Sevda Eren
Sanat nedir, ne anlama gelir ve neden değerli buluruz? Tanımlanması, nihai amacı, insan ve toplum için değeri sayısız görüş barındırsa da, genel geçer kavramlarla kritik noktalardan bakarak, sanat emekçilerine ve sanat izleyicisine bir perspektif kazandırmaya çalışarak yanıtlar arayacağız. Günümüz sanat dünyası bu eksikliğin içinde boğuşarak ilerliyor. Her ne kadar bilgi çağı olarak anılsa da, tümüne işaret etmemekle birlikte, korkunç bir bilgi eksikliği, estetik amaçsızlık, sanatsal bütünsüzlük günümüzün fotoğrafıdır. Sanatsal hassasiyeti olan sanatçılar, aynı kertede izleyiciler, bu durumdan hem endişeli hem de yalnız ve çaresizdirler. Bu duruma ses olmak çözümün başlangıcı olacaktır. Sanatın ve sanat bilgisinin incelenmesinde birçok disiplin, bu disiplinlerin alt dalları olsa da, nihai hedefe yaklaşmak için çıkış noktası olarak Felsefe ile başlamak, şüphesiz sağlam bir temel bir yapıyı oluşturacaktır.
Sanatın Yunanca karşılığı olan “tekhne” sözcüğü; sanat, bilgi, bilim, uğraşı, el işi teknik, bir şeyin öğrenilmesi ve bilgiye ilişkin yazı ya da kılavuz, sanat yapıtı, sanat çalışması gibi, orta yerinde “sanat” olan, birbiriyle yakın ilişkili anlam alanlarını kapsar. (Soykan, 1997). Tekhne, insan etkinliğini, bir işi-ürünü, meydana getirme olarak görülür. İlk çağ felsefecilerinden Platon ve Aristoteles, ilkçağı ve dahası sonraki çağların da sanatını kavramamız açısından en mühim isimlerdir.
Platon sanatı bir taklit olarak görür. Onun taklit anlayışında sanatçı, idealar evreninin yansıması olan bu dünyayı taklit eder. Bu taklit, güzellik arzusu ve ereği ile gerçekleşir. Platon’a göre güzellik, insanın çok özel bir yetisidir ve insandaki bu yeti, karşı konulmaz şekilde insanı eros’a (sevgi), yani güzele yöneltir. Ancak Platon’un şair yönünü de göz önüne aldığımızda, burada duyuların güzele yönelmesinde coşup kendinden geçme (ektastatis) değil, akılla ve düşünce ile bu güzelliğe ulaşma vardır. Eros kavramı, Platon için çok önemlidir ve en net haliyle Şölen yapıtındaki diyaloglarda anlatır. Platon eserde Eros’u; “Bütün ölümlü varlıklarda bulduğumuz bir ölümsüzlük çabası” diye tanımlar. Bu çabayı; ölümlülerin döl yetiştirerek, kendinin yok olmasından kurtulmaya çalışması olarak görür. Fakat güzele olan karşı konulmaz itilim ile bazıları(sanatçılar), ölümsüzlüğe ulaşmak çabası olan Eros’u dünyaya çocuk getirmekten ibaret saymazlar. Bu kişilere göre Eros, ideaları görerek, erdemli işler yapmak, böylece yeryüzünde sürekli bir ad, sonsuz bir şeref bırakmaya çalışmaktır.
Platon’un, insanın doğal amacının ne olduğu ve yöneliminin ne olması gerektiğinin sorularının yanıtlarını öğrenmek, sanata bakış açısını ve çağın sanatını kavramamızda bize keskin bilgiler sunar. Platon’a göre insanın amacı mutluluktur. Fakat burada, tek tek kişiye (kişilere) değil, bütün bir topluma (devlet) işaret eder. Keza mutluluğun kaynağı “erdem”dir (ahlak). Nasıl duyularla kavrananlar, tek tek nesnelere değil, kavrama (idea) ve tümel varlığa değer veriyorsa, aynı şekilde erdem de birey idealinden çok cins idealine yönelir. Yetkin insanı değil, yetkin toplumu anlatır.
