.

Bir Bavul Dolusu…

Dilek Büyük

Bavulumdaki Kırık Fincan az metinle çok şey anlatan kitaplardan biri.

Metaforların kullanımı az ifadeyle çok şey anlatmayı kolaylaştırıyor. Bu özelliğin başarıyla kullanılması, kitabı sadece çocuk kitabı olmaktan çıkarıp yetişkin okurun da keyif alacağı bir metne dönüştürüyor. Tıpkı Chris Naylor- Ballesteros’un bu kitapta yaptığı gibi…

Kitap yeşil renkli bir yabancının koca bavulu sürükleyerek, yorgun argın kasabaya gelmesiyle başlar. Yabancı sadece yorgun değil, ürkek ve tedirgindir de. Kasaba halkından kırmızı bir kuşla tanışır önce. Ve kuş tedirgin yabancıyı tuhaf sayıp hemen sorgular: “Bavulunda ne var?”

Yabancının tedirginliği bu soruyla biraz daha artar. Çekingen çekingen yanıtlar, “Bir fincan var”.

Ardından kuşun yanına kasaba halkından sarı tavşan gelir. Yabancıyı yadırgayan tavşan da kuşla beraber şaşırır cevaba, koca bavulda bir tane fincan mı vardır yani? Tedirgin yabancı anlatmaya çalışır, “Evet ama bavulumda fincanımı koyacağım bir masa ile sandalye de var”.  Ardından onlara kasaba halkından kırmızı tilki de katılır. O, diğerlerinden de inançsızdır yabancının söylediklerine. “İmkânsız bu!” der. Yabancı devam eder sözlerine, hatta çayını demlediği mutfağı ile küçük kulübesinin, evinin bulunduğu uğultulu tepenin, uzaktan görünen denizin de bavulunun içinde olduğunu söyler. Öylesine yorgundur ki bunları söyledikten sonra kıvrılıp uyuyuverir.

Kasaba halkı, ne şekli ne rengi kendilerine benzeyen bu yabancının uyumasını fırsat bilip dedikoduya başlarlar. Hatta dedikoduyla da kalmazlar, ona güvenmedikleri, sözlerine inanmadıkları için bavulunu açmaya karar verirler. Bu karar tilkiden çıkmıştır ama kuş da tilkiye hak verir, yalnızca tavşan bunun doğru olmayacağını söyler. Ama işler hızla çığırından çıkar, bavul kırılarak açılır. Bavulda kırık bir fincan ile yabancının anlattığı haliyle evinin bir fotoğrafı vardır. Tilki, güvenmemekle ilgili fikrinde öylesine saplantılıdır ki bunları görmesine rağmen yabancının yalan söylediğini ispatladıklarını düşünür. Kuş, aslında pek de yalan olmadığını söylerken, tavşan karşı çıkmasına rağmen orada kalarak suça ortak olmaktan üzgündür.

Yabancı ise uykusunda yaşadığı diyardan kasabaya ulaşana dek yaşadığı zorlukları, atlattığı bâdireleri rüyasında yeniden yaşamaktadır. Uyandığındaysa bavulunu görür ve gözlerine inanamaz. Önce tilki yaptıkları için özür diler, ardından tavşan ve kuş eski evini getiremeyeceklerini ama beğenmesini umarak fotoğraftakine benzer bir kulübe yaptıklarını anlatırlar. Yabancı ilk kez kendini güvende hisseder, teşekkür eder. Sadece üç fincan daha eklenmesi gerektiğini söyler gülümseyerek.

Metinde yabancının kasabaya gelmesiyle yabancılık, kasaba halkının yeni gelene önyargıyla ve sorgulayıcı yaklaşması, bunun devamında şekli ve rengi farklı olduğu için yabancının ötekileştirilmesi, kasabalıların empatiden yoksun yaklaşımıyla sorgulamayı daha da zorlayıcı hale getirmesi, ilk fırsatta kişisel sınırları vahşice aşıp yabancının bavulunu kırmaları, bunu yaparken toplumdakilerin bir kısmının diğerlerinin ardından nasıl şuursuzca gidebildiği, şiddet ve zorbalık, vicdan ve pişmanlık, nihayetinde telafi çabası sadece altmış dört cümleyle anlatılmış. Fonda yabancının yaptığı yolculuğun zorluklarından bunun keyfî bir yer değiştirme olmadığını, hayati tehlikeler atlatarak göç etmek zorunda kaldığını da görüyoruz. Ülke değiştiren bir insandan,  okul değiştiren bir çocuğa kadar pek çok farklı yaştan okurun kendinden bir duyguyu hatırlayabileceği bir öykü bu.

Kitabın görsellerinden de ayrıca bahsetmek gerek. Sözcük ve cümlelerdeki seçicilik, çizim ve renklendirmede de kendini gösteriyor. Sadece metin değil, görseller de okurun gözüne sokmadan, yumuşak ve dokunaklı bir dil kullanarak anlatıyor hikâyeyi. Yabancının  rüzgârlı tepede bulunan evini anlattığı sahne tamamen geçmiş duygusunu yaşatan sepya tonlarıyla resmedilmiş. Kasabada geçen zaman beyaz zeminle anlatılırken, yabancının geçmişine dair olan bölümlerde yine sepyaya uygun sarı zemin kullanılmış. Geçmiş için sepya tonların kullanımı yabancının hikâyesini okur gözünde daha dokunaklı kılıyor.

Anlatıcının anlattığı kısımlar kitapların çoğunda olduğu gibi siyah renkle yazılmış. Ancak kitaptaki dört kahramanın konuşmalarının her biri kahramanın rengiyle yazılmış. Bu küçük renk oyunu kahramanların genellikle kafasının üstüne yerleştirilen konuşma metinlerinin bir tür konuşma balonu gibi olmasını sağlamış. Estetik olarak da yazı ile resim bu noktada çok uyumlu olmuş.

Kitabın son sayfasında yabancının yeni evindeki duvarında asılı iki fotoğrafla uğurluyor okurunu hikâyeden Ballesteros. İlki yabancının eski evinin önünde, masasında oturmuş, huzurla çayını içerken olan görüntüsü. İkincisi ise yeni evinin önünde, tilki, kuş ve tavşanla çay içerken olan görüntüsü. Okurunu hüznün kollarına attıktan sonra son sayfayı gülümseyerek kapattırıyor yazar bize. Ve bu son sayfadaki dostluk fotoğrafı Ahmet Kutsi Tecer’in mısralarını anımsatıyor bana:

Allahım, ne güzel şey bu dost yüzü!
İnsanın kalbine dolan bu bakış!
Ey çorak ruhlara veren bu süsü,
Ey gönül, sana alkış, alkış, alkış!
Gel dostum, yanıma otur, dizime
Koy sıcak başını. Konuşmayalım,
Bakışalım yalnız. Ama sen yine
Cevap ver: Sevdin mi beni bakalım?

Chris Naylor-Ballesteros’un yazdığı ve Melike Hendek’in güzel çevirisi ile okuduğumuz bu kitap Kate Greenaway Madalyası finalisti olmuş. Sanırım önümüzdeki yıllarda bolca ödülü olacaktır.