.

Aziz Gökdemir: “Edebiyatı yazan yaratır, okuyan konumlandırır.”

ımparatora-veda-azız-gokdemır

Abdullah Oduncu

Aziz Gökdemir’in kaleme aldığı “İmparatora Veda” adlı kitap geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. V. Murad’dan sonra II. Abdülhamid’in değil, VI. Murad’ın geldiği ve Osmanlı’nın 2000’li yıllara değin Murad’lar üzerinden devam ettiği alternatif bir evreni konu edinen roman, gerek konusu gerek işlediği çatışmalar özelinde dikkat çekici bir yapıya sahip.

Biz de bu vesileyle Gökdemir’e sorularımızı yönelttik.

“İmparatora Veda” nasıl ortaya çıktı? Böyle bir kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?

Yıllar önce bir dostumun içinde yüksek lisans tezi ve diğer yazıları olan bilgisayarı kaybolmuş ya da çalınmıştı, yedeği de yoktu. Bu bana Reinaldo Arenas’ın otobiyografisinde anlattığı, sakladığı roman dosyalarının polisçe bulunup imha edilmesini hatırlattı; “Karanlıktan Önce” adlı filmde neredeyse dipnot gibi kısa bir sahneydi bu ama beni etkilemişti. Emek verdiği bir yapıtın yangına ya da zorbalığa kurban gitmesi tarihte çok yazarın başına gelmiş bir şey. Polis evi arayacağız diye gelir, bir sürü şeyi alır götürür, aralarında biricik kitap dosyalarınız vardır, devir daktilo devri, gitti gider. İmparatora Veda’nın doğuşunu da oraya, elyazmasını bir despota kaptırmanın dehşetini yaşayan ve bunu önlemek için çırpınan Eyasu’nun hayatını değiştiren geceye sabitleyebiliriz. Bu kısa mücadeleden kimin galip çıkacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu nedenle hikâye kısa sürede imparatora meyletti. Hikâye derken hem anlatının tamamını hem de düzyazı türü olarak öyküyü kastediyorum çünkü Eyasu ve İmparator Murad, ilk kez bir öyküde okurla buluştular. Bugün artık çoğu insan bilgisayarla yazıyor; kaybolan metnin elyazması olması daha akla yatkın, o yüzden olayları teknolojik açıdan gerilerde kalmış bir çağa yerleştirmem gerekiyordu. Böylece bazı yönleriyle yirminci yüzyıl başlarını andıran, bir cins steampunk ortamı oluştu. Öyküyü okuyanlardan bu dünyayı daha fazla işlememi isteyenler, bir de akıbeti havada kalan imparatorun paçayı nasıl kurtaracağını soranlar oldu. Bunları ben de düşünmeye başlayınca, ortaya roman çıktı. Eyasu’nun rolü ister istemez sınırlı kalacaktı, imparatora dişli bir rakip lazımdı, romanın belkemiği olarak gördüğüm isyankâr İfe de böyle doğdu. Sonrası, bildiğiniz gibi, virajlı bir yol. Yeni olaylar, kişiler; diğer romanlarla, şiirlerle kurulan kardeşlikler ve başlarken kestiremediğim bir son.

Romanda alternatif bir tarih hikâyesi mevcut. V. Murad’dan sonra II. Abdülhamid değil, VI. Murad tahta geçiyor ve böylece bir Murad’lar devri başlıyor. Biraz bundan bahsedelim mi?

Evet, VI. Murad’la II. Abdülhamit’in doğum-ölüm ve saltanat yılları tamamen örtüşüyor ama aynı yıllarda yaşanan politik gelişmelerin gerçek tarihle yol ayrımının başladığını söyleyebiliriz çünkü VII. Murad’a geldiğimizde imparatorluğun sosyokültürel değişim süreci, savaşlarda kaybedilenler, kazanılanlar, şu, bu, bildiğimiz ülkenin tarihinde aynı yıllarda yaşananlardan çok çok farklı. Romanın 1967 yılına denk düşen başlangıcında ülkede tam bir lider kültü kurmuş olan, insanların kendilerini kaybedercesine sevdiği, bir o kadar da korktuğu VIII. Murad’ın gücünün zirvede olduğu bir noktadayız. Padişahların hep aynı adı alarak ve sayıya bir ekleyerek devam ettiği bu ülkede veliahdın baştan belli oluşu Büyük Britanya’nın Windsor hanedanını, ülke içindeki baskı ortamıysa Kuzey Kore’nin Kim ailesini çağrıştıran bir ülkedeyiz. Bir yerde bizim Kızılmaske diye bildiğimiz Fantom’u anıyor roman kişilerinden birisi, bir Murad gider diğeri gelir, “Ölümsüz Ruh” gibi dercesine…

Karşımızda Batılı müzikler dinleyen, Adidas eşofman giyen, Ray-Ban gözlükler takan genç bir padişah var. Devir değişince padişah da değişiyor herhâlde, öyle değil mi?

