(Refik Ahmet Sevengil’in 4 Mayıs 1924’te Vakit gazetesinde Suat Derviş’in “Fatma’nın Günahı” hikâyesi üzerine kaleme aldığı yazısıdır.)
Refik Ahmet Sevengil
Hayat, mütekâmil [gelişip olgunlaşan] ve kuvvetli bir oluş, kemale [olgunluğa] doğru kudretli bir akış ve sanat, hayata delalet [rehberlik] eden yüksek çarpıntılı bir ruh hadisesi [olayı] olduğu içindir ki dikkatimi genç kalemlere çarpıyorum. Türk edebiyatı devamını neslimin çocuklarından beklediğine göre onun yaşayıp yaşamadığı hakkındaki sual, cevabını bu dikkatten alacaktır.
Bu cevabın facialı bir şey olduğunu bilmeyen kim var! Yanıp yıkılmış yüz binlerce insanın ıstırabındaki haile-yi feryat [içler acısı haykırış], onu alıp keder-i ruhunun [ruhunun kederinin] raşeleri [titreyişleri] arasından geçirerek ebediyete alevden kelimeler halinde tevdi’ edecek [teslim edecek] sanatkârı henüz bulmadı.
Edebiyatımızın üstünde esen rüzgâr, hüsranı söyleyen kuru bir ıslıktan başka bir şey değildir. Gerçi zaman zaman ortaya yeni basılmış bir kitap uzatılmaktan hâlî [boş] kalınmıyor. Ancak bunların içindeki mahdud [sınırlı] sanat eserleri, mükerrer [tekrarlanmış] tab’lardır [baskılardır] ki devrini ve yerini yapmış üstatlara ait bulunuyor.
Kitapçılar eskiyi yeniden basıp bize vermekle şüphesiz ki faideli [faydalı] bir iş yapmış oluyorlar. Fakat şunu unutmuyorum ki edebiyat, bunlarla şimdi yeni bir şey kazanmış olmamaktadır. Zira, onlar ki edebiyat için evvelden kazanılmış eserlerdir ve Halide Hanım’ınkiler gibi bazıları muhalled [kalıcı] eserlerdir.
Bence edebiyatın bugünkü büyük hadisesi henüz tamamlanmakta olan Kalp Ağrısı’dır. En son neşriyat [yayınlar] arasında yeni bir tab’ [baskı] olarak ortaya çıkan kitap da Suat Derviş Hanım’a ait bulunuyor.
Bir genç kalemin ortaya yeni bir sanat eseri koyması, bugünkü yoksulluk içinde istismar edilmeyecek bir hadise olmak lazım gelir. Bunun içindir ki Suat Derviş Hanım’ın yeni kitabını dikkatle alıp okudum ve sonunda elimin altında duran bu yüz on sekiz sahifenin intibaını [baskısını] dikkatle eleyip dokudum.
Genç muharrir [yazar] kadın, henüz mazi denilmeyecek kadar yakın bir zamanı, kâfi [yeterli] selâseti [ifadedeki açıklık ve akıcılık] haiz olmayan [sahip olmak] bir lisan ve acemiliğini gidermemiş bir tahkiye [anlatma, hikâye etme] ile edebiyatımıza geldiği vakit onda bütün bunlara rağmen yeni ve cazip bir şey bulduk.
Toprağı bir uçtan bir uca sarıp bir ıstırap kânî olan [yetinmek] karanlık bağrına basan gece, çok kimseler için konuşan bir varlıktır. Ve başını bu geceye dayayıp, meçhulâtı [bilinmezleri], tehlikelerle mâlamâl [dopdolu] mesafeleri ve kalb-i kâinatın [kalp aleminin] büyük elemindeki [hüzün, keder] ihtilacı [çırpınma] içinde saklayan karanlığı gözlerinden ruhuna içirip evhamın [şüphenin] dizinde titremenin çok kimseler için nâmahdud [sınırsız], nâmütenahi [sonsuz] bir zevki var.
Suat Derviş Hanım, edebiyatımıza karanlık ve karışık dehlizlerden çıtırdayan eski tahtaların sesinde durup boşlukta korkunç akislerle [yankılarla] halkalanan ayak seslerini dinleyerek, ruhunda bir ürperiş ve gözlerinde titreyen bir karartıyla geldi. Onda yeni olan, edebiyatımızın bir eksiğini tamamlayacak olan bu korkudur.
Gerek son seneler içinde çıkıp batmış bir Akşam gazetesine Almanya’dan yazdığı mektuplardan ve gerek muhtelif [çeşitli] yazılarından aldığımız bir fikirde ondan bugünkü kadın hayatının yeniliklerinden birçoğunu tasallüf [gereğinden fazla abartılmış] saymakta ve bunları reddetmekte olduğudur. Bütün bunların bize söylediği şudur ki genç muharrir [yazar] kadın, marazi [hastalıklı] bir hassasiyetle örülü yolunda bekleyerek, arayarak, içinde mazinin yaslı ve loş duvarlarından süzülmüş mühim gölgelerle ve tatmin edilmeden yürüyor.