Platonun işaret ettiği bu toplumda (devlet), tıpkı insanda olması gerektiği gibi, üç temel husus vardır: Bilgelik, cesaret, ölçücülük (sophrosyne). Bu üç temel özelliği, çağın sanat anlayışının tümünde görürüz. Bilgelik ve cesaretin; resim-heykel-rölyef sanatında, anlatılmak istenen olarak, tiyatro eserlerinde verilmek istenen mesaj, yazın eserlerinde de ana temanın özünü oluşturduğu, tümünde içeriğin bu iki ilke olduğu görülür. Üçüncü husus da, yine aynı çağın sanatında, teknik olarak ele alınan ölçücülük; uyum ve orantı (iç disiplin) olarak karşımıza çıkar.
Platon için önemli olan diğer husus, toplumun ödevidir. Platon bu ödevi, ortak insanın yaşamını sağlayacak, onları mutlu edecek şekilde düzenlemek olarak görür. Nitekim bu da ancak topluluk hayatının ahlak (erdem) ilkelerine göre düzenlenirse mümkündür. Buradan yola çıkarak ucu olmayan bir özgürlük anlayışı kabul edilmediği gibi gerçekçi de değildir. Kişiler ile değil, bütünsellikle ancak bu ödevlere ulaşılır. Başyapıtı olan Devlet’te bunu “Devlet, büyütülmüş ruhtur” diye açıklar.
Yazılı kaynaklara göre, sanatın taklitten ibaret olduğunu felsefe yasaları ile ele alan ve bu disiplinin realist temelini atarak, ilk dile getiren kişi Aristo’dur. İnsanın doğuştan getirdiği edimlerden biri olan taklit (mimessis) yeteneğini kullanarak, “şey’leri” taklit ederek sanatsal ürünleri verdiğini ortaya koyar. Sanat hem olanı hem de olabilecek olanı yansıtmalıdır. Sanatçı doğa unsurlarını, insan ilişkilerini, olanı ve olabilir olanı yansıtır. Fakat olabilir şeyleri yansıtırken de gerçeğe bağlı kalmak ve ondan, yani gerçek dünyadan uzaklaşmamak esastır. Çünkü başka bir dünya yoktur. Bu cümleden de anlaşılacağı üzere, realist sanatın da temeli, ilk olarak Aristoteles ile atılıyor.
Platon ve Aristoteles arasındaki temel fark, en sade haliyle “var olan” ile “var olması gereken” şeylerin taklidi ayrımıdır. Her ikisi de deney ve sanat bilgisini bütüncül olarak yaklaşarak ele alıyor ve sanata yaklaşımları da aynı şekilde bütüncül bir yapıda ilerliyor. Özetle ilk çağ felsefesi bilgiyi, bilimi, sanatı ve toplumu bütünsel bir yapıda ele alarak ilerledi.
Bu bütünsel benzerlikleri ve bakış açısındaki bazı farklılıkları, felsefi inançlarına paralel olarak 1509-1511 yılları arasında İtalyan ressam Raffeello Sanzio, ünlü Atina Okulu Fresk’inde, dönemin sanatsal, kültürel atmosferini ve Antik Yunan felsefesini çarpıcı olarak yansıtır. Sanatçı bu dev eserde, Platon ve Aristo’yu ana figür olarak merkeze yerleştirmiştir. Eserde, Platon’un idealist yönüne, öte yandan Aristo’nun realist yanına dikkat çekmiştir. Platon, mekânda tüm heybetiyle merdivenlere doğru Aristo ile ilerlerken, sağ elinin işaret parmağıyla göğü göstererek, bir şeyler anlatıyordur. Aristo ise Platon’un yanında yürür ve açtığı avucu ile yeri gösterir. Mekâna yerleştirilen ana figürlerin yanında, ilk çağ filozofları ve matematikçileri de yer alır. Öklid ve Diyojen, Fresk’de Aristo’nun tarafında yer alan filozoflardır. Ayrıca bu eşsiz eserde, Platon için Leonardo da Vinci, ünlü matematikçi Herakleitos için merdivenlerde düşünceyle oturan Michelangelo modellik yapmıştır. Gerek antik çağı gerek Rönesans resminin teknik ve içerik özelliklerini anlatması açısından önemli bir başyapıttır.