İster istemez. Romanın zaman aralığında, yani 1967-2004 arasında dünyada önemli gelişmeler oluyor, Sovyet bloğu çöküyor, 11 Eylül saldırıları oluyor, ülke de bunların çeperinde filan değil tam ortasında, petrol zengini olan Arap topraklarını 1920’lerde elinde tutabilmeyi becerebilmiş büyük bir imparatorluk olarak. Köhne ama büyük; belli bir gücü, ağırlığı var. Ve dünya şu ya da bu şekilde bu ülkeye muhtaç. Bütün bunların kilit önemde bir parçası olarak o da dünyaya tam olarak uymasa bile düşman gözükmemek, “doğru mesajlar” vermek zorunda; Soğuk Savaş Batı lehine sonuçlanırken Batıya “biz sizdeniz” diyebilmek; 11 Eylül olduğunda “bu saldırılar buralardan çıktı ama biz sizin yanınızdayız, halledeceğiz” diyebilmek. Bu Batılılaşma ivmesi, göstermelik de olsa devri gerçekten değiştiriyor ve işte o değindiğiniz görünüm değişikliğine de yol açıyor.

Ancak aynı padişahın mutlakiyetçi yönetimi katlanarak sürüyor. Buradan hareketle taht, üzerine oturan herkesi yöneten bir güce sahiptir diyebilir miyiz?

Toplum olarak değişiyoruz diyerek bir yandan bu değişimin sizin iktidarınızı sarsmasına kapı açmak istemiyorsanız aynı zamanda sertleşmek, koltuğa daha sıkı sarılmak, yumruğunuzu artan bir şiddetle masaya vurmak zorundasınız. Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanmasına izin verme hamlesini başlatıp aynı zamanda bu ve ilişkili alanlarda özgürlük taleplerini giderek daha yüksek sesle dile getiren aktivistleri hapse atan prens gibi veya “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz!” diyen tarihi simalarımız gibi. Taht, daha geniş kavram olarak iktidar, mutlak iktidar, böyle bir potansiyele sahip. Eşyanın tabiatı da diyebiliriz. Taht, devlet, muktedir kişi ve hükmettiği toplum, bunların hepsi iç içe bir sistem, bir nevi organizma. Kitaba epigraf olarak bu yüzden Mussolini’nin ünlü sözünü ve Ümit Kıvanç’ın bu “felsefe”yi, yani taht ya da devlet eşittir toplum denklemini toplumun ve temsilcilerinin bizzat içselleştirdiğini tespit eden cümlesini seçtim.

Bir de İfe’yle Eyasu var. İkisi de kölelik geçmişine sahip. İnsanları birbirine yaklaştıran esas şey onların acılarıdır diyebilir miyiz?

Kitapta İfe ve Eyasu’yla ilişkileri inişe geçerken tanışıyoruz, o yüzden bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değil. Neden birlikte olduklarına ilişkin bazı teorileri onlar bizzat dile getiriyorlar. Etnik aidiyet olabilir, kuşaktan kuşağa aktarılan ortak travma olabilir, çaresizlik olabilir (İfe’nin kocasından nefret ettiği daha ilk sayfalardan belli; kocasına kıyasla her alternatif daha çekici), ilk anda kimyaların uyuşması olabilir. Okuyucunun hem o ikisi özelinde hem de genele ilişkin yargısı biraz da kendi deneyiminin etkisiyle şekillenebilir.

