “Geride mi kaldık biz?” korkusuna kapıldılar. Kendilerini kaybettikleri bu dönemde, kaçacak bir yer aradılar ve geçmişi idealize etmeye başladılar.

Tam bu noktada, Roma ve Yunan’ın sosyo-kültürel mirası devreye girdi. Klasik kelimesinin kökeni, bu yardımın özünü çok güzel özetler: MÖ altıncı yüzyılda Roma’da, ünlü kral Servis Tallius, halkını kazandığı paraya göre altı sınıfa ayırmıştı. Tepede Classicus (Prima) sınıfı, en altta ise Proletarius vardı. Üst sınıfın yazdığı ve çizdiği eserler, scriptur classicus yani “klasik yazın” olarak adlandırılıyordu. Akdeniz çevresinde tanrısız bir bilim ve sınırlara değin bir sorgulama havası vardı. Yunanistan’da Thales, Anaksimandros, Pythagoras, Aristo ya da Xenophon gibi filozoflar felsefe ve bilimle ilgileniyor; yazdıkları pek çok “otorite” tarafından saklanmaya değer görülüyordu.

Roma, Yunan kolonilerini işgal ettikten sonra, Yunan kültürüne ve filozoflarına duyduğu hayranlıkla kendi “klasiklerini” bulma arayışına girdi. Yunan filozoflarının öğretileri, Roma’nın entelektüel yaşamında derin izler bıraktı. Roma’nın ilk dönemlerinde, özellikle Yunan felsefesinin önemli figürleri Latinceye çevrildi ve Roma kütüphanelerinde bu eserlerin hem Yunanca hem de Latince versiyonları sergilenmeye başlandı. Roma aristokrasisi, kendi klasiklerini yaratmadan önce Yunan filozoflarını örnek aldı ve onları taklit etti. Roma’nın üst sınıfından isimler, tıpkı Cicero, Vergilius, Titus ve Marcus Aurelius gibi figürler, hem kendi düşünsel miraslarını inşa ettiler hem de devletin gücüyle birleşerek bu mirası yücelttiler. Cicero’nun retorik dehası, Vergilius’un edebi katkıları, Titus ve Marcus Aurelius’un liderlikleri, hem Roma’nın siyasi yapısını hem de entelektüel dünyasını şekillendirdi.

Yeni Çağların Referans Kitapları Olarak Klasikler

Bilginin tarih boyunca güç olarak algılanması, kralların kendi kütüphanelerini inşa etmelerine vesile oldu. Bu sayede elimizdeki pek çok yazılı eserle birlikte, geçmişin derinliklerinden günümüze kadar uzanan bir literatür oluşabildi. 6. ve 8. yüzyıllarda İslam dünyasında yaşanan bilimsel ve çeviri hareketleri sayesinde, bu eserler zamana direndi ve yüzyıllar boyunca bazı kimseler için “başucu kitapları”na dönüştü. Bu çeviriler, Orta Çağ’da manastırlarda okutuldu ve bilgi talep edenlere “classicus” denirdi. Ancak bu dönemde, seçilen kitaplar bireyde farkındalık ve sorgulamayı artırmak için değil, insan ruhundaki denge arayışını desteklemek için seçilirdi.

Petrarcha

Rönesans Dönemi ise karanlık ve çalkantılı bir çağa denk geldi. Din ve devletin iç içe geçtiği bir ortamda yaşayan Avrupa’nın üst sınıfları, kendi tarihsel karanlıklarından sıyrılmak ve yeni bir yön arayışına girmek istedi. Bu süreçte, ideal insan ve bilgiyi merkeze alan klasik eserlere yöneldiler. Bu eserlerden sorgulayan, laik ve rasyonel düşünceyi savunanlar seçildi ve bu sayede sıfırdan yeni bir tarih, kimlik ve birey kavramı inşa edilmeye çalışıldı. Sonuç olarak, klasik eserler, yeni bir çağ için bir başlangıç ve referans noktası haline geldi.

İtalya’da başlayan entelektüel kıvılcımlar, 1494’te Fransa’nın Roma’yı işgali ve 1527’deki Roma Yağması ile Fransa’ya ve Avrupa’nın geri kalanına yayıldı. Bu kaos ve belirsizlik içinde, düşünürler yeniden Klasiklere yöneldi; Yunan ve Roma eserleri, Rönesans dönemi için bir pusula işlevi gördü. Örneğin Dante, Virgilius ve Aristoteles’in eserlerinden ilham alırken; Petrarca, Cicero ve Ovidius’un eserlerine başvurdu. Rönesans ve sonrası dönemlerde ise bu eski eserler, genel olarak “Humanities*” (Beşeri Bilimler) başlığı altında toplanarak üzerine yeni analizler yapıldı.