Bu dönemin sanat ürünlerine baktığımızda bu anlayışın yansımalarını ve çarpıcı örneklerini devamında gelen Helenestik dönemde ve Roma döneminde görürüz. Bu dönem, sanatın birçok sahasında gelecek yüzyıllara ışık tutacak değerdedir.
Helenistik çağ döneminin sanatsal kuramlarına; Stoacı ve Epikürosçu felsefede sanatın nasıl oluştuğu ile ilgili olarak “izlenim-imgelem” ya da “fantazia” terimleriyle karşılaşıyoruz. Bu terimlerin, dönemin sanatının anahtar kelimeleri olduğu tespitinde bulunmak yanlış olmaz. Tanrısal ve mitik figürler konu olarak azalır, yaşamın gerçekliği, olanca şiddeti, biraz da abartılı taşkınlıkla yansıtılır. Mutluluk, hüzün, sevinç ve ölüm imgesel formda iç içe geçmiştir. Özellikle yontu sanatında Pergamon estetiği bu dönemde gelişir. Yine bu çağın en önemli eseri İskender ile Dareios karşılaşmasını gösteren mozaik levhalar, iç içe geçmiş duyguların formuna örnektir. Bu levhalarda sanatın oluşumu, sanatçının anlatmak istediği, duyu algısı; tanıma, idrak ve ruha yansımalarının bir tezahürü olarak görülüyor. Bu mozaiklerde imgelemler; görüntünün ruh üzerindeki izlenimi olarak görülüyor. Özellikle geç Yunan yazınında bu imgelem ve abartı, Philosstratos’un “Tyanalı Apollonios’un Hayatı” biyografisinde konuya örnektir. Eserde Mısırlı Tanrılara eleştiri getirirken, Yunan tanrıları en yaraşır biçimde gösterilir. Helenistik dönemin son dönem eserlerinden sonra, doğrudan doğruya Orta çağ felsefesine geçmek mümkün.
Orta çağ, Antik çağın son döneminde dini bir kaygıyla atılan temelle başlamıştır. Orta çağ felsefesi baştan aşağı dini renkli bir felsefedir ve neredeyse bin yıllık bir ömürle Renaissance’a kadar sanatta, bilimde ve felsefe de varlığını sürdürecektir. Felsefe özelinde ve bu noktadan genellemelere de varılarak, orta çağ felsefesi, Antik felsefenin, belli bir açıdan sürüp gitmesiydi. Bu açı da açıkça, Hristiyanlığın açısıydı. Her ne kadar Antik çağın dini merkezli devamı da olsa bu çağın “Tanrı”sı, Antikçağın tanrısından farklıydı. Hristiyanlıkta Tanrı, dünyayı kendi istenciyle yoktan var etmiş olan bir Tanrı’ydı. Hristiyanlığın tüm öğretileri bu anlayışa bağlıydı, öğretileri de bu anlayışın, doğal ve mantıksal sonucuydular. Ancak, böyle bir tanrı kavramı, yaratan ile yaratık arasında aşılmaz bir uçurum, giderilmez bir ayrılık koyuyordu. Oysa antikçağda yaradan ile yaratım arasında böyle bir kesin karşıtlık yoktu. Antik çağ için tanrı; bu evrenin mimarı ve yapı ustasıdır. Madde öncesiz ve vardır. Tanrı da madde gibi öncesizdir, nitekim Tanrı da, madde de, yaratılmış değildir. Bu çağın tanrısı nasıl ki aşılmaz bir uçurumda ise, kilise de aynı konumdaydı.
