.

Huzursuz İnsanlar ve Huzur Arayan Ruhlar

mariana enrıquez

Ali Bulunmaz

Arjantin tarihinin karanlık dönemlerini, özellikle cuntanın hüküm sürdüğü 1978-1983 arasındaki trajedileri hikâyeleştiren Mariana Enriquez; yas ve travma anlatımına ağırlık veren, kurmacayı ve gerçeği birbirine yaklaştırırken yer yer fantastik öğelerle ve metaforlarla metinlerini zenginleştiren bir yazar. Bedenin ve zihnin çektiği acıları, Arjantin’e özgü trajedilerle birleştiren; kaybedilen ve öldürülenlerin yasını tutan insanları anan Enriquez, kimilerinin unutmaya kimilerinin ısrarla hatırlatmaya uğraştığı zaman dilimindeki topyekûn korkuyu hikâyeleştiriyor. Yalnızca bu değil elbette; ülkenin tüm karanlık noktalarına dair söyleyecek sözü var. Bu karanlığı, bir dehşet ve vahşet nesnesi hâline getirdiği; yok olur ve çürürken resmettiği gövdeyle eşleştiriyor. Başka bir deyişle bedeni, sınırların aşıldığı bir alana dönüştürerek şiddetin ve nobranlığın uygulama sahası gibi kurguluyor. Dolayısıyla korkuyu, gerçek ve metaforik manada şiddeti öne çıkarıyor. Kısacası sümen altı edilen, dile getirilemeyen dehşetli olay ve durumlarla; özellikle de şiddetin sıradanlaştırılması ve kişilere (bilhassa kadınlara) dayatılan oyun alanları ya da sınırların anlatımıyla örüyor hikâyelerini. Enriquez, karanlığın hâkim olduğu ve metaforlarla yüklü anlatımını, uzak geçmişin mitleriyle ve halk hikâyeleriyle pop kültürünü buluşturduğu, işin içine fantastik malzemeler yerleştirip ironiyi ve mizahı eksik etmediği ilk öykü kitabı Yatakta Sigara İçmenin Zararları’yla sürdürüyor.

Mariana Enriquez

‘Korku, çaresizliğe benzemiyordu’

Enriquez, Yatakta Sigara İçmenin Zararları’nda tekinsiz, ürpertici ve isyanların öne çıktığı bir hikâye evreni yaratmış. Başkaldıran gençler, sınırları aşmak için elinden geleni ardına koymayan kadınlar, cadılar ve hayaletler, yazarın fiziği ve metafiziği, gerçeği ve kurmacayı buluşturduğu alanda karşımıza çıkanlar. Huzursuz insanlar ve huzur arayan ruhlar arasındaki gerilimli noktaya taşıyor bizi Enriquez; bu da yaşayanların ve ölülerin dünyasını birbirinden ayırt etmemizi sağlıyor. Fakat sürüklenişleri ve arayışları gözden uzak tutmamamız gerektiğini de hatırlatıyor. Anımsattığı bir başka şey ise gizemli kayboluşlar; bazen dünyadan ayrılan bazen de dünyada bir yerde sırra kadem basanlar.  Enriquez, yarattığı karakterlere dair gerek açıktan gerek satır aralarında çözümlemeler yaparken insanların birbiriyle ilişkilerinde girdaplara, ikilemlere ve gerilimlere dikkat çekiyor. İçindeki öfkeyi dışa vuranları işaret ediyor: Bu öfke, bazen bir adalet arayışı bazen de kendine benzemeyenlere dair önyargılardan kaynaklanıyor. “Kötücül” ve “delice” durumlar ve eylemler de cabası. Bir karakterin, gerilimli ve et kokusunun yayıldığı bir ortamda ağzından çıkan şu ifade meselenin ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor: “Korkuyorduk ama korku, çaresizliğe benzemiyordu.” Korkularla birlikte, kuruntular ve ailevi sorunlara da el atmış öykülerinde Enriquez. Tüm yaşamı altüst olmuş ve sokakta yürümekten bile çekinir hâle gelmiş bir çocuğun kendini hapsettiği kuyuyla ve şifa bulma umuduyla kapısını aşındırdığı büyücüyle karşılaşıyoruz. Ardından, bir şehirle kurduğu ilişki farklılaşan; eskiden ruhunu dinlendiren sokakların artık benliğinde huzursuzluk yarattığını düşünenlerle yüzleşiyoruz: “Belki şehri artık sevmediğinden hayal gücü ona oyun oynuyordu. Eskiden romantik görünen dar geçitler, şimdi onu korkutuyordu; barlar cazibesini yitirmiş, bağırıp çağıran ya da sarhoş muhabbetine girmeye çalışanlarla dolu Buenos Aires barlarını hatırlatıyordu; eskiden kuru ve leziz gelen bu Akdeniz sıcağı onu şimdi boğuyordu. Ama bu yeni izlenimlerini arkadaşlarıyla konuşmak istemiyordu; cennet şehrin kusurlarını yüzüne vuran kibirli Buenos Aires kaltağı olmak istemiyordu.”