Kitlelere Yol Gösteren Humanistler

Shakespeare, Erasmus ve Montaigne gibi 16. ve 17. yüzyılın önde gelen yazarları, özellikle yeni üst sınıfların “bana kısa ve öz bilgi verin” talepleri doğrultusunda, eserlerinde sürekli klasik eserlere atıfta bulunmak zorunda kaldılar. Ancak, bu yazarlar, eserlerini yalnızca aristokrasinin değil, halkın da ilgisini çekmek amacıyla yazmaya başladıklarında, yeni yükselen tüccar ve orta sınıflara empati ve saygı aşılamayı, onları makul ve rasyonel bireyler olmaya teşvik etmeyi amaçladılar. Başka bir deyişle, humanist yazarlar**, toplumsal yapının değişen dengeleriyle birlikte, yeni doğan sınıflara ideal birey olmayı öğretmeye çalışan birer “misyoner”e dönüştüler.

Savaşlar ve dinin etkisinin zayıflamasıyla ortaya çıkan düzensizlik, humanizmin “ideal birey arayışı” sayesinde, özellikle üst sınıflara bir anlam, kimlik ve düzen sundu. Bu düşünceye göre akıl dışına çıkılmamalı, tutkular dizginlenmeli ve kibirle haz gibi insanı kötü yolan sevk eden makul olmayan şeylerin farkına varılmalıydı. Her ne kadar bu görüşler Kilise’nin öğretileriyle benzerlik gösterse de, insanı mistik açıklamalardan ve kabullenişten ziyade, Antik Yunan’ın sorgulayan ve birey odaklı bakış açısını temel aldı.

Farklıya Merak ve Dünya Edebiyatı Arayışı

Tarih boyunca egemen güçlerin kendilerini diğer kültürlerden üstün görmesi ve kendi yaşam tarzlarını başkalarına empoze etmesi yaygın bir alışkanlıktır. Ancak bu “yeni misyonerler”, Humanizm’in yayılması, ticaretin artması ve küreselleşen dünyanın etkisiyle, zamanla klasiklerden ayrılarak yeni arayışlara girdiler. Belki de onlar, gelecekte unutulacak olan üst sınıflara hitap eden eserler vererek şimdiki zamanın klasikleri olmayı hedefliyorlardı, kim bilir. Örneğin, Voltaire ve Herder gibi yazarlar, 16. ve 17. yüzyıldan itibaren farklılıklara duydukları merakla, Doğu’da kaybolan kendilerini arama arzusu içindeydiler ve oradan öğrendiklerini kendi kültürlerine eklemek istiyorlardı. Bu bakış açısı, “biz üstünüz ama onlarda da değerli şeyler var, kendimizi kapatmamalıyız” gibi bir sömürgeci alt metin barındırsa da, farklılıkları kucaklamaya yönelik değerli bir dönemin başlangıcını işaret ediyordu.

Goethe

Bu düşünsel akım, Goethe gibi romantik yazarlar için bir öncü bakış açısı oluşturdu. Goethe ve çağdaşları, daha eşitlikçi, bütünleyici ve mütevazı bir bakış açısıyla Dünya Edebiyatı (Weltliteratur) gibi kavramları geliştirmeyi amaçladılar. Goethe’ye göre, bir yazar önce kendi kültürünü anlamalı, sonra farklı kültürlerle tanışmalı, onları eleştirmeli ve bazı değerleri içlerine alıp o kültürle bütünleşmeliydi. Bu konuda da epey keskin çıkarımları oldu. Misal, Hint şiirini karmaşık ve hayalci bulurken, Çin yazılarını bilge ve nazik buldu. Bu farklılıklar onu etkiledi ve soğuk güzellik anlayışından sıyrılıp ısınmak için İran şiirine yöneldi. İran şiirindeki “güzellik” kavramı ona ilham verdi ve onu, klasiklerle eklektik bir şekilde birleştirerek yeni bir hümanizm anlayışı yaratmaya çalıştı. Hafız’ın derin bilgeliği ve tutkusu onu derinden etkiledi ve Züleyha aşkı, pek çok eserine ilham kaynağı oldu. Benzer şekilde, Sadık’ın mistik üslubu da Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt ve Rilke’nin Asma Bahçeleri eserlerine ilham verdi.

Sonuçta, daha önce yalnızca Yunan şiiri ve üst sınıfların felsefe sohbetleri olarak görülen klasikler, zamanla farklı coğrafyaların duygularını, sınıfların sorunlarını ve roman gibi yeni türleri de içerecek şekilde evrimleşti. Zenginleşti, daha kapsayıcı oldu, “güzelleşti” ve özgürce çeşitlenen her şey gibi bereketlendi.


Kaynaklar

  • Damrosch, David. How to Read World Literature. Princeton University Press, 2009
  • Meriç, Cemil. Kırk Ambar. İletişim Yayınları, 2016
  • Meriç, Cemil. Batı Edebiyatı. İletişim Yayınları, 2017
  • Moran, Berna. Edebiyat Üzerine. İletişim Yayınları , 2009
  • Vallejo, Irene. Papirüs: Antik Dünyada Kitapların İcadı. Bilgi Yayınevi, 2021

Notlar:

*Humanities (Beşeri bilimler), Cizvit papazlarının da etkisiyle, eski dillerin öğretildiği ve insanın üst anlam arayışına cevap veren mütevazı bir eğitimin de adıydı.

**İlk başlarda Eski Yunan geleneğini yaşayan ve dil bilen insanlara hümanist denilirdi.