“Zamanlar Arası” Sergisi Üstüne Söyleşi

Elif Hopyar

Decollage Art Space, Serap Atala küratörlüğünde, “Zamanlar Arası” sergisinde Léopold Levy odağında farklı kuşaklardan sanatçıların soyut, figüratif, heykel, peyzaj gibi işlerine ev sahipliği yapıyor. Paris Ekolünden günümüz çağdaş sanatçılarına, usta-çırak İlişkilerinin yansımasına dek uzanan sergide Abidin Dino, Adnan Varınca, Ali Çağdaş, Cihat Aral, Haşim Nur Gürel, Selim Turan, Mübin Orhon, Nejat Melih Devrim, Selim Turan, Naile Akıncı, Léopold Levy, Yusuf Katipoğlu, Devrim Erbil, Atilla Atala, Yalçın Gökçebağ, Mahmut Karatoprak, Mehnet Pesen, Mustafa Pilevneli, Mustafa Aslıer, Resul Aytemür, Cihat Burak, Süleyman Saim Tekcan, Şadan Bezeyiş’in yapıtları sanatseverlerle buluşuyor. Üç yıldır Anadolu Yakası’nda sanatın tüm dallarına alan açan Decollage Art’ta gerçekleşen “Zamanlar Arası”na dair serginin küratörü Serap Atala, sanatçılar Yalçın Gökçebağ, Resul Aytemür, Mahmut Karatoprak ile konuştuk.

Decollage Art Space’in açılış sergisi Le Voyage’ın ardından, yine bir karma serginin küratörlüğünü üstleniyorsunuz. “Zamanlar Arası” sergisi hangi kavramsal temele dayanıyor, bu seçki nasıl oluştu?

Serap Atala: 2022 Yılında Decollage Art Space’teki danışmanlığını yaptığım “La Voyage” isimli karma sergide yola çıkışım, modern Türk resminin usta sanatçıları ve modernizmdi. Bu sergide çıkış noktam yine modernizm.

Lêopold Levy’nin Büyükada’da çizdiği resim, serginin odak noktasını oluşturuyor.  Bu resim ve Levy’nin sanat tarihi bağlamında önemi nedir?

Serap Atala: Leopold Levi’nin sergide bulunan 2 resminden biri olan bahsettiğiniz resim eşinin portresinin de bulunduğu nadir resimlerindendir. Resimdeki lirik anlatımda bu duygusal bağın da etkili olduğunu düşünüyorum. Bu resim özelinden değil de Leopold Levi’nin eğitmenliği konusunda şunları söyleyebilirim; öğrencilerine özgün olmaları gerektiği, kişilikli eserler üretmeleri konusunda yol göstermiştir. Türkiye’den Paris’e giden sanatçılara destek olmuştur.

Serginin bir diğer dikkat çeken yanı hoca ve talebelerinin yan yana yer alışı. Örneğin, Levy demişken, serginin önemli sanatçılarından Naile Akıncı… Eyüp peyzajlarıyla kentin hafızası açısından da öneme sahip Naile Akıncı da Levy’nin talebesiydi. Başka örnekler var mı sergide, değinebilir misiniz?

Serap Atala: Sergide Levy’nin Naile Akıncı’dan başka Adnan Varınca, Nejat Devrim ve Selim Turan gibi öğrencilerinin resmi de bulunmaktadır. Ayrıca sergideki eğitmen öğrenci ilişkisi şöyledir; Mahmut Karatoprak Mustafa Aslıer’in; Mehmet Pesen, Devrim Erbil ve Yusuf Katipoğlu Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun; Cihat Aral ve Resul Aytemur Neşet Günal’ın; Atilla Atala Devrim Erbil’in öğrencisi olmuştur.

Paris Ekolü sanatçıları da, Le Voyage’ da olduğu gibi önemli yere sahip. Mübin Orhon, Adnan Varınca, Abidin Dino… Türk resim sanatına büyük katkısı olan bu ekolden sanatçılar, pek rastlamadığımız işleriyle yer alıyorlar. Küratöryel süreçten bahseder misiniz?
Abidin Dino’nun Mavi Piramit’i, Mübin Orhon’un eşsiz yapıtları… İnsan her gördüğünde hayran oluyor.

Serap Atala: Paris ekolü sanatçıları sanat tarihimizde önemli yer tutmaktadır. Bu dönem ve sanatçıları özellikle benim ilgi odağımdadır. Bu nedenle seçkiyi yaparken farklı koleksiyonlarda yer alan eserleri bir araya getirdim. Sergide özellikle sanatçıların performansı yüksek, koleksiyon değeri olan eserleri sanatseverlerle paylaşmaktan mutluluk duydum.

Selim Turan, sergide mistik unsurlara sahip müthiş heykel işiyle yer alıyor. Paris ekolünün önemli sanatçılarından Selim Turan bu çalışmasıyla ışık saçıyor. Serginin merkezinde yer alan bu iş hakkında neler söylemek istersiniz?

