.

Ahmet Şeninak: “Bütün oyun Cem’in hayatı boyunca başına gelenleri anlatması ile ilerliyor.”

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Tiyatro Alesta’nın yeni oyunu Fotoroman Kralı prömiyerini geçtiğimiz haftalarda Kadıköy Emek Sahnesi’nde yaptı. Ali Cüneyd Kılcıoğlu tarafından yazılan ve Ahmet Şeninak tarafından yönetilen Fotoroman Kralı, Orçun Ucal’ın tek kişilik performansıyla izleyicilerle buluştu.

1970’ler Türkiye’sinde fotoroman kralı olmaya giden yolda Cem, İrfan, Esengül ve Ayı Bayram’ın hikâyesini izleyicilerle buluşturan oyun, geçmişten günümüze uzun soluklu bir anlatıya ev sahipliği yapıyor. Cem ile İrfan’ın para kazanmak için düğünlerde Aşuk-Maşuk oyunu oynaması ve birbirlerine âşık olmalarıyla gelişen olaylar, zamanla içerisine sokağa çıkma yasakları, seks filmleri furyası, polis işkencesi, faili meçhuller, kapatılan sinemalar ve sendikalaş(a)mama faaliyetlerinin gölgesinde birçok farklı gelişmeyi de dâhil eder.

Oyunun yönetmeni Ahmet Şeninak ile Fotoroman Kralı, oyunun sahnelenme süreci ve ele aldığı meseleler üzerine konuştuk.

Geçtiğimiz günlerde prömiyerini yapan yeni oyununuz Fotoroman Kralı’nda 1970’lerin son çeyreğinde, fotoroman sevdalısı bir gencin hayat hikâyesi işleniyor. Öncelikle 70’lerde geçen bu oyunu yönetirken nasıl bir çalışma yürüttünüz? Yazar ve oyuncu ile nasıl bir süreç geçirdiniz?

Dönem aslında hepimizin hayranı olduğu bir dönem. Rengarenk elbiseler, danslar, herkesin birbirine çok daha anlayışlı davrandığı, benim yaş itibariyle görmediğim ama annemin ve babamın fotoğraf albümlerinden anımsadığım romantik bir dünya. Ama aynı zamanda çok karanlık siyasi olayların yaşandığı da bir dönem. Oyunumuzda da bunlar Cem’in ve arkadaşlarının başına geliyor. Sistemli şekilde işkence gören insanlar, faili meçhul cinayetler, kanlı 1 Mayıs… Zaten aslında 70’ler ve 80’lere ilgi duyan bir insan olduğum için döneme çok daha aşinaydım. Ama tabii ki bu dönemde geçen bir oyun yönetmek olduğunda daha kapsamlı bir araştırmaya girmek gerekiyor. Dönemle ilgili bulabildiğim röportajları izlemekti esas amacım. Çünkü film dediğimizde işin içine kurgu ve oyunculuk giriyordu. İzlediğim belgesellerden ise çok verim alamadım. Ama gerçekten o dönemle ilgili bulduğum sokak röportajları bana bambaşka kapılar açtı. İnsanların yaşadıkları, konuşma biçimleri, davranışları bu oyunu yönetirken çok faydalı oldu. Yazarımız Ali Cüneyd Kılcıoğlu’nun kurduğu dünya ise tüm bu izlediğim röportajlardaki insanların birleşimi gibiydi. Gerçekten o dünyadan bize kanlı canlı bir şey sunuyordu. Ben izlediğim ve okuduğum şeyleri Ali ve Orçun ile paylaştım. Orçun’la oyunun içerisindeki karakterleri çıkartırken bunlardan çok faydalandık. Bazılarını biraz köpürttük, bazılarını çok naif bıraktık. Provalara başlamadan önce hiç fotoroman okumamıştım. Ali’nin bize hem fotoromanın incelikleriyle hem de o dönem ve karakterlerle ilgili çok faydası oldu.

Yönetmen olarak bir “dönem oyunu”na hayat vermek sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

İnce bir ipin üzerinde yürümek gibi. Dediğim gibi tanıklık etmediğim bir dönemle ilgili bir söz söyleyeceksem eğer bunda çok dikkatli davranılması gerekiyor. O yüzden çok fazla araştırmak gerekiyordu. Bu süreç açıkçası bizim için eğlenceli geçti. Yeşilçam Sokağının içine girip orada biraz dolaşmak bize iyi geldi. Oradan da umudu getirdiğimiz ve seyirciye gösterebildiğimiz için bir yönetmen olarak kendimi çok şanslı hissediyorum.

Fotoroman Kralı aynı zamanda bir müzikli oyun. Dolayısıyla oyun boyunca birçok noktada şarkı söyleniyor, dans ediliyor. Söz konusu bu geçişlere, dans ve şarkılara nasıl karar verdiniz? Orçun Ucal ile bu noktada nasıl çalıştınız?

