Bilge Sönmez
Elçin Gürler’in yazıp Muharrem Uğurlu’nun yönettiği, Endless Art Taksim’de sahnelenen “Mavi Müzikhol” oyunu üzerine Elçin Gürler ile bir söyleşi yaptık.
“Mavi Müzikhol” oyunu, iki kadın konsomatrisin pavyonda geçen yaşamını konu alıyor. Gül yıllardır Kırmızı Müzikhol’de çalışmaktadır, Bahar ise orada henüz yenidir. Sahnede iki kadının çatışmalarını, dostluklarını ve dayanışmasını izleriz. Öncelikle oyunun hikayesini sormak isterim. Yazarken nasıl bir çalışma yürüttünüz?
Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak; kadının var olma mücadelesinde bu çağda bir arpa boyu mesafe alamadığımızı fark etmek beni kendi gerçeğimle yüzleştirdi. Kodlarını Osmanlı’dan getiren ve aslında pek değiştiremeyen, erken Cumhuriyet’le eşitliğe giriş yapan ancak tüm feminist hareketlere rağmen bir türlü oldurulamayan “kadın” bu coğrafyada sadece görünürde eşit. Ne yazık ki bu çağda bedeni üzerindeki sömürü de her geçen gün artıyor. Çünkü erk tarafından baskı, yönetilme ve mimlenme her ne koşulda olursa olsun “kadın” üzerinden yapılıyor. Anlatmak istediğim meselede çıkış noktası kadının var olma yolculuğu idi. Bunun için başka bir mekân seçebilirdim. Çünkü yola çıkarken de iki kadının birey olma mücadelesini anlatmaktı gayem. Sonra kendi serüvenimde yaşadıklarım bir kadının en çok eğlence sektöründe sömürülmesi gerçeği ile yüzleştirdi beni. Kendim de dramatik bir yazar olarak, özünde eğlence sektörüne hizmet ediyorum. Ancak burası da tıpkı diğer alanlar gibi erkeklerin koyduğu kurallarla dönen bir mekanizma. Bu mekanizmada artık normalleştirdiğimiz şeyler var. Yani bu coğrafyada şaşırılacak çoğu şeyi biz artık normal kabul ediyoruz. Kadınları dinlemiyoruz, susuyoruz, susturuyoruz. Yaşadığım gerçekliği fark etmemle Türkiye’yi aslında pavyona sıkıştırmak istedim. Türkiye eğlence hayatını özellikle Cumhuriyet sonrası olarak ayrı alıp okudum, araştırdım. Ki eğlenme ritüelinde bir toplumun ana kodlarını bulmak çok kolay. Örneğin dün kanto olan, bugün Ankara misketle pavyona döndüren ne idi insanları? İşte bu sorular beni pavyonun içinde dilin kullanımının rahat ve o kültürde yadırganmamasını bulmaya itti. Gül ve Bahar’ı sahnede buluşturmadan önce hiç kullanmadığım sahnelerde konuşturdum. Ancak bu çalışmaların hiçbiri pavyonu tüm gerçekliği ile deneyimlemek kadar etkili olmadı. Çünkü şunu fark ettim ki oradaki kadın, erkek herkes bir simülasyonun içinde. Işıklar, renk, doku ve sıkışmışlık aynı ve kimse oradan çıkamıyor, çıkmak da istemiyor. Orası gelenler için dünyadan bir kaçış noktası, bir vaha! Biz de bu topraklarda yaşayanlar olarak zaten aynı simülasyonun bir parçasıyız. Pavyonun içinde veya dışında, yani simülasyonda gerçekliği yitirmiş durumdayız. İşte bu kadar her şeyi yitirirken ayakta kalmaya çalışmak, tıpkı Gül ve Bahar gibi, bizi biraz da olsa insan olabilme inancına getiriyor. Bu inanç da bu hikâyeyi yazdırıp, var edip sürmeye deva etmektedir.
Gül ile Bahar, içinde yaşadığımız erk-egemen toplumda çok da garip(!) karşılanmayacak sebeplerden dolayı pavyonda çalışmaya başlarlar ve yine erke hizmet için burada bulunurlar. Oyun boyunca gerçek bir “kadın olma” hikâyesi izleriz aslında. Bundan yola çıkarak, yazma sürecinde hikâyesinden esinlendiğiniz kadınlar oldu mu? Onlardan bahseder misiniz?