Serap Atala: Selim Turan’ın çok az sergilenen heykellerindeki figürler, soyut bir anlatıma yaklaşır. Kendi anlattığına göre bu eserlerinin esin kaynağı bir müzede gördüğü Kolomb öncesi Peru büyücülerinin yaptığı 5 cm’yi geçmeyen mobil heykellerdir. Bu heykellerindeki figürler dansöz, cambaz, Mevlevi gibi figürlerdi. Selim Turan kendi sanat üretimini bir oyun gibi görüyordu. Yine bu mobil heykellerini telleri, yumuşak metal parçalarını, eski su şişelerinin ince kapaklarını ve bunun gibi atık malzemeyi oyun oynar gibi ellerinin arasında şekillendirerek yapardı. Türk heykel sanatında benzer örnekleri olmayan mobil heykelleri, metal bir çubuk üzerinde dengede durup, ancak dokunulduğunda dönmeleri bakımından Calder’in eklem noktaları sayesinde hareket ederek değişen metal mobillerinden farklılık göstermektedir. Bu özel heykelin seçkide yer alması izleyenleri heyecanlandırmaktadır.

Sizin sanat anlayışınızda figür neden önemli? Bir röportajınızda hâlâ desen çalıştığınızı söylemiştiniz. 20. yüzyılın önemli kuramcılarından, ressam Paul Klee de eskize önemli yer verirdi. Desen sizin için neden önemli?

Resul Aytemür: Her şeyden önce kafamda bir konu oluştururum. Bu konuda hangi ressam ne yapmış diye bakar araştırırım. Hazırlık aşamasında yapacağım resmi kafamda oluştururum. Sonra resmin içinde yer alacak figürleri ya da her ne ise desenlerini çizerim. Sonra bu desenleri bir araya getiren kompozisyonu çizerim. Desen derken en azından 20-30 tane hatta bazen 50 tane desen çizdiğim olur. Sonra icrası kalır. Zaten resmi kafamda rengiyle, kompozisyon ile bitirdiğim için bu aşamadan sonra resmin icrası benim için çok kolay oluyor. Ben resimlerimle duygusal bir ilişki kursam da resimlerimin matematiği vardır. Matematik derken, resmin kompozisyonunu, renk armonisini kastediyorum. Genellikle üçgen kompozisyonlar kurmaya çalışırım ve canlı renkler kullanırım. Mesela 2010’da yaptığım 1 Mayıs resmini anlatayım: O günü Taksim’de yaşadım, orada bulundum, gözlem yaptım, araştırdım ve fotoğraflarla belgeledim. Bu aşamadan sonra eskizler ve desenler çizdim. Sonra da o atmosferin duygusuna uygun kompozisyonlarımı oluşturup renkleri belirledim ve resmi yaptım. O yılki 1 Mayıs’ta hiç olay çıkmadı, coşku ve heyecan vardı. Yaptığım resme baktığınızda o coşku ve heyecanı göreceksiniz. Resim akıl ve kalbin ortaklığı ile oluyor. Birinden biri eksik olsa resim olmaz.

Atölyeniz Beyoğlu Tokatlıyan Han’da. Beyoğlu’nun kalbinde yaşayan bir sanatçı olarak, Beyoğlu size nasıl ilham veriyor?

Resul Aytemür: Ben Beyoğlu’na gelip atölyemi kurduktan sonra, tam 26 senedir Balo Sokak’ta çiziyorum. Atölyemde devamlı model çalışmaları yaparım, resimlerimde model kullanırım; mesela ben Balo Sokak’a geldiğim zaman hemen yan binamızda randevu evinin olduğunu gördüm. Atölyedeki ilk resmimi, kendi atölyemin de randevu evi olduğunu düşünerek yaptım. Sokakta çalışan kadınların hayatlarını, duruşlarını anlatan bol desen ve resimler yaptım. Son zamanlarda Beyoğlu’ndaki müzisyenleri ve Arap göçmenleri eleştirel olarak resimlerime konu ediyorum, bütün bu resimlerimi desen ve yorumlayarak atölyemde çalışmaya devam ediyorum.

Köy Enstitülü bir sanatçı olarak, aldığınız eğitiminizin sanat pratiğinize katkısından bahseder misiniz?

Yalçın Gökçebağ: Köy Enstitülü olmanın en büyük yararı, çok erken zamanda resimle karşılaşmış olmamdır. Çünkü 1958 yılında Isparta Gönen Köy Enstitüsü ya da İlköğretmen Okulu orta kısmından İstanbul Çapa Resim Semineri’ne gitmiş olmam bu mesleğe başlamam açısından benim için çok önemlidir. Orada İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi hocalarından ders alma imkânı buldum. Örneğin İlhami Demirci, Malik Aksel. Oraya benim gibi Anadolu’dan gelen dokuz arkadaş daha vardı. Şunu demek istiyorum; daha önce bir tek akademi olduğu için Anadolu’dan yeterli katılım olamıyordu. Ama bizlerle beraber Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden gelen sanatçı adayları okulu bitirdikten sonra Anadolu’ya tayin oluyorlardı. Bu şekilde resim sanatı Anadolu’ya az da olsa katılmış oluyordu.