Orta çağın Tanrı anlayışını inceledikten sonra, Tanrı’nın ve O’na ait hükümlerin tümünün yetkisinin, kilisenin kontrolünde olması gerçeği, felsefen bilime, sanattan kültüre, tümünün çalışmalarının da kilisenin kontrolünde olduğu gerçeğini sunuyor. Gombrich, Sanatın Öyküsü’nde bunu en sade haliyle betimler: “Sıradan bir Orta çağ köyünde kilometrelerce mesafeden dikkat çeken, ayırt edilebilecek tek yapının kilise olduğu görülebilecektir. Üstelik dayanıklı malzemeler ile inşa edilmiş tek yapı da kilisedir.” (sf. 766)
Bu çağın sanat anlayışına baktığımızda, sanat da sanatçı da, tamamen dinin (kilisenin) kontrolündedir. Sanatın tüm disiplerinin konusu tartışmasız İncil ve İncil’deki öykülerdir. Kilise duvarları, şapellerin kubbeleri, ressamlar tarafından titizlikle ve eşsiz işçilikte yapılmış eserlerdir. Burada dikkat çeken husus, hiçbir sanatçının kilisenin siparişlerinden ya da sanatçının kendi istenciyle yaptığı, kilisenin onayı olmaksızın yaptığı bir eserin, varlık bulamıyor, kabul göremiyor olmasıydı. Dahası çoğu ressam da aynı zamanda, kilisede bir keşiş yaşamı ile ressamlığı iç içe sürdürüyordu. Hal böyleyken, çağın resim sanatına bakınca, konu ve figür olarak “Baba, Oğul, Kutsal Ruh”un olmadığı tek bir eser yoktur.
Toplumun bir bütün olduğu izleğinden sebeple, yalnız sanat-sanatçı için değil, bilim ve felsefede de aynı anlayışı görüyoruz. Nitekim İtalyan matematikçi, fizikçi ve filozof Galileo’nun “E pur si muove” (Yine de dönüyor) sözü onu Engizisyonda yargılatacaktı. Orta çağ felsefesi özetle, inancı ve bilgiyi uzlaştırmak amacıyla işe başlamış, dahası, var gücüyle toplumun tüm sacayaklarıyla uğraşmıştı. Ancak amacını gerçekleştirememiş, yüzyıllar boyunca süren çabalarının sonucu, bilgi ve inanç alanını birleştirerek değil, bütünüyle ayrılması ile Orta çağın bitimi, Yeniçağın başlangıcı olan Renaissance’a bu ayrılışla girilmişti. Bu ayrılışla yeni bir Avrupa Kültürü, yeni bir sanat, bilim ve toplum doğacaktır.
“Renaissance” adı verilen çağ, günümüzle geçit olacak bir dönemdir. Avrupa kültürünün iki büyük çağı arasında bir köprü, aynı zamanda çağımızın ilk basamağıdır. Fransızca bir sözcük olan Renaissance, “Yeniden doğuş” anlamına geliyor ve aynı zamanda deyim olarak da kullanılan kavram, dar anlamda; “Antik çağ üzerindeki incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğması” anlamına da geliyordu. Bu çağ, orta çağ karanlığını yok ekmek adına sorunlara karşı sorular sorarak başladı demek doğru olur. Buradan hareketle Rönesans düşüncesinin üzerinde durduğu ilk sorun “insan sorunudur” demek yanlış olmaz. Bu yeni insan ve bu insanın yeri, anlamı; önce Antik çağ yapıtlarında incelecek, ardından Hümanizm adı verilen düşünce ile ortaya çıkacaktı. Ancak Hümanizma düşüncesine varıncaya değin, bu süreç bir geçiş dönemini yaşayacaktır. Orta çağ karanlığından çıkan bu yeni toplum, Rönesansın ilk dönemi, bir nevi genç ve hızlı geçecek, Antik dönem çok daha detaylı incelenip irdelendiğinde, Antik çağın büyük okulu ile iyice tanıştıktan sonra, gerçek mânada Renaissance düşüncesi ve kendinin olan yaratılarını ortaya koyduğu bir Hümanizm düşüncesi ortaya çıkacaktır.
Renaissance’ın ilk belirtisi olan Hümanizm, yine ilk kez İtalya’da ortaya çıkmıştır. Aslında bu bir tesadüf de değildir, çünkü toplumsal, tarihsel ve coğrafi konumu özellikleri ile o dönemde en uygun yer İtalya’ydı. Hümanizm’in de Aydınlanma’nın da tüm etkilerinin ilk olarak görüldüğü yer olan İtalya’dan, düşünsel devrim tüm Avrupa’ya taşınacak, yeni insanın (benliğini bulmuş gerçek özgür) özelliğini, pozitif bilim ışığında, tüm Avrupa görecek ve bu gelişmeler Aydınlanma’nın ilk büyük başarası olacaktı.