Var olmamalarına rağmen yaşıyor hissinin geçmesi gerçekten çok sevindirici. Bu oyuncuların rol kişisini -mış gibi yapmak yerine gerçekten Gül ve Bahar olabilmelerinin başarısı ile açıklanabilir. Oldukça gerçekçi bir reji ile sahnelenmesinin de. Bu iki farklı kadın ya da tek kadında bu zamana kadar beni var eden birçok yaşamış kadının izi var. Bunlar eğlence kültüründen kadınlar değil. Ancak var olma mücadelesini anlattığım için Gül ve Bahar’ın hikayesinin arka planında aslında Türk kadın hareketinde başı çeken kadınların parmak izleri var. Fatma Aliye’den, Nezihe Muhiddin’e, Suat Derviş’e, Duygu Asena’ya kadar erke rağmen ayakta kalmaya çalışan ve bazen çalışırken “deliren”, “delirtilen” güçlü isimlerin hikayeleri gizli. Zaten bu güçlü kadınlar olmasaydı ben de pavyondaki kadınların her şeye rağmen var olma mücadelesini anlatmaz ve bir kadın olarak bu mücadeleli toplumda her ne olursa olsun yazmaya, üretmeye devam etmezdim. Gül ve Bahar, gerçekte var olmayan kadınlar. Ama belki araştırmalarımda rastladığım kadınlardan biridir. Ya da onların acılarında hayallerinde ve çocuk kalan taraflarında kendi hikâyem de vardır.
Oyun ilerledikçe, Gül ile Bahar arasındaki konuşmalar derinleşir ve bir süre sonra birbirlerinin aynası hâline gelirler. Burada izleyici olarak ikisinin aynı kişi olduğunu, bir kadının genç ve yetişkin hâlini bir araya getirdiğinizi düşündüm. Hikâyeyi yazarken iki kadın ve onların hayat hikâyeleri arasında nasıl bir bağlantı yaratmak istediniz?
İki ya da tek kadın… Gül ve Bahar… Ne yaşarlarsa yaşasınlar ve sahnede ne kadar iki kişi olarak var olsalar da anlattıkları hikâyenin mimarı asla onlar değil. Geçmiş seçimlerini asla kendileri yapmadı. Yaşadıkları kaoslara aslında onlar sebep olmadı. Ve pavyonda buluşmalarının ya da sanrıları ile savaşmalarının gerçek sebebi de kendileri değil. Son yüzleşmelerine kadar hikayelerinin ana öznesi hep bir erkek. Hikâye boyunca iki kadın olmalarına rağmen aslında sahnede oldukça kalabalıklar. Her sahnede hafızalarında iz bırakan İbrahimler, Recailer, kel adamlar, kesik yüzler, kaytan bıyıklılar hikâyenin ne yazık ki ana kahramanı; figüran olan da Gül ve Bahar. Ne zaman ki birbirlerinden aldıkları güçle ipleri ellerine alıp figüran olmak yerine savaşan olmaya karar veriyorlar işte o zaman ve oyunun sonunda hikayeleri yeniden başlıyor. Salondan çıktığımızda bizim için onların mücadeleleri bu yüzden devam ediyor. O yüzden bu iki kişilik bir kadın oyunu değil. Çok kadrolu, bol hikâyeli bir ensemble oyun. Birbirlerini ayna olarak yansıttıkları da şey de ne yazık ki bu toplum.
Kadınların zil takıp oyun havaları oynadığı Kırmızı Müzikhol, oyunun sonunda aynı kadınların pole dansı yaptıkları Mavi Gece Kulübüne dönüşür. Kırmızı’dan mavi renge geçişte, kadınların hikâyesiyle renkler arasında bir ilişki kurdunuz mu? Nedir bu ilişki?
Erotizme bakış toplumdan topluma değişiklik gösterse de erotizmin dramada yansımasında renk hep aynıdır: kırmızı. İster Moulin Rouge olsun ister Bir Şehnaz Tango isterse bir Uzakdoğu draması… Bir şekilde fon ya da detaylardaki baskınlıkta hep kırmızı vardır. Kırmızı özünde önce kadın olmaya sonra da kadın üzerinden cinselliğe atıfta bulunulmuş ve hafızalarımıza şehvet olarak kodlanmış bir renktir. Rengin tüm insanlık tarihi boyunca oluşmuş mitini bozmak çok zor. Ama bu renk üzerinden kadının var olma mücadelesini metaforik olarak anlatmak bana oldukça dramatik geldi. Eğer ki gökyüzünü göremiyorlarsa gökyüzünü çıkamadıkları o Müzikhol’e, yani sıkıştıkları simülasyona getirirlerse bir kahraman olduklarının bilincine varıyorlar. Oyun boyunca da kullandığım tüm erotiklik ve giderek artan şehvet duygusunun sebebinin toplumun yerleşik bilinçaltı hafızasını ortaya koymak için bilinçli bir tercih olduğunu söyleyebilirim. Bir noktada seyircinin zaten bildiği ama yine de ötelediği erkek baskın fantezi dünyası sahnede 2 kadın olsa da oyunun her noktasında var. İster zil ister pole olsun bir kadın kendi seçimi ve kendi sanat gücüyle onu kullanıyorsa o zaman o onun seçimidir ve sanattır. Ama baskı ile yapılansa pornografidir. Ve ne yazık ki kafamızı çevirdiğimiz her yerde başta şiddet olmak üzere pornografi var. Bu çağ zaten bunun üzerine kurulu. İşte o yüzden oyundan bir replik beni de rahatlatıyor, “İnsan gökyüzüne bakınca bir garip oluyor. Hem daha iyi şeyleri hayal ediyorsun. Hem de hepimiz altındayız işte, hepimiz ufacığız. Hepimiz de bir süre sonra puf… Gökyüzüne ulaşacağız.” Gökyüzü bakmasını bilenler için hep çok güzel.