TRT ekolünden geliyorsunuz; kameramanlığın resim hayatınıza yansıması nedir?

⁠Yalçın Gökçebağ: 1968-1970 tarihleri arasında askerliğimi yaptıktan sonra resim yapıp sanatımı icra etmek istedim. Fakat o yıllarda resmin esamesi bile okunmuyordu. Yani ne alan ne satan ne de duvarına resim asan, sanatla ilgili hiçbir ortam yoktu. Elbette benim için bu ortamda çalışmanın maddi getirisi olmayacaktı. Dolayısıyla resim de yapamayacaktım. Ne zaman ki TRT kameramanlık sınavı açtı ve ben girdim, o zaman bir devlet memuru olarak resim yapabilecektim. Biz kameraman olarak televizyonun haber ve program çekimlerini yürütüyorduk. Ben kameramanlığı çok sevdim çünkü çok seyahat edebiliyordum. Bir sürü insanla tanışıyordum. En önemlisi de Anadolu’yu adım adım dolaşıyordum. Gezdiğim yerleri bir ressam gözüyle gördüğüm için her çekimden hafızama görüntüler biriktirdim. Eğer karşınızdaki bir manzaraya bakar, onun ne kadar güzel olduğunu fark edip bir de fotoğrafını çekerseniz o manzaranın sizin hafızanızda kalma süresi daha uzun oluyor. Nitekim her film çekiminden sonra eve döndüğümde iki metrekarelik atölyemde beynimde nakşolmuş görüntüleri tuvale aktararak çok değişik resimler ortaya çıkardım. İşte kameramanlığımın bana olan en büyük etkisi buydu. Bir resmin sanat eseri olması için iki önemli unsur vardır: orijinalite, yani tek olması ve bütünlük kavramına sahip olması. Resimlerimin orijinal olmasından dolayı çok büyük avantaj elde ettim. Resimlerimi hâlâ kameraman gözüyle yaptığım da bir gerçektir.

Mahmut Hocam, Erciyes Üniversitesi GSF’de uzun yıllardır ders veriyorsunuz. Memleketinize dönme fikri nasıl gelişti ve Erciyes size nasıl ilham veriyor?

Mahmut Karatoprak: Uzun yıllar çocukluk anılarımın geçtiği Kayseri’den ayrı ve uzak bir hayatım oldu. Fakat bu ayrılık süresince bağlarım hiç kopmadı. Kayseri’deki yaşanmışlıklarım boyunca sanata olan tutkum için İstanbul’da olmam gerekiyordu. Hayatımın 30 yıldan fazlası çeşitli aralıklarla yurtdışı ve İstanbul’da geçti. Bu şehrin yorgunluğu ve itiş kakışından sıyrılıp biraz nefes almak istedim. Aslında bu, İstanbul’dan üç beş aylık ayrılış olacaktı. Ancak memleketimde umduğumdan daha rahat, sakin ve dingin bir ortam olduğunu gördüm. Tam da istediğim bir durumdu bu. Kısa süreli olarak planladığım hikâye, üniversiteden aldığım teklifle uzamaya başladı. Bu süreçte eski dostlarım ve akademideki yeni arkadaşlarım burayı daha da yaşanılır kıldı. Kayseri’nin sükûnet dolu ruhunun bende ve yaptığım işlerde hep var olduğunu fark ettiğim an, burada olmanın doğru bir karar olduğuna tamamen kanaat getirdim.

Yapıtlarınızda, özellikle son yıllarda figüratif olarak kadın ikonik figürleri teması öne çıkıyor. Ancak bu kadınların ortak noktası, yüzlerindeki ifadesizlik, muğlak bir görünüm, suskun olmaları. Sessiz bir çığlık misali, işlerinizde kadını neden böyle betimliyorsunuz?

Mahmut Karatoprak: Haliyle bu ortamımdaki huzur resimlerime yansıdı. Resimlerimdeki kadın teması çok uzun yıllara dayanır. Figüratif resim yaparken insanların bedenlerinden daha çok ruh hallerini irdelemeyi severim. Hayat biçimleri içinden bulundukları durumların yüzlerine yansımasını daha çok önemserim ve bu benim özgür ve sükûnet dolu kadınlarımın hallerine çok yansır. Zaman içerisinde kendilerine ait görsel detaylarını biriktirip bir bezeme şeklinde bedenlerine kattım. Kısacası kadınların sessiz sakin, bir o kadar da dolu dolu yaşanmışlıklarını aktarmayı ve onları göz ardı edilmiş detayları ile birlikte resmetmeyi hep önemsedim. Bedenlerine yapışan detaylarıyla resmetmekten de keyif aldım.