.

Başak Daşman: “Güncel olandan, yaşadığım şehirden, etrafımdaki insanlardan, çağın kaygılarından besleniyorum.”

Abdullah Ezik, Başak Daşman ile yeni öykü kitabı Gördüm Çiçeği üzerine konuştu.

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

2017’de yayımlanan ilk öykü kitabınız Kırk Evin Delisi’nden 5 yıl sonra Gördüm Çiçeği ile yeniden okurlarla buluştunuz. Öncelikle bu 5 yıllık suskunluk nasıl geçti?

Ne istediğimi, yürümek istediğim yolun nasıl bir yer olduğunu keşfetmek anlamında önemli bir beş yıldı. Keyif alarak ve hayatın içine biraz daha yerleştiğimi hissederek geçirdim temelde. Bunun içinde pandemi sürecinin getirdiği zorlu zamanlar da vardı bir de. Son iki yıl bizi toplu olarak öyle yıprattı ki, iyi olan şeyleri göz ardı etmek kolay ancak yapmamaya çalışıyorum.

Biyografinizde oldukça çarpıcı bir cümle var: “1989 yılında, bir akşam annesi bakakala ekmek almaya gönderdiğinde, az önce son sayfasını okuduğu Spartaküs’ün ve saçlarının arasından esip geçen rüzgârın etkisiyle dünyayı değiştirebileceğine inandı.” Peki sizin için yazmak, dünyayı değiştirme arzusunun bir karşılığı mıdır? Yazma arzusunu nasıl tanımlarsınız?

Yaşamın kendisi için büyük sözler edebilirim, hatta huyum bile sayılır ancak ürettiğim herhangi bir ürün için bunu diyemem sanıyorum. Ancak dünyayı değiştirmek önce kendinden başlıyorsa ve oradan büyüyüp genişliyorsa evet olabilir o halde. Birilerine yalnız olmadığını hissettiriyorsa mesela ya da ihtiyacı olan bir soruyu sormasını sağlıyorsa yazdığım herhangi bir şey, evet, değiştiriyordur. Yazmak arzum sanırım, yalnız olmadığımı hissetmek için.

Başak Daşman

Tercih ettiğiniz anlatıcılar ve anlatma biçiminiz, Gördüm Çiçeği’ne biçim veren ve bütün kitaba bütünlük veren bir unsur. Sürekli kendi kendine konuşan, sorular soran/sorduran bu anlatıcının üzerine ayrıca konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Gördüm Çiçeği’ndeki anlatıcı/lar neden sürekli sorular sorar?

Nâzım, Abidin Dino’ya “Mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye sorduğunda Dino, ona bir şiirle karşılık verir. “Yine beraber olabilsek ve beraber gezebilsek tüm ülkeyi o zaman anlatabilirdim,” der mutluluğu, üstelik “Buna da ne tual yeterdi; ne boya.”

Mutluluğa sahip olmasa da sorusuna sahip olmalı insan bence. Soru bize adım atma sebebi ve cesareti verir.

Çağımızın da önemli sorunlarından birisi olan “çöp”, tüketim kültürünün/çılgınlığının bir birikimi/neticesi olarak yakın dönemde edebiyatta da kendisine yer bulan önemli meselelerden birisi. Siz de “Anı Yasası”, “Yaz Bunları!”, “Hegel’in Parkı”, “Kaçış Rampası” gibi öykülerinizde bu konunun üzerine gidiyorsunuz. Bir mesele olarak “çöp”, sizde ne gibi alt metinleri/başlıkları/meseleleri beraberinde getiriyor? Tüketim toplumunun sizdeki/edebiyatınızdaki yansıması üzerine ne söylersiniz?

Dünyayı çöplüğe çevirmemizden, dışardan en çok çöp satın alan ülke oluşumuzdan başlar, tüketim çılgınlığımızın, kendimizi de tüketilebilir hissetmemize yol açtığı konusundan çıkabilirim rahatlıkla. Bilim insanları dünyanın kaldıramayacağı bir yük yükledik diye bas bas bağırırken, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek adına hiçbir acil ve büyük bir adım atılmıyor. Her şey çocuklarımız için demeye devam ediyoruz bir de, üzgünüm ama oldukça kaypakça. Üstelik her şeyi bu kadar hızlı tükettiğimiz yani değersizleştirdiğimiz için bunu ilişkilerimize de yansıtıyoruz. Ne olacak yenisi gelir diyoruz. Pantolon ya da sehpa gibi davranıyoruz bir diğerimize. Aptal olmadığımız için de başkasının da bizim için öyle dediğinin farkındayız. Tükettiğimiz her fazla şey günün sonunda kendimizi değersiz hissetmemizi sağlıyor yani bence.