Suat Derviş Hanım’ın son hikâyesi olan Fatma’nın Günahı, nâşâd [üzüntülü, gamlı, kederli] kızların hikâyesidir. Bu kitap, tatmin edilmemiş bir kalbin elemli [kederli] çarpıntısıdır ve Suat Derviş Hanım’ın edebiyatımıza getirdiği yeni malzeme bu eserde muharririn [yazarının] bu kitaba takdim eden [sunan] hikâyelerindekinden daha iyi bir işçilikle kullanılmıştır.
Güzelliğinden emin ve güzelliğini vererek baş döndüren bir güzellik olan ruhunu vererek seven, sahibim dediği erkeğin sevgisinde kendi şaheserini seven Fatma, kocasının hislerini dinlerken aşk zannettiği aralarındaki şeyin bir boşluk olduğunu görüp sendeliyor ve dimağı [akıl] içinde baştanbaşa yıkılan bir kâinatın [alemin] enkazı altında ezilip dağılıyor.
Sevdiğimiz kimseleri bazen nasıl sevgiye dair olan telakkilerimiz [görüşlerimiz] arasındaki farkı ve muhatabımızın bizden asıl istemekte olduğu şeyini anlamamamız yüzünden istemeden fakat tamiri imkânsız surette kırdığımız, kocasının Fatma’ya söylediği sözlerde belagatle ifade edilmiştir.
Fatma’nın hayatında sevmek nasıl can verilerek istenilmiş muazzam [çok büyük] bir hadise [olay] ise kocasının sözleriyle Fatma’da yıktığı şey, bütün bir hayata severmiş, ondan daha büyük ve kudretlidir ve Fatma’yı bundan sonra sağa sola çarpacak zannedilip karinin içini ürperterek götüren adımlarından başka bir şey değildir.
Bu kitapta baştan sona kadar bir ruh ve dimağ [akıl] hastalığının seyr-i vuzuhu [ortaya çıkışı] ile gösterilmiş ve bundan alaka uyandıran bir hikâye çıkarılmıştır. Fatma’nın içinde hissettiği hudutsuz [sınırsız] boşluk, dimağındaki [aklındaki] kesif [yoğun] karanlık ile bilmeyerek ve hatırlamayarak geldiği ressamın onda geçen günleri, ressam ve arkadaşlarının bu yüksek güzellik karşısındaki müşterek [ortak] teheyyüçleri [heyecanları] zevkle okunulan satırlardır.
Hayatımızda böyle bir muhit [yer] ve hissimizde buna benzer bir safha [evre] var mıdır? Şeklinde bir sualin tevarüd ettiği [birbiri ardına geldiği] bir zihin mevcut ise hikâyenin yalnız (olan şeylerin tespiti) gibi bir maziyi ihitva ettiğini [içine aldığını] hatırlamak lazım gelir fikrindeyim.
Bugünkü içtimai [toplumsal] telakkiyi [görüşü] bu temiz zevk gösterisine müsaade-kâr [izin veren, hoşgörülü, anlayışlı] addetmeyecekleri [saymayacakları] için başka bir cümleyi kaydetmeliyiz: Bazen bugün muhayyilde [hayalde] olan, yarın hayatta olandır.
Fatma, dedesinin evine avdetinden [dönüşünden] sonra, seven ve terk edilen Zeynep’e bir Cuma gecesi, karanlık ve perişan hatıralar, bir türlü menbaını [kaynağını] bulup çıkaramadığı zehr-i hatıralar [hatıra zehirleri] arasında ölümün felsefesini tevdi ediyor [veriyor].
Zeynep’i bu sırra erdikten sonra içini ferahlamış gibi, ıstırabı durmuş gibi bulduğumuzun ziya-yı irşat olunmuş [doğru yolun ışığını bulmuş] kadının kayalardan atıp parçaladığı cesedini getiriyorlar. Küçücükken sevmeye başlayıp son gecesine kadar bir gönül halesiyle [etrafı ışıkla sarılmış, halka şeklindeki ışık] sardığı Zeynep’e kendi dimağı [aklı] ve diliyle hazırlanan akıbet [son] Fatma’yı çıldırtmasa bile uyandırmaktadır ve bu sahifeler iyi bir bağlayıştır.
Tahkiye [anlatı] canlanmakta, lisan pervazlarından [uçuş] sıyrılmaktadır. “İştiha [arzu]” ve “aşk”ın birbirine karıştırılmakta olduğu zillet [aşağı olma, hakirlik] yıllarında bir ruh hadisesinin tahlilini yazmak ve mutad [sınırlı] olan çıplak etin vasfına girmekten yükselmenin, genç muharrir kadına yaraşan hissi bir necabet [asil] olduğu kadar bizim özlediğimiz mevzudur. Şu var ki Suat Derviş Hanım’da henüz gönül volkan değil, ruh alev dalgalı bir iltima [parıldama] değil, ıstırap cehennemî bir bürkan [yanardağ] değildir.
Ve sanırım ki şimdilik bu halde aç ruhları doyurabilecek gibi değildir!
Fakat Suat Derviş Hanım içinden henüz ergindir [olgun] ve edebiyatımız kendisini haklı bir ümitle bekleyecektir.
(Vakit, sayı: 2283, 4 Mayıs 1924, s.3)