
Sibel Ağlamaz
Bu yazıda deliliğin tarihsel serüvenini yalnızca tıbbi bir mesele olarak değil, modern toplumun normlarını inşa eden bir iktidar aracı olarak kullanılmasından bahsedeceğiz. Konuya, Avrupa’daki o meşhur zihinsel ve toplumsal dönüşümle başlayalım:
14. yüzyıldan itibaren, Rönesans ve Aydınlanma gibi akımlar1 ile insan evrenin merkezine oturmaya, birey kendini toplum dışında ifade etmeye, şehirler büyümeye, sınıflar karışmaya, mülkiyet ticaret ile daha bir anlamlı olmaya başladı. Düşünen düşünmeyen tüm delilere cehennemi yaşatan Katolik Kilise’nin öneminin azalmasıyla birlikte, insan aklı daha fazla ön plana çıktı. Bu durum, aklı referans alan grupların ya da Protestan grupların, Kilise’nin bıraktığı boşluğu doldurup sınır koyma gücünü ele geçirmesine vesile oldu. Böylece, dönemin iktidardaki bu “aydınlanmış” güçleri, toplumda kimin “normal” kabul edileceğine ve kimin kaderinin “deli” olarak şekilleneceğine karar verme yetkisini de ellerine aldılar.
Artık yepyeni bir tiyatro sahnesi kuruluyor ve Batı Avrupa’da sınırlar ve roller adeta yeniden dağıtılıyordu. Ümmetten bireye geçişte, insan artık pragmatik bir tüccar ya da düşünce insanına dönüşmeliydi. Devletin mülkiyet haklarını koruması karşısında önünü iliklemeli ve sınırları çizilmiş evlerinde önerilen aile ve sosyal rolleri oynamalıydı.
Bu dönüşümle birlikte, şehirlerin güvenli ve modern hale gelmesi, sokakların ise başıboş delilerden ve kitlesel korku şovlarından temizlenmesi gerekti. Çünkü artık köyler, onların ağaları ve eski düzen normları değil; şehirler, onun burjuvaları ve yeni ekonomik düzeninin çiçeği burnunda sınırları modaydı artık. Toplumun yeni bir düzen ve güvenlik aradığı bu yıllarda, kimse bu değişim kaosunun içinde dışlanmak istemiyordu. Dönemin egemen güçleri, her zaman olduğu gibi bu konuda da topluma yol gösterdi. Yeni sosyal ve ekonomik roller, gerek roman, tiyatro, gazete gibi yazılı ve sözlü iletişim araçlarıyla, gerekse dönemin eğitim ve sosyal politikalarıyla kendine rol ve sınır arayan kitlelere aktarıldı.
Örneğin, Prusya Eğitim Sistemi gibi reformlarla, zorunlu eğitim ve müfredata devlet kontrolünü getirilirken; çocuklar, çalışkan ve seküler ve akıl odaklı değerlere saygılı birey olarak yetiştirilmek üzere belirli kurumlara emanet edildi. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) veya Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789) ile vatandaşın genel hak sınırları çizilirken, kim suçlu, kim özgür, kim haklı, kim sınırları geçiyor’un çizgileri çizildi. Voltraire Candide (1759) ya da Richardson Pamela (1740) gibi kitaplar yazarak, ideal bireyin “normal” olması gereken sosyal hayatını anlatmaya çabaladı.
Kültür, siyaset ve ekonomi politikalarıyla, az çok sınırları çizilen normal’in ardından, bu çizgilerin dışındakilere ne yapılmasına karar vermek gerekiyordu. Haliyle ilk adım zindanların ve işkence yöntemlerinin formatını değiştirmek, tabiri caizse deliliğin cezasını modernleştirmek oldu. Delilerin yeri başıboş sokaklar, küf kokan işkence dolu zindanlar ya da cayır cayır yanan meydanlar değildi artık. Şahsına münhasır bu zümre, artık tımarhane2 ve akıl hastanelerinde misafir edilecekti. Sokaklardan ya da karanlık zindanlardan “toplatılan” bu muhteremler, bilimin suyu hürmetine, penceresi olan “evcimen” yerlere yerleştirilecekti.

Çok Şükür Ölmedim, Hastanedeyim
Modern çağın toplumsal sahnesinde roller yeniden tanımlanırken, kulisler de gözden kaçmadı. Tıpkı tiyatrolarda görünmeyen arka planın oyunu taşıması gibi, akıl hastaneleri de modern toplumun görünmeyen düzenleyici gücüne dönüştü. Bu kurumlar yalnızca deliliği “tedavi etmek” için değil, aynı zamanda normdan sapan bireyleri sahnenin dışına almak için inşa edildi.