Romanda bir özgürlük ve despotizm çatışması mevcut. Bu kadim çatışmanın yıllar geçtikte daha tehlikeli ve daha keskin şekilde işlemesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Andığınız çatışmanın kadim olması bir yana, bitecek gibi değil. Ülkelerin tarihi gelişimlerine ve demokratik skalada bulundukları yere bağlı olarak tarzı, derecesi değişebilir bunun ama bir türlü kalıcı huzur gelmez. Özellikle despotik rejimlerde biraz basitleştirerek ezen ve ezilen diye iki taraf tanımlarsak, genellikle ezendir dinamiği kontrol etme gücüne sahip olan. Kitapta gördüğünüz türden isyanlar, eylemler, saldırılar, cinayetler iktidarın uyguladığı şiddet için hem bir neden hem de bir yerleri dümdüz etmeye açık davet olarak algılanır. Sonu iyi bitmesi muhtemel bir senaryoda birisi bir yeri bombaladığında “Bu neden oldu, benim toplumumdan böyle bir şey niye çıktı?” diye sorgulayarak başlamanız, işi bu raddeye getiren sorunlara el atmanız tavsiye olunur. Güvenliği sağlamaya çalışırken asıl kaygı bu olmalı. Bir de sağladığınız güvenlik kimin güvenliği? Suçu dış güçlerde, ayaklananlarda, kendinizden başka herkeste arayabilirsiniz, gerçekten de suç bütün bu unsurlarca paylaşılıyor olabilir ama dönüp kendinize de bakmazsanız aynı çatışma sürer gider. Tabii ki dünyamızda çok az sayıda çatışma mutlu sonla bitecek senaryolarla uyum sağlıyor, ülkeler yana yakıla ilerliyor tarihin çetin yollarında. Despotik iktidarlar da özellikle kendilerini (kimin güvenliği diye sormamın nedeni biraz da o) riskte gördükçe işler dediğiniz gibi “daha tehlikeli ve daha keskin” bir hâl alıyor. Etki-tepki kuralı gereği çatışıp duruyoruz ve sürekli tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan diye tartışıyoruz.

Günümüz edebiyatı hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Cevap olarak tez yazılabilecek bir soru bu. Sanırım kime sorsanız farklı görüşler dinleyeceksiniz çünkü edebiyatı yazan yaratır, okuyan konumlandırır. Günümüzde o kadar çok mecra, o kadar farklı ilgi alanı var ki günümüz edebiyatı nedir, onu da tam olarak sabitleyebileceğimize emin değilim. Kendi hesabıma akım delisi, sürekli yenilik ısrarcısı bir okur değilim, çığır açtığını düşünen yazarları da, daha klasik yaklaşımla yazmaya meyilli yazarları da, daha birçok farklı şekilde tanımlayabileceğiniz kategorilerden yazarları da okumaya çalışıyorum ve elbette okumak istediğim metinlerin yüzde birine vakit ayırabiliyorum. “Filanca eğilim baskın hâle geldi, artık edebiyat anlayışı böyle oldu, bu da benimle uyuşmuyor, dolayısıyla günümüz edebiyatı düşüştedir,” türünden şeyler söyleme eğilimim yok (yetkim de yok ayrıca); aradığım edebiyatı sunulan seçenekler arasında buluyorum çünkü. Duyguları istismar etmeden okurla, toplumla, dünyayla duygusal ve düşünsel bağ oluşturma çabası olan metinleri tercih ediyorum. Başka bir deyişle kendisine dönük, çevremizde olan bitenle pek ilgilenmeyen metinlerle ben de pek ilgilenmiyorum, yoğun emek verilip dilin zirvesine erişmiş olsalar bile. İdeolojilerin emrine girmiş edebiyatı da sevemiyorum. Olay örgüsü, kişilerin capcanlı olması gibi eskiden asgari kabul edilen özelliklere gelince, çocukluğumdan beri çağa uyumluyum, yani bunları aramıyorum ama tümünü çöpe atıp yerine hiçbir şey koymazsanız benim için okumak için neden kalmıyor. En önemlisi, günümüz edebiyatı deyince benim düşüncelerime kesinlikle itibar etmemelisiniz!

Yeni çalışmalarınız neler?

Benim bütün “yeni” çalışmalarım aslında eskidir çünkü başta kısa bir not alırım, sonra yıllarca üzerine düşünürüm, arada birkaç paragraf eklerim veya uzun süre unuttuktan sonra canlandırırım. Her zaman 10-20 adet yarısı yazılmış ya da taslak halinde duran öyküm bulunur. Bir dergi veya seçki, öykü istediğinde seçip bir tanesini bitiririm, kafamda yeterince demlendiklerinde de ısınamadıklarımı eleyip en sevdiklerimi kitap dosyası olarak hazırlarım. Şu anda da kitaba doğru giden 10 kadar öyküm var diyebilirim. (Öykülerim hep uzun oluyor, 10 öykü az değil, 180-200 sayfalık kitaba karşılık geliyor.) Ve yine uzun yıllardır çatısını kurup yer yer yazdığım üç roman var; bunları artık daha verimli yazabilirim. Üçünün de ilk notları İmparatora Veda’dan çok daha geriye gidiyor. Daha çok okuyup yazabilmek için editörlüğü bıraktım üç yıl önce; İmparatora Veda’ya ondan sonra başlayıp bir, bir buçuk yılda bitirdim. O nedenle ilerisi için umutluyum. Yöntemim elbette son derece yanlış, bunu da baştan kabulleniyorum!