.

Ali Özgür Özkarcı: “Yazmak, müphem bir sonsuzlukla oyalanmaktan öte, gündeliğin mutsuzluklarını, açmazlarını o kısa parlak anlarla geçiştirmeme yarıyor.”

Aynur Kulak

Ali Özgür Özkarcı yeni romanı Erkek Dutların Gölgesinde‘de üç kuşak boyunca 1940’lar ve 2000’ler arasında bölünen, parçalanan, karanlık bir kesitte, sürgünlerle, ne olursa olsun  kapanmayan hesaplarla, ölümlerle, hırslarla sarmalanmış Çukurova’da geçen bir hikaye anlatıyor. “Erkek Dutların Gölgesinde’de; nehir boylarını, kente uzak yakın çiftlikleri, kentin karanlık dar sokaklarını, tüm gölgelerin buluşup ayrıldığı fısıltıları anlatmak istedim.” diyor ve şöyle devam ediyor Ali Özgür Özkarcı; “Tüm çelişkileri resmetmek istedim açıkçası. İnsanları romanda, o mahallerde, o tarihte, o gaddarlıklar içinde, tüm sevinçlerde, kötülüklerin şeffaflıklarında dolaştırmayı istedim.” Ali Özgür Özkarcı ile gerçekleştirdiğimiz kapsamlı söyleşi için buyurun lütfen.

Biyografinizi okuduğumda iki şey çok dikkatimi çekti. İlgilendiğiniz şey her ne olursa olsun kuvvetli ilişkiler kurmanız. Mesela Erkek Dutların Gölgesinde kitabınızın girişindeki biyografinizde Edebi Şeyler yayınevinden bahsediyor olmanız. İkincisi ise şiirle kurduğunuz kuvvetli bağ.

Yazma serüvenime şiir ile başladım. Bu bağlamda şiirin ilk “günahlarımdan” biri olduğu doğrudur. Deneme-eleştiri diyeceğim türdeki yazılarımın bin sayfaya ulaştığı da… “Kuvvetli bağ kurmak”, güzel bir deyim açıkçası. Sanırım şöyle oldu, on sekiz yaşımda yazar ve şair olmaya karar verdim. Ve o günden beri edebiyatı, yazmayı düşünmediğim bir günüm dahi olmadı. Pür-ü melalim anca böyle açıklanabilir gibi geliyor bana, şimdiden geriye doğru bakınca.

Yaşamımda türlü tuhaflıklar ve zorluklar yaratmadı değil bu durum elbette. İşte kırk beş yaşımdayım. Hâlâ değişen pek fazla bir şey yok, yazınsal serüvenimde. Galiba beynimin labirentleri arasında dolaşmayı seviyorum ve dolayısıyla benim açımdan yazmak, “müphem” bir sonsuzlukla oyalanmaktan öte, gündeliğin “mutsuzluklarını”, “açmazlarını” o kısa parlak anlarla geçiştirmeme yarıyor sanırım.  

Türler açısından benim açımdan değişen bir şey yok ama. Meselelerim var ve dolayısıyla konularımla uğraşmayı, didişmeyi, didinmeyi seviyorum. Bu uğraşıların sonunda ortaya çıkan şeyin; öykü veya şiir, roman veya deneme olması benim açımdan pek fazla bir şey değiştirmiyor açıkçası.  

Türkiye Üçlemesi adıyla çıkan Bitik Ülke Son Altı isimli bir şiir kitabınız, serinin ikinci kitabı olan Dört Köşeli Kambur isimli de bir öykü kitabınız var. Serinin üçüncü kitabı henüz yayınlanmadı sanırım. Şöyle bir şey dikkatimi çekti; bir seride hem şiir hem de öykü kitapları mevzu bahis. Kendiliğinden mi oluştu bu durum yoksa hep düşündüğünüz bir şey miydi?

Az önce söylediğim türler arasında gezintimin bir sonucu elbette bu durum. Tasarlanmış bir şey olduğu doğru. “Türkiye’nin Bunalımlarına” hasrettiğim belli bağlamlar üzerinden yazdım “üçlemenin” ilk iki kitabını. Bitik Ülke Son Altı ve Dört Köşeli Kambur’du bu kitaplar.

Dört Köşeli Kambur, “Adana” ve “Büyük Felaket” üzerine yazdığım ilk kitaptı. Bir öykü kitabıydı.