Bilimin Tanrı’yı tahtından indirmeye çalıştığı bu yüzyıllarda, insan zihni de doğa gibi analiz edilebilir, ölçülebilir ve nihayetinde düzeltilebilir kabul edilmeye başlandı. Artık deliler, mistik ya da dini bir “öteki” olarak değil, “biz” denilen akıl ve irfan topluluğuna kazandırılması gereken eksik bireyler olarak görülüyordu. Akıl hastaneleri ise deliliğin artık sosyal ve tıbbi bir sorun olarak ele alındığı yerlerdi. Deliliğin artık “yakılması” değil “düzeltilmesi” gereken bir durum olarak tanımlanması, ilk bakışta insancıl bir ilerleme gibi görülebilir. Ancak bu yeni anlayış, bireyin yalnızca sağlığını değil, topluma uyumunu da hedefliyordu. Bir birey sessizse, üretkense, toplumsal role uygunsa “iyileşmiş” sayılıyordu.
Örneğin 19. yüzyılın sonlarında Paris’teki Salpêtrière Hastanesi, kadınların histerik davranışlarını incelemek için adeta bir gösteri sahnesine dönüşmüştü. Doktorlar, “akıl hastası” kadınları öğrencilere canlı teşhirle sunuyordu. Tımarhane, burada tam anlamıyla bir modern sirke dönüştü.
Michel Foucault, Deliliğin Tarihi adlı eserinde, akıl hastanelerini yalnızca tıbbi kurumlar değil, aynı zamanda iktidarın normları yeniden ürettiği modern denetim araçları olarak görür. Tımarhaneler, bireyin “normal” sayılması için hangi sınırdan geçmesi gerektiğine karar veren, görünmeyen bir mahkeme gibi işliyordu.
Neticede, yüzyıllar boyunca toplumun sınırlarını tanımlayan “deliler”, artık birer korku nesnesi değil; deneysel nesnelere dönüştürüldü. Adeta modern bir sirkin özneleri hâline geldiler: incelenen, sınıflandırılan, gözlemlenen varlıklara… Akıl hastaneleri yalnızca bireyleri “tedavi” etmiyor; toplumun sınırlarını da yeniden inşa ediyordu.
Kim “içeride”, kim “dışarıda” olacaktı? Kimler “akıllı” sayılacak, kimler susturulacaktı?

Erving Goffman, akıl hastaneleri gibi kurumları bireyin kimliğini tamamen elinden alan, onu baştan sona yeniden biçimlendiren yapılar olarak tanımlar. Bu kurumlar yalnızca tıbbi değil; aynı zamanda ideolojik işlevler de üstlenmişti. Dış dünya, akıl ve rasyonalite ekseninde kurumsallaşırken, halk kitleler halinde şekilleniyor; hem resmî yapılar hem de kültürel araçlar aracılığıyla daha kolay yönlendirilebilir hâle geliyordu.
Terbiye Edici Aygıt Olarak Delilik
Deliliği bile “normalleştirmeyi” başaran bir bilim, akıl sahipleri üzerinde kim bilir neler yapmazdı? Bu durum, aklın mutlak otoritesine inanan modern insan için hem bir övünç vesilesi hem de tehditkâr bir uyarıydı. Tımarhaneler zamanla, yalnızca ruhsal rahatsızlık yaşayanları değil; toplumsal normlara uymayanları da içine almaya başladı. Zira deliliğin dahi iktidar ve bilim işbirliğiyle ehlileştirilebilmesi, topluma açık bir mesaj veriyordu:
“Sınırı aşma.”
Ama sınırı aşanlar vardı. Hep olacaktı.
Örneğin Fransız aristokrat Marquis de Sade, özgürlükçü yazıları ve cinselliğe dair “alışılmadık” bakış açıları nedeniyle toplum için tehlikeli ilan edildi ve tımarhaneye kapatıldı. 20. yüzyılın başlarında, Amerika Birleşik Devletleri’nde binlerce kadın yalnızca “itaatsiz” ya da “arzulu” oldukları gerekçesiyle psikiyatrik kurumlara gönderildi. Sovyetler Birliği’nde ise rejime muhalif olanlar, siyasi görüşleri nedeniyle “paranoyak” ilan edilerek akıl hastanelerine kapatıldı.
Bu örnekler, psikiyatriye dair radikal eleştirileriyle tanınan Thomas Szasz’ın sözlerine yeni bir anlam kazandırır. Szasz’a göre modern psikiyatri, bir bilimden ziyade toplumsal normların kolluk gücüne dönüşmüştür. Artık tımarhaneler yalnızca deliliği değil; itaatsizliği, kadın cinselliğini, tembelliği ve sıra dışılığı da içine alan bir norm dışılıklar arşivine dönüşmüştür. Toplumun tahammül edemediği her şey, bu duvarların ardında toplanır.
“Normalleştirme” adı altında yapılanlar, normun sınırlarını genişletmekten çok, daraltmaya hizmet eder. Böylece toplum görünmez bir çizgiyle ikiye ayrılır: içeridekiler ve dışarıdakiler. Ve bu ayrım yalnızca ruh sağlığıyla değil; itaat, üretkenlik ve uyum gibi ölçütlerle de belirlenir.