“Aile”, sizin de özellikle “Bant Bükülür”, “Kıymet” ve “Kaçış Rampası” gibi öykülerinizde sorguladığınız, ebeveyn olmak kadar ebeveyn olmanın sorumluluklarını da işin içerisine dâhil ederek tartıştığınız bir kavram. Ailenin kişi üzerindeki etkisi/tahakkümü, sizin edebiyatınıza nasıl yansıdı?

Aile hem kökümüz hem de gölgesinden kurtulmak istediğimiz bir ağaç gibi. Mücadelemizin çoğu, ailemizle kurduğumuz evreni anlamlandırmaya çalışmak, kendimize sağlıklı bir yer edinmek ve onaylanma arzumuzla baş etmek ile ilgili. 

Ailemin üzerimdeki etkisi hayatıma nasıl yansıdıysa aslında edebiyatıma da öyle yansıdı sanıyorum. Soru soran, arayan biri olmamı desteklediler örneğin. Ancak ben özgürleştikçe, onların hissettiği kaygılar yüzünden sıkışıp, beni de sıkıştırdıkları çok oldu. Hayat zaten o aralıkta geçiyor sanırım.

Başak Daşman

Öyküleriniz gerek konuları gerekse konulara yaklaşım biçimiyle günceli yakından takip eden, çağ ile yakından ilgilenen metinler. Peki mevcut düzen, çağ ve güncel sorunlar, sizi nasıl besliyor? Başak Daşman öykülerinin çağın bir tanığı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Yaşadığımız çağı, yaşadığımız mekân üzerinden ele alırsak, absürt metinlerin bile yeterince absürt kalamayacağı bir zaman. O kadarını başarabileceğimi sanmıyorum. Ancak elbette güncel olandan, yaşadığım şehirden, etrafımdaki insanlardan, çağın kaygılarından besleniyorum. Hatta bazen yazabilmek için fazla beslenmemeye bile çalışıyorum. Dediğim gibi biraz olsun büyüsünü koruyabilmeli insan, biraz olsun saçma bir şeyler kalmalı. Saçmanın saçma olmadığı bir yerde her şey gerçekten pek zor. 🙂

“Kök”, kadınların bireysel yaşamında ve toplumsal düzen içerisindeki yeri bağlamında birçok meseleye işaret eden bir öykü. Yine son yıllarda bu konuda Türkiye’deki atmosfer malum. Kadınlık, kadınlık hâlleri ve deneyimleri, bu öyküde kendisine nasıl bir yer buldu?

Kadın hakları ile ilgili tüm gelişmeler ve farkındalıklarımız memnun ederken, dönüşümün, olması gerekenden ağır işliyor oluşu insanı zaman zaman deli ediyor. Bu doğru. Fark etmemiz gereken kim bilir daha neler var bu terazisi kayık düzende. Sürekli yeni bir haksızlık fark ediyor ve peki bu konuda ne yapacağız deyip duruyoruz. Bir öncekini henüz halledemeden.

Öykülerimdeki karakterlerin çoğu kadın. Bu yaşadığımız dönemde birbirimize temas etmek, anlamak ve el vermek önemli. Öyle düşünüyorum. Sanırım bu da yazdıklarıma yansıdı.

“Gördüm Çiçeği”ni tarif ederken kullandığınız şu ifade/tanım, aslında kitabın da kilit noktalarından birisine işaret ediyor: “Bu, Gördüm Çiçeği. / Kokusu, ilk defa birinin sizi anladığını hissettiğinizde kalbinizde oluşan frekansla aynı dalga boyutundadır.” (s. 53) Anlama, anlatma ve empati, burada iç içe geçerken insanoğlunun bütün bir mücadelesinin de aslında biraz bu olduğunu bizlere hatırlatıyor. Bu noktada, Gördüm Çiçeği’nde yer alan öykülerin aslında hep bir anlama/anlatma arzusuyla kaleme alındığını söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle söyleyebiliriz. Anlaşıldığını hissettiğinde özgürleşen bir yaratık bence insan. Anlaşılma kaygımız hayatımıza sürekli yön veriyor ve bu kaygıdan nerede, ne zaman ya da kimin/kimlerin yanında sıyrılabilirsek özgür ve huzurlu hissediyoruz. İçerden sürekli bizi itip duran o görünmez elin bizi rahat bırakması hâli…

Teşekkür ediyorum.