Oyun, sahne dışında başlayarak gerilimde bir kesintiye uğramadan tiyatro sahnesine taşınıyor. Ayrıca oyun renklerin ve seslerin birbirine girdiği pavyon ortamında geçmesine rağmen izleyici, oldukça sade bir dekorla bile hikâyeyi içselleştiriyor. Oyuncuların da duyguları yansıtmada -özellikle şiddetli ve gerilimli sahnelerde- başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Prova sürecinde yönetmen ve oyuncularla çalışmalarınız nasıl ilerledi?
Herkes için çok farklı tanımları olsa da benim için çağdaş tiyatro, yaşayan bir metin ve gerçek oyunculuklardır. Oyunun finalinde aslında oyunun devamı seyircinin hafızalarında yaşamaya devam ediyor. O seyirciden başka kişilere akıyor. Başka yansımaları oluyor. Sonra onlara dokunanlar tekrar salona geliyor. Oyuncu da o enerjiden aldığı güçle her seferinde bir şaman gibi aynı hikâyeyi başka bir heyecanla aktarmaya devam ediyor. Ve tiyatronun başlangıcında ateşin başındaki neandertalin başlattığı ritüeli, modern homo-sapiens de böyle devam ettiriyor. Bu yüzden insanlık tarihi devam ettiği sürece tiyatro şekil değiştirecek ama devam edecek. Oyunumuzun yönetmeni Muharrem Uğurlu Endless Art Taksim’in ilk oyunu olarak Mavi Müzikhol’ü sahneye koymaya karar verdiğinde gerçekten bu ritüeli sahiplenecek oyuncuların olmasını istedi. Ve aramak yerine bir seçme ile adeta ateşin başındaki şaman gibi onları Mavi Müzikhol’deki kadınların yolculuğuna davet etti. Gülşah Yavuz ve İpek Yorulmaz da Gül ve Bahar’ı üzerlerine giydiler. Sahnenin ruhuna yakışır bir şekilde oyunu seyircilerin arasında başlatmak tamamen rejinin fikri. Gerçekten yazdığım hikâyedeki kurulum da bu açık biçim başlangıca uygundu. Seyirci ilk başta gerçekten pavyona gelmiş gibi düşünüyor, sonuna kadar erotik ve derdi kadının bacak arasında olan şarkıların ortasında kendini raksa bırakıyor. Sonrasında çığlıklarla hikâyenin başlangıcına dahil oluyoruz. Tüm prova sürecinde oyunda bir dramaturg kullanmayı yönetmenimiz tercih etmediği için ben de provalara dâhil oldum. Bazı sahneleri kestik, bazı sahneleri oyuncuların yorumlamalarına göre tekrar ele adım. Burada her zaman istenilmeyen, yaşayan yazarın aslında yönetmenle ve ekiple olan uyumlu çalışması var. Oyuna emek veren herkes gerçekçi bir sahicilikle bu kadınların hikayesine ortak oldular. Tiyatro gerçek manada bir ekip işi. Eğer ki prova sürecinde herkesin ortak derdi kadın meselesi olmasa şu an Mavi Müzikhol’ü konuşuyor olmazdık. Bu da yaptığımız işin sahiciliğini gösteriyor. Bu yüzden bu oyunu var eden Endless Art Taksim’e, oyunda emeği geçen oyunculara, yönetmenimize, teknik ekibe ve idari direktörümüz Başak İlhan’a çok teşekkür ederim.
Yazan: Elçin Gürler
Yöneten: Muharrem Uğurlu
Oyuncular: Gülşah Yavuz & İpek Yorulmaz
Yönetmen Yardımcıları: Pelin Koçak & Serap Üsküplü
Işık Tasarım: İlker Togay
Reji Asistanı: Öznur Ay Bolat
Koreografi: Serap Üsküplü
İdari Koordinatör: Başak İlhan
Sahne Direktörü: Metecan Enderer
Afiş Tasarımı: Müjgan Sıkkaş
Oyunu 2-10-22 Aralık tarihlerinde Endless Art Taksim’de izleyebilirsiniz.