Modern birey artık yalnızca “delirmemek” için değil; sürekli olarak “normal” kalmak için çabalamak zorundadır. Zamanla akıl hastaneleri, yalnızca psikolojik rahatsızlıkları değil; kaosu, verimsizliği, sistemin dışında kalmayı da hedef alan dışlama araçlarına dönüştü. Bir erkek, karısını yalnızca “rahatsız edici” ya da “uygunsuz” bulduğu için akıl hastanesine kapatabiliyordu. Böylece bu kurumlar, yalnızca deliliği değil; toplumun bastırdığı arzuları, tehdit algılarını ve norm dışı olan her şeyi içine hapsetmeye başladı.
Modern Akıl Çağında Anomali Avı
Tarih boyunca delilik, kimi zaman bir suç, kimi zaman bir lanet, kimi zaman ise bir devrimin kıvılcımı olarak görüldü. Orta Çağ’da şeytanla ilişkilendirildi, Rönesans’ta dışlandı, modern çağda ise sınıflandırıldı, etiketlendi, “tedavi” edildi. Ancak belki de en dikkat çekici dönüşümünü, bilimle iktidarın el ele verdiği modern dönemde, Rasyonel Düzen’in krizinde yaşadı. Artık delilik, sadece kişisel bir kırılma değil; toplumu terbiye etmenin bir aracı, bireyi sınırlamanın görünmez yöntemi haline geldi.
19. yüzyılın sonlarından itibaren Aydınlanma’nın rasyonalist mirasını sarsan büyük toplumsal ve siyasal dönüşümler yaşandı: sömürgecilik yarışları, dünya savaşları, imparatorlukların çöküşü, devrimler, faşist rejimlerin yükselişi… Tüm bu gelişmeler, Batı toplumlarında derin bir belirsizlik ve kolektif huzursuzluk yarattı. Toplumdaki kaosu sakinleştirecek yeni kavramlar, tanımlar ve sınırlar gerekliydi.
İşte bir sonraki yazıda, bu “yeni normal”in nasıl inşa edildiğini; öjenik ideolojilerden sosyal Darwinizm’e, bilimsel meşruiyet kılıfı altında yürütülen dışlayıcı politikalardan psikologlara, DSM el kitaplarına ve günümüzde yaygınlaşan “farkındalık” gibi yumuşak denetim araçlarına kadar, farklı olanın nasıl sistemli biçimde yok edilmeye çalışıldığını daha yakından inceleyeceğiz.
Dipnotlar
- Rönesans (Yeniden Doğuş), 14. yüzyılın sonlarına doğru İtalya’da ortaya çıkan bir düşünce akımıdır. Orta Çağ Avrupa’sının karanlık, dogmatik ve kaotik atmosferinden, Antik Yunan ve Roma kültürlerine yönelerek bireysel yaratıcılığı ve insan potansiyelini yüceltmeyi amaçlamıştır. Bu dönemde toplumsal normları zorlayarak yeni bir çağ başlatmaya çalışan dönemin etkili ‘delileri’ arasında Leonardo da Vinci, Michelangelo, Erasmus, Petrarca ve Machiavelli gibi isimler öne çıkar.
Aydınlanma Dönemi ise, Rönesans’ın da etkisiyle ortaya çıkan ve 17. yüzyılda Avrupa’da, özellikle Fransa, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde doğan bir düşünsel harekettir. Bu dönemde akıl, bilimsel yöntem, rasyonel düşünce ve bireysel haklar ön planda alındı. Aydınlanma düşünürleri, dogmatizme ve mutlakiyetçi yönetimlere karşı çıkarak bilimsel ilerlemeyi ve toplumsal reformları savundular. ↩︎ - “Tımar”, Arapça’da “bakım” anlamına gelir. Rivayete göre, atları tımarlayan yani ona bakan kişiler, temas anında artan oksitosinden midir bilinmez, zamanla sakinleştiklerini fark edince, deliler de şifa bul-sun ve sakinleşsin diye, önce buralara gönderilmiş. Zamanla işin atlarla bağı kesilmiş; tımarhane (bakım evi) ayrı bir kurum olarak Osmanlı döneminde akıl hastalarının toplumsal dışlanmasını önlemek için tedavi edildiği yere dönüşmüştür. Başka bir deyişle, atlara tımar yapan deliler temir yani anormallik konusunda etkisiz hale gelmiş, bir tür antidepresan hapı alarak Kürtçe ifadeyle nerm yani yumuşak, uysal hale gelerek tamir olmuş oluyordu. Yine de insanlar meditasyon alayım diye tımarhaneye gitmez, tımarhanelik olur ve bu dört duvar içine kapatılırdı. Latince “hospes” (misafir) kökeninden türeyen akıl hastanesi ise, 19. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan ve akıl hastalarının profesyonel sağlık ve tedavi hizmeti aldığı kurumun adıdır. ↩︎
İlk yorum yapan olun