Orta çağın Skolastik düşünce yapısının katılığı, zamanla tüm sanatçılarda bir tepki yaratmıştı. Renaissancie’ın ortaya çıkardığı yeni kültür ortamı ve bilimsel gelişmeler, matbaanın icadının sonuçları ve keşiflerle birlikte, bu yeni atmosfer sanatkârların ufkunu açacak, teknik bağlamda da sağlam temellere oturtacaktır. Bilhassa resim sanatındaki yansımaları çığır açacak boyutlara ulaşır. Anatomi bilimin gelişmesi, perspektifin derinlemesine incelenmesi, insan vücuduna ve estetiğine ayrıca değer verilmesiyle eşsiz eserler ortaya çıkmıştır. Burada deneysel bilgiyi temel alan ve sezgi olarak ortaya koyan Renaissance’ın büyük dâhisi, Leonardo da Vinci, bu çağın hem sanatında hem de çağın sanat anlayışında mihenk taşıdır.
Leonardo da Vinci, yalnız büyük bir ressam değil değil, aynı zamanda mimar, derin bir bilgin, becerileri çok üstün teknik bir adamdı. Bu çokyanlı özelliği ile tam bir Renaissance insanıydı. Çalışma azmi ve yaratıcılığı sayesinde, birçok düşünce ve buluşların ipuçlarını önceden sezmiş, temellerini atarak yolu açmıştı.
Floransalı bir devlet adamının oğlu olan Leonardo, ölümden sonra, geriye 5000 sayfalık notlar bırakmıştı. Sezginin, gözlemin, tasarımın ve sonuna kadar götürülememiş dağınık düşüncelerin olduğu bu notlarda, skolastik düşüncenden tamamıyla ayrılmış, matematiksel düşünme tekniğiyle gelişmiş bir yöntem bilincini görürüz. Burada hem bilimsel düşüncenin hem de pratik-teknik çalışmaların bağlantılarını kurmuştur. İşte bu bağlar, aynı zamanda modern düşüncenin de başlangıcı sayılacak, “bilimsel düşünce ile pratik arasındaki bağlılık” Galileo’nun katkılarıyla olgun bir forma erişecekti. Leonardo’ya göre deney, bilimin temeliydi ancak duyular yalnız gereçleri sağladığından, bilimsel kesinlik zemini ancak matematik bilgisiyle kurulurdu. Doğadaki bütün olayların; nedenler ve etkilerinin birbirine bağlanmaları sonucunda, zorunlu olan kurallarla meydana geldiğini savunuyordu. Bu zorunluluk ise doğa yasalarının hiç kopmayan bağıydı ve doğada mucize diye bir şey yoktu.
Özetle Renaissance, Hümanizma ile başlayıp, bilimsel ve yöntemsel olarak gelişerek, 18. ve 19.’u yüzyıllara kadar ana konusu yöntem ve bilim olacak, modern dünyanın da öncüsü olacaktır. Bacon’un da dediği gibi “Bilgi egemen olmaktır”. Bu anlayışta gelişen sanat, günümüze değin, her sanat dalında otoriteleri, yol gösteren klavuz sanatçıları; ressamlarından müzisyenlerine, yazarlarından, şairlerine, heykeltraşlarına kadar, hem Renaissancie’ın hem de bu çağın, sanatın varlık-yokluk mücadelesinde birer hamisi olacaklar.