Erkek Dutların Gölgesinde‘de “Büyük Felaket”in yansımalarına odaklandım yine. Elbette başka başka açılardan tarihi kurcalayan kurmacalar bunlar. Biçimsellikleri de farklı. Büyük Felaket, bir kere yazarak geçip gideceğim bir mesele değildi açıkçası. İçsel bir olgu diyebilirim kendi adıma.

Bu bağlamda, Hasan Bülent Kahraman’ın Ece Ayhan şiiri üzerine söyledikleri önemli. Hasan Bülent, azınlıklar Ece Ayhan şiirinde bir olgudur, diyordu. “Azınlık olmak Ayhan’da başlı başına ve ontik bir durumdur. Dallı budaklı bir olgudur. herhangi bir coğrafyanın şu veya bu kimlikli bir azınlığı değildir Ayhan’ı etkileyen. Bizatihi bir olgudur Ayhan için.” (k24, 25 Mayıs 2023)

Meseleye “tarih”, “mülkiyet”, “sınıfsallık” temelinde baktığınız zaman, hikâye birden çatallaşıyor. Ece Ayhan, meseleye bu toprakların kötücüllüğü ve çelişkileri üzerinden bakmayı seçmişti. Tarihti başrol.

Oktay Rifat’ta tam olarak öyle değildi mesela. Şiirdeki İsevi figürler, aslında bir estetik değeri taşıdıkları kadar ya da bir atmosfer kurgusunun çatılmasına yaradıkları için şiirde dolaşımda gibidirler. Aynı şekilde Freskler, ikonalar da öyle.

Edip Cansever, buralı olan azınlıkları, bir diyalojiye yerleştirmişti mesela. Önemliydi. Ama daha çok nostaljikti (Tragedyalar’ı nispeten hariç tutarım). Sanki böylesi şiirlerde gözlemlediğim şey, daha çok imgesellikle çatılmış bir atmosferin duyumsatılmasıydı. Attila İlhan’ın meşhur “Maria Misakyan” şiirinde, “Misakyan” yerine “Ayfer” ismini koysak, ne değişir mesela? Yine Edip Cansever’in son dönem şiirlerindeki Eleni yerine Şule’yi koysak ya da? Oysa Ece Ayhan’da durum böyle değildi. Kantocu Peruz, Kınar Hanım, Dikran Çuhacıyan, devlet tarafından gadre uğratıldıkları ve çırılçıplak bir “öteki” oldukları için şiirin merkezindedirler.

Aslında modern edebiyatımızda Hristiyanlık, Yahudilik, kısacası gayrimüslimlik odağında, tüm türleri kuşatan bir değerlendirme yapılsa ne güzel olur! En azından benim erişebildiklerim arasında, böylesi bir çalışmaya rastlamadım. Murat Belge’nin Edebiyatta Ermeniler’i önemlidir ve de değerlidir mesela. Ama kitap daha çok roman üzerine idi diye hatırlıyorum, o çalışmada şiir kapsam dışındaydı.     

Konuya dönecek olursam, üçlemenin üçüncüsü de bir roman olacak. Ne zaman biter, ne zaman yayımlanır, şu an kestirmem güç. Kitabın isminin kısaltmasını, bu söyleşi vesilesiyle söyleyebilirim ama… G.K.

Erkek Dutların Gölgesinde için sizi masanızın başına oturtan sebepler nelerdi? Sizi asıl manada tetikleyen ve artık yazmalıyım dedirten olaylar, unsurlar, belki de imgelerdir bunlar, nelerdi?

Kitap önce iki-üç yıl kadar kafamda döndü durdu. Tüm karakterler yerli yerine oturduktan sonra yazmaya oturdum. Yazdığım süre, kafamda döndüğü süreden daha azdır aslında. Elbette tek bir meseleye indirgenecek bir roman olduğunu düşünmüyorum. Romanın okuruna, ilgilisine sunduğu bazı bağlamlar var: inkâr sözleşmesi, mülkiyetin el değiştirmesi, kırkların faşizmi, sömürünün çoklu değişkenleri. Bir yığın bağlam sıralanabilir böyle.

Kent-roman olgusunu da unutmamak gerekir ama… Kentleşmenin getirdiği sıkışıklıkları, sıkıntıları da atlamamak lazım. Anadolu kentlerindeki tüm Hristiyan mezarlıklarının dümdüz edildiği gerçeğini atlamadan, oraların yerine ne konulduğunu araştırmadan, bir kentin ruhunu kavramak güç maalesef. Ama bunların yanında, bir Adana romanı yazarken, benden önce bu kentin sokaklarını kimlerin arşınladığını da es geçemezdim doğrusu. 