Eskimiş bir fotoğrafa bakar gibi

Enriquez, insanlar kadar bazı mekânları da tuhaf ve tekinsiz olarak kurgulamış. Bunlardan biri, âdeta ölmeye yatılan otel: “Otelde umutsuz insanlar kalıyordu. Evet, ölüm isteklerini sayıkladıklarını duymuştu, evet, onlara berbat çocukluk rüyaları ve unuttukları acıları hediye etmişti. Ama hiçbiri hazır değildi. Hem onun gibi varlıklar için zamanın geçmediği de yalandı. Yorulmuştu. Her yaz bunun sonuncusu olmasını diliyor ve her defasında seyir terasında, akıl sır erdiremediği ama taklit etmeyi gayet iyi bildiği canlıların söylentilerinin nadiren ulaştığı o yerde daha fazla zaman geçiriyordu.”

Otelde geçmişi yâd eden ve geleceği tüketenlerin yanı sıra hatıralarına tutunanların tortuları ve yaralarına dair hikâyeler de anlatıyor Enriquez. Eskimiş bir fotoğrafa bakıyor âdeta karakterler. Bu karelerde gördükleri pek iç açıcı değil: “Hatırasıyla birlikte içime dolan his arzuya benziyor, oysa şüphelerim doğruysa dehşete düşmeliyim. Ondan korkmuyorum, yüzü beni dehşete düşürmüyor ama yetişkinliğimi de etkileyen çocukluk travmama benzer bir şeyi tetiklediğinden eminim.” Fotoğrafta görülen bir başka şey, yaşamak için hastalıklar karşısında kayıtsız kalma ve hastalığı gereğinden fazla ciddiye alıp günleri zehretme arasında bocalamadan doğan gerilim. Enriquez’in karanlık evrenindeki tekinsizlikler bunlarla sınırlı değil; mezar açıp çürümeye başlamış bir cesedi yiyenler, intihar dalgası başlatmasından endişe edilen bir müzik albümü yayınlayanlar ve yetişkinlerin vahşi dediği ergenlerin ülkenin tamamına salgın misali yaydığı elektronik postalar da bahsi geçen evrenin birer parçası. Bulunduğu yeri terk etme arzusuyla yanıp tutuşan huzursuz ruhlar da başının üstünde yıldızlı bir gökyüzünden başka bir şey istemeyenler ve ölülerle konuşanlar da bu evrene dâhil. Enriquez, diğer kitaplarında da Yatakta Sigara İçmenin Zararları’nda da anlattığı karanlığın, dehşetin ve şiddetin hayatın içine nasıl sızdığını bilinçaltına nasıl yerleştiğini, nasıl dışa vurulduğunu ve bazen de nasıl gerçeküstü hâle geldiğini resmediyor.