Bugün artık biri tamamen yok olmuşsa da Almanca “kunst” sözcüğünün başlangıçta iki anlamı vardı, tıpkı Latincedeki “ars” ve İngilizcedeki “art” sözcükleri gibi, bir yandan “können” ifade ediyor. Yani; insanın tıpkı taşlar, ağaçlar ve arılar yaratıp yağmurlar, depremler ve şimşekler gibi olaylar doğuran doğa gibi, kasıtlı olarak nesneler ve etkiler üretme yetisine işaret ediyor. Diğer yandan “kenen”e, yani pratiğe karşıt anlamıyla kuramsal bilgi ya da kavrayışa karşılık geliyordu. İlk ve daha geniş anlamıyla “kunst” sözcüğü her türlü nesne üretimi eylemine uygulanabiliyordu. Yani mimarın, ressamın, oymacının, süslemecinin ya da terzinin eylemlerini kapsayabiliyordu; ama bunun yanında, doktorun ya da arı yetiştiricisinin eylemleri gibi, her türlü etki üretimi de onun kapsamı içindeydi (Panofsky, 2004: 139). Burada anladığımız, estetik olma ve işlevsel olma arasında, en az iki yüzyıl kadar bir duvar örüldüğü ve Baumgarten ve Kant’tan beri karşıt değerler olarak anlaşılmış olmasıyla karşılaşıyoruz. Bu ikilem, aşağı yukarı iki yüzyıldır yalnız sanat dünyasına değil, insan ve toplum yaşamına da egemen olmuş ve sanat akademileri ile sanat okulları, toplum katında kalın çizgilerle birbirinden ayrı tutulmuştur. Moran’ın (1991) ifade ettiği gibi eski Yunan’da sanat eserinin uyandırdığı 19. yüzyılın objektif-materyalist gerçeklik anlayışı, 20. yüzyıla girerken yerini subjektivist bir gerçeklik anlayışına bırakıyordu. Doğa varlığı üzerinde bulunan odak noktası yavaş yavaş, varlığı kavrayan sujeye kayıyordu. Bu bilimde ve felsefede en belirgin biçimde kendini gösteriyordu. Örneğin, fiziğin dayanağı olan “madde” birdenbire büyük bir değişime uğrayarak “katılığını” yitiriyor ve quantum’lar, kuvvet noktaları ve enerji simgeleri olarak kavranırken, gitgide soyut bir öze sahip oluyordu. Aynı bakış açısından hareketle sanat da meydana gelen bu değişimlerden payına düşeni alıyordu.
19. yy.’da toplum ve bilim sahalarında köklü değişimlerin meydana geldiğini görüyoruz. Bütünün parçalara ayrılmasının ilk büyük hamleleri, bu yüzyılda yaşanıyor. Batı toplumlarında meydana gelen önemli siyasi, ekonomik, sosyal ve entelektüel değişimlerin sonucunda 1839 yılında Fransız tarih felsefecisi Aguste Comte öncülüğünde sosyoloji, felsefeden bağımsız bir disipline geçiyor. Çok geçmeden aynı sebeplerle ivme değişmeden, psikoloji de 1876 yılında Almanya da Wilhelm Wunt’un kurduğu Psikoloji laboratuvarı ile bağımsızlık kazanıyor. Her ikisinin de türdeş bilimler olduğu savunulsa da akıl yürütme ekseninde zıt kutuplarda yer alarak ilerliyor. Sosyolojinin doğası gereği akıl yürütme ilkesi tümden gelim (Bütünden-parçaya, genelden-özele), psikolojinin ise tüme varım (parçadan-bütüne, özelden-genele) yasası en temel ayrım noktalarıydı. Her ikisi de daha güzel bir dünya için uğraş verirken, biri toplumu iyileştirme gayesinde ilerliyor, diğeri bireyin iyileşmesini, ilerlemesini ön planda tutuyordu. Çağımıza geldiğimizde ilginçtir, siyasi okumalar ve pragmatik yaklaşımlar dışında, sosyolojiden beslenmek, bu disiplinde yeniyi üretmek ve ilerlemek, gericilik- ideolojik holiganlık olarak görülüyor. Neoliberalizm’in tabiriyle; fikirsel bütünlük olan ideolojilerin ve pek tabii olarak sosyolojinin modası çoktan geçti ve yerine “psikoloji” piyasanın fonları karşılığında ve talimatlarla, serbest pazarda bilimin zirvesine sahip oldu. Bilim insanlarının iyi niyeti sorgulanmamakla birlikte, psikoloji sahasında amaçlananlar ve yaşananlar dikkate değer. İnsanlar her alanda geliştikçe, eğitim ve farkındalık arttıkça, kişiler iyileştikçe; dünyada zulüm bitecek, acılar azalacak, eşitlik ve adalet gelecekti. Bu amaçla umutla bilime adanmışlığı yaşayan bilim insanları gerçekle yüzleşecek, yalnızca bazı kişileri iyi etmekle yetinmekle kaldıklarını itiraf edeceklerdi. Daha iyi bir dünyaya ulaşmanın tek tek bireylerle mümkün olmadığını, sistematik bir bütünsellik gerektiğini geçtiğimiz bir buçuk asır ispatlıyordu. Auguste Comte’un içinde bulunulan bu dönemi “belirsiz ve tedirgin bir geçit” olarak görmüştü. Etki ve tepkileri sürüp gitmekte olan Fransız Devrimini “metafiziğin kamu hayatında gelip geçici olan bir zafere ulaşması” diye tanımlamıştı. Ona göre günümüzdeki tutucular ile liberaller arasındaki çatışma, gerçekte teolojik ve metafizik düşünme biçimleri arasındaki bir savaştır. Pozitif düşünce henüz ilk belirtileri ile ortadadır ve tam gerçekleşmesinin ileride olacağını ifade etmişti.