Bir 12 Mart romanı olan Sevgi Soysal’ın Şafak’ının, Adana’daki Kocavezir ile şehrin o dönemin “yeni” modern mekânları arasında çizdiği manzaralar eşlik etmedi değil bana.

Orhan Kemal’in şimdilerde adı Döşeme Mahallesi olan ama eski ismiyle müsemma Çarçabuk Mahallesi’ne yerleştirilmiş, çoğunluğu yoksul ve işçi olan muhacirlerin arasında gezdirdiği Murtaza’sı da (karakterin kendi de muhacirdir bilindiği gibi) dolaştı durdu benimle. Yine Orhan Kemal’in Eskici ve Oğulları romanında geçen sokaklar, insan ilişkileri, resmettiği kentin yüzleri de yanı başımdaydı hep.

Erkek Dutların Gölgesinde‘de; nehir boylarını, kente uzak yakın çiftlikleri, kentin karanlık dar sokaklarını, tüm gölgelerin buluşup ayrıldığı fısıltıları anlatmak istedim. Kenti arkama alarak elbette. Onu severek. Onu irdeleyerek. Onun tarihini kurcalayarak. Tüm çelişkileri resmetmek istedim açıkçası. İnsanları romanda, o mahallerde, o tarihte, o gaddarlıklar içinde, tüm sevinçlerde, kötülüklerin şeffaflıklarında dolaştırmayı istedim.

Üç kuşağın iç içe geçmiş hikayesi mi demeliyiz bu roman için yoksa kuşaktan kuşağa aktarılan lanetli, hak edilmemiş bir miras mı? Hak edilmemiş miras diyorum çünkü Anadolu topraklarında ve Çukurova’da Ermeni ve Yahudi azınlıkların evlerine yönelik  bir gömü arama takıntısı kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş. Bu aktarım, hikayenin kırılma noktalarını belirliyor aslında öyle değil mi? 

Aslında “define” olgusu bir kilit taşı. Her coğrafyada olabilecek bir şey. Ama bu romanda o bağlamda ince ayrıntı şurada, “defineyi arayanlar” bir köylü, bir mahalleli, kısacası halktan insanlar değil sadece. Romanda, define arayanlar arasına “kolluk kuvvetleri” de katılıyor mesela. Devletin en aşağı kademelerine değin inen, sinen bir tür “zulmün ganimetine” konma hevesleri kitaptaki önemli ayrıntılardan biri.

Define hikâyenin motoru gibi, evet ama kuşaklararasındaki çatışma, toplumun, daha doğrusu ortak hafızanın “bilinçaltında” yatan şeyler, mülkiyetin el değiştirmesinin yansımaları daha ön planda aslında.

Erkek Dutlar, erkekler arasında süregelen bir güç mücadelesinin ve erk sistemin bir yansıması. Bir yandan yaşlı Zalha’nın da dediği gibi meyve vermeyen, gölgelerinden başka hiçbir işe yaramayan ağaçlar erkek dutlar, aynı Meryem’in babası da olan Zalha’nın kocası gibi. 1940’lardan 2000’lere ve günümüze toplumda önüne geçilemeyen sorunlar erkek dutların çoğalması, köklerinin daha da etrafa yayılması olabilir mi?  

Dikkatiniz için öncelikle teşekkür ederim. Meyve vermeyen bir ağacın sadece yaprak dökerek ortalığı pisletmesi, metinde metaforlaşıyor bir bakıma. Bu durum, Zalha’nın ağzından vurgulanıyor roman içinde, belirttiğiniz gibi. Elbette bu “meyve vermeme” durumu “erkeklik” ile bağıntılı. Yoksa  kadınlığa hasrettiğim bir “doğurganlıkla” alakası yok. Biyolojik değil politik açıkçası. Vurgu, biraz da ortalığı pisletmeye dair. Sonuçta erkek ağaçlar, meyve vermez, ya yaprak döker ya çiçek. Ortalığı kirletir durur.

Hırsın, rekabetçiliğin, açgözlülüğün kirlettiği bir dünyanın içindeyiz hâlâ… Bu bağlamda, romanda kadınlar bazen seyirci, bazen kaderlerine razı, bazen isyankâr, bazen mücadeleciler. Ve bunu erklerin ve erkeklerin dünyasının içinde dolaylı veya doğrudan bir mücadele içinde var oluyorlar. Romandaki erkek karakterlerin çoğunun ise, esasen patriyarkal bir düzenin yansıması olarak; gaddarlıkla, hırsla, rekabetçilikle, tecavüzle mayalandıkları doğru.

Lakin kitaptaki karakterler için “salt kötü” veya “salt iyi” demek mümkün değil doğrusu. Yoldan, vicdandan, adalet duygusundan ne denli sapıldığı veya bu insani olgulara ne denli bağlı kalındığı ile ilgili bir durum var daha çok. Ama şunu da eklemem gerek sanırım, kitabın dört bölümünde de dut ağacı geçer mesela. Bir motif olduğu gibi. Bir tamamlayıcıdır. Hatta bir bağlam da aynı zamanda.  Kadınlık-erkeklik durumu, patriyarkal düzen olgusu kitabın konularından biri ama kitabın ismi kurgunun içeriğine dair bir şifre de barındırıyor aslında.   

Hikaye günümüze doğru yaklaştığında lanetlenmiş mirasın, nefretin, şiddetin, ölümlerin ihalesinin kadınlara -Berna ve Meryem’e- kalması hikaye içerisinde ayrıca çarpıcı hikayeler. Bir de Adviye Hanım var, önemli bir karakter olarak. Arka fonda ciddi politik unsurlar var erk sisteme dair fakat erkeklerin kadınlara bıraktığı miras baş edilir gibi değil.

Ölümlerin ihalesi kadınlara kalmıyor aslında. Bazıları “olanların” dehşeti karşısında içlerine bükülüyorlar daha çok. Adviye Hanım dolaylı bir müsebbip. Her şeyin farkında. Ama bir yandan da olan şeyleri hazmedemiyor. Adviye Hanım’ın hastalığından ötürü sayıklamalarından süzülen şeylerden biri, “kardeşinin” yasını tutarken, ailesinin başına gelenleri bir tür “ilahi adalete” bağlaması. Aynı şekilde, babasını ve amcasını suçlamasının içinde de benzer bir durum var.  

Yoksa o da babasının eski ortağı Soğomon’a ne kadar şefkatlidir, tartışılır. Zalha ile Meryem (yani anne ve kızı) geçmişi daha çok deşiyorlar bir yerde. Daha çok sorguluyorlar. Kafa tutanlar onlar daha çok. Berna ile Adviye Hanım daha kenarındalar meselenin. Ama başta da belirttiğim gibi, daha içlerine bükülmüşler, çünkü gasp edilerek elde edilmiş “servetin” kaynağındalar bir yandan da.

Tasvip etmemek ile karşı çıkmak ya da irdelemek arasında önemli bir fark var neticede.  

Erkek Dutların Gölgesinde biter bitmez düşündüğüm ilk şey bir türlü ne yaşandığı, neler olup bittiği belli olmayan ya da olan ama tam yüzleşme gerçekleşmediği için hep gri bulutların, flu gölgelerin hakimiyetinin hissedildiği Ermeni azınlığın yaşadıkları ile ilgili yine ne düşüneceğimi bilememek oldu. Romanı biraz bu genel perspektifiyle konuşmak ister misiniz?

Aynı coğrafyada yüzyıllardır yaşamış insanların “sistematik bir tertiple” gadre uğratılmasını, günümüzde dahi türlü bahanelerle kabullenilmemesine şahit olmak, daha iç yakıcı bir durum açıkçası. Kitap, imgesel olarak da ucundan kıyısından metaforik bir “kan davasını” da temsil ediyor bu bağlamda.

Roman, Dört Köşeli Kambur adlı kitabımdan bir epigrafla açılıyor, biliyorsunuz: “İnsan ölülerine aittir”. Açıkçası peşimizi bırakmayan şey, bir gölge gibi ölülerimizin etrafında şekillenmiş, şekilleniyor. Buna tarih de diyoruz elbette. Ama neticede kuşaktan kuşağa DNA ile dahi aktarılabilen, “mağdurluk”, “felaket”, “açlık” hatta “gaddarlık” gibi temel dürtü ve olguların insan yaşamını dolaylı veya doğrudan belirlediği gerçeği görmezlikten gelinemez. Biz doğarken, “geçmiş”e aitiz aslında.

Ayrıca romanda birtakım bilinçaltına göndermeler de yok değil. Dikran’ın, namıdiğer Murat Nalcı’nın, romanın bir bölümünde sadece “Karartı” olarak kişiselleşmesi, bu toplumun bilinçaltında bir Ermeni’nin temsilinin nereye tekabül ettiği konusunda açıklayıcı bir bakıma. Pişmanlığın Karartısı. Öfkenin Karartısı. İntikamın Karartısı. Belki de bir Özrün Karartısı.