İkinci dünya savaşı sonrası oluşan yeni küresel dünyada, sanat ve sanat felsefesi, çağın yapısı içinde yerini almaktadır. Sanat, bu yeni değerler dünyasında soyut, düşünsel, hatta giderek kavramsal bir boyut içinde karşımıza çıkmaktadır. Sanat ve doğa bilimleri arasında geçişlilik, günümüzde sanat-sosyal bilimler arasındaki geçişlilik merkezine oturuyor. Örneğin, Braudel Kapitalizm ve Maddi Uygarlık adlı üç ciltlik çalışmasında tablolardan yola çıkarak medenileşme sürecini incelemiştir. Yine Jacques Derrida “Körün Bellekleri” (Otoportreler ve Diğer Yıkımlar) adlı serginin yapımcısı olmuştur. Artık disiplinlerarasılığın bile günümüzdeki bu yatay geçişli ilişkileri açıklamakta yeterli olmadığı açıktır. Disiplinlerarasılık zaten disiplinlerin varlığını baştan kabul eden bir terimdir. Bu anlamda, belki de disiplinlerin aralarındaki bu ilişkiyi açıklayacak terim disiplinler aşırılık olacaktır” (Akay, 235).
Yüzyıllardır egemen olan bilgi üretme ve geliştirme yöntemlerinin nasıl bir değişime uğradığını net olarak görüyoruz. Çağımızın bugününe geldiğimizde bilgi, tasarım modelleri geliştirmek olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında, Tunalı’ya göre de yaşadığımız çağ, bir “tasarım” çağıdır. Bu noktada tasarımın sadece doğa bilimlerine ait alanlarla ilgili olmadığını belirtmek gerekmektedir. Tasarım artık, düşünen insanın, felsefe, bilim, teknik ve sanat alanındaki yaratmalarının tamamını kapsamaktadır. Nitekim insan bilimlerini de dahil ederek, bütün bilimler, tasarımın ortak paydasında buluşmaktadırlar.
Günümüzde tasarım kavramı aracılığıyla sanat ve bilim aynı köke bağlanmış, bir kere daha birbirlerine yaklaşmışlardır. Eski çağlardan bugüne geldiğimizde, zanaat-sanat birlikteliği, zanaat kavramının bir iş ve pragmatik yapısından; yalnız izlenilmek, hoşlanılmak, hissetmek amacıyla tekilleşerek; güzel sanatlar (beaust arts) dediğimiz yapıya evrilmiştir. Zaman içerisinde özellikle 18. ve 19. yüzyılda, sanayi devrimi ile birlikte, yapısal olarak yeni bir değişimi daha yaşamış ve sanat-teknik birleşimi, sanatın yeni “fay” hattını oluşturmuştur. 1790’li yıllarda, dönemin büyük isimlerinden Kant, Yargı Gücünün Eleştirisi’nde; “sanat ile bilgiyi” ve “sanat ile tekniği” birbirinden ayırmıştır. Uzun yıllar sürecek olan estetiklik-işlevsellik ayrımı ve bu ayrılığı bütünleştirme arzusu “Bauhause” hareketi ile sanatı var oluş-yok oluş sürecine sokacak ya varlığa ya da tersine evrime götürecektir. Keza bu geri dönüş zanaat-sanat dönemine kıyasla çok daha ucuz, felsefi-fikirsel bağlamda, temelsiz ve mesnetsiz olacaktır.