Ali Özgür Özkarcı

Kurguyu ve özellikle romanın ilk iki bölümünde kullandığınız dil unsurlarını da (ağız ve şive) konuşmak isterim. Adanalı olarak hakimsizin elbet fakat zor oldu mu 1940’ların dilini kullanmak? Kurgusal olarak kitabı dörde ayırmanız da önemli. Kuşaklar arası mekânsal ve duygusal aktarımlar adına daha etkili olacağını mı düşündünüz?

Ağız ve şive kullanımı olgusu, yazınımızda özellikle altmışlarda sıklıkla tartışıldı. Kemal Tahir romanlarındaki köylerin ve bozkırın sert gerçekliği, o romanlardaki karakterlerin yörelerine uygun “şiveli” konuşmaları, edebiyatımızda bir “gerçekçilik” tartışmasının içine çekildiğini anımsıyorum. Bir tarafta Kemal Tahir, Orhan Kemal; diğer tarafta ise Memet Fuat…O zamanların romanlarındaki şive kullanımı, “gerçekçilik” adı altında tartışılıyordu ama esasen alttan alta yürüyen argüman, bir tür Batılılaşma/modernlik kerterizi içinde “kurucu Kemalizm” idi sanki.

Kırkların Adana ağzını romanda yansıtmak, benim açımdan çok zor olmadı açıkçası. Sonuçta ben ananesiyle büyüyen çocuklardanım. O dil, o şive, o ağız kulağımda idi hep.

Herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı azınlıkların yaşamları konusu ile ilgili kurgu ve kurgu dışında daha fazla metin yayınlanmaya başladı. Çağdaş edebiyatta da ivme yukarı doğru seyrediyor. Var mı okuyup da çok sevdiğiniz ve önereceğiniz kitaplar?

Evet çoğaldı, artması da gayet güzel. Temennim daha da çoğalması. Neticede bir yüzleşme meselesi bu. Yas temelinde de olsa, mülkiyet veya tarih ağırlıklı da olsa fark etmiyor; bu toplumun acılarına, öfkesine, geçmişine ayna tutması gerek. Başka türlüsü mümkün değil.

Sonuçta, “Kurtuluş” denilen şey, resmi tarihin karanlık şifreleri, aynı zamanda yüzyıllardır buralı olan insanların tasfiyesi manasına da gelmiyor muydu?

Konuşmaya ve tartışmaya başlandığında, Ermeni, Rum, Süryani deyince hikaye birden “çatışma” alanına dönüşüyor. Şöyle bakalım bir de. Tasfiye edilen Anadolu Hristiyanlığı’dır. Açıktır. Elbette kimliğin içeriği, insanların Rum olması, Ermeni olması öncelikli ve değerli ama Anadolu Hristiyanlığı deyince, ne denli “buralı” bir yerden konuştuğumuz kolaylıkla anlaşılacaktır. İnsanların çoğu tam da burasını kaçırıyor çoğu zaman.

Öbür türlüsü, biraz da kendi sorunlarını başkalarına, buralı olmayanlara konuşturmaya neden olmuyor mu? Günümüzde de geçerli bir durum. Hâlâ başka kimliklere karşı benzer şeyleri yaşamıyor değiliz. Siyasi iklim, bir “düşman” yaratmak üzerine kurgulandığı sürece, meseleler daha da çıkmaza sürükleniyor maalesef. 

Konuya dönersem, Bu bağlamda yazılanların hepsini okuduğumu söylemem yanlış olur. Ama mesela Rober Koptaş’ın Unufak romanını çok merak ediyorum. En kısa zamanda okuyacağım. Koptaş’ın söyleyecekleri önemli. Meselenin kendi çerçevesi içinde, yasın anlatılamayacağını, “tanıklığın” beyhudeliğini bir kenara bırakırsak, böylesi bir tarihsel acıda, birebir muhatabın yazdıkları her daim daha önemli olmuştur.

İki romanı sayabilirim ama… Biri Gürsel Korat’ın Unutkan Ayna’sı. Bence çok incelikli ve güzel bir anlatıydı. Diğeri ise Akif Kurtuluş’un Ukde’si. Ama şunu da eklemem gerek. Zabel Yesayan’dan Zaven Biberyan’a az önce vurgu yaptığım Anadolulu, İstanbullu yazarların yazdıkları da önemli. Mesela, yine buralı olan, Ayvalıklı İlias Venezis’in Eolya Toprağı’nı, Belge Yayınları’ndan çıkmıştı, tüm içtenliğimle tavsiye ederim.