Oyun metnini Ali çok titiz bir şekilde yazdığı için şarkıların ve dansların olduğu yerler tam da olması gereken yerlerdi. Biz ilk provalara başladığımızda şarkılar ve danslar yoktu. O yüzden başlangıçta biraz zorlandık. Çünkü ne olacağını ve nasıl olacağını bilmiyoruz. Oyunu bölecek mi kestiremiyoruz. Onur Keskin şarkıları bitirdiğinde ilk halini bize attığında içimiz biraz rahatladı. Orçun stüdyoya girip şarkıları söyledikten sonra şarkıları dinlediğimizde hep beraber kalkıp oynadık. Biz Orçun’la aynı okuldan mezunuz. Seçil Demircan ise bizim okuldan hocamız. Koreografi için güvenebileceğimiz tek kişi oydu. Çünkü hem geleneksel bir Âşuk ile Mâşuk dansı var işin içinde hem de 70lerin dansları. Orçun oyun boyunca hem dans ediyor hem de canlı bir şekilde şarkı söylüyor. Bu yüzden hem şarkılar hem dansların provası için uzun bir zaman ayırdık.

Orçun Ucal’ın hayat verdiği Cem karakteri hayatında birçok iniş-çıkış olan, kendi içerisinde birçok duygusal dalgalanma geçiren bir figür olarak değerlendirilebilir. Bir yönetmen olarak böylesi bir karakteri sahneye taşırken nelere dikkat edersiniz?

Benim en şanslı olduğum konu Orçun’la hem aynı okuldan mezun olmuş olmam, hem de 11 yıllık arkadaşım olması. Orçun’u hem okulda hem de profesyonel hayatta birçok oyunda izledim. Oyunculuk konusunda o yüzden nerelere gidebildiğini biliyordum. Oyunda Orçun Cem’in dışında bir de Cem’in hayatında olan 8 tane karakteri ve onların hayatlarındaki iniş çıkışları da oynuyor. Bu da hem oyuncu için hem de yönetmen için çok keyifli ama bir yandan da çok zor bir durum. Bu yüzden provalara başlamamızdan itibaren her biri karakteri tek tek çalıştık. Yani tek bir oyun ve tek bir karakter değil oturup gerçekten 8 farklı karakter, Bunların duygu durumları, şiveleri, duruşları, oturuşları üzerine çalıştık. Cem’in onları gördüğü yerden o olup konuşması üzerine çalıştık. Cem onları böyle gördüğü için bize aslında bu karakterler böyle görünüyor. Bu noktada benim için en önemli kısım hiçbir karakterle dalga geçmemek ve yaşadıkları duygu durumları üzerinden ajitasyon yapmamaktı.

Fotoroman Kralı her ne kadar tek kişilik bir oyun olsa da Orçun Ucal aslında birçok farklı karaktere hayat verir. Ayı Bayram, Esengül, İrfan, Cem… Bunca farklı kişiliği sahnede gösterirken karakterler arasındaki geçişe nasıl karar verdiniz? Her bir karakteri birbirinden bu kadar net bir şekilde ayırmayı nasıl başardınız?

Biz provalara başladığımızdan itibaren bu oyunu tek kişilik düşünmedik. O yüzden gerçekten her birini tek tek çalıştık. Bu karakterlerin hepsinin o döneme ait karakterler olmalarını istedik. Konuşma biçimleri oturuşlarını ona göre çalıştık. Cem’in genel ritmini belirledikten sonra her bir karakterin ritmini, ses tonunu ve oturuşunu belirledik. Cem tüm bu hikâyeyi üzerinde Mâşuk kostümüyle anlatıyor. Yani Orçun var, bir de bize cam gözüyle bakan Mâşuk, onun kırmızı ojeli elleri var. Seyircinin algısının kaymaması içinde karakterlerin hepsine daha belirgin davranış biçimleri koyduk. Örneğin Esengül şuh kahkahalar atarken Prodüktör Selim Abi hayattan bezmiş bir yavaşlıkta konuşuyor gibi.

Cem’in tek arzusu bir fotoroman kralı olarak İrfan ile beraber yaşamaktır. Ancak her iki arzusu da belirli noktalardan kırılır, gerçekleşmez. Cem’in hayatına yön veren bu fotoroman kralı olma arzusunu sahneye nasıl yansıttınız? Cem’in hayatında çocukluktan ilk-gençliğe, oradan olgunluk yıllarına geçişte “meşhurluk” temasını nasıl bir süreklilikle ele aldınız?

Aslında bütün oyun Cem’in hayatı boyunca başına gelenleri anlatması ile ilerliyor. Cem aslında hep umut eden ve umut ettiği şey üzerine de uğraşan bir insan. Asla vazgeçmiyor. Fotoroman sevdası gönlüne düştükten sonrada Selim abisinin söylediği üzere sette figüranlık gibi bir sürü şey yapıyor. Pes etmiyor. Çocukluğundan itibaren “efsunlu çocuk” yaftasından kurtulmaya çalışıyor ve hayatta kazandığı ilk başarı bir fotoroman hazırlayıp onunla Üniversiteyi kazanmak. Fotoroman Kralı olduğunu hayal ettiğinde ise gözünde canlanan şey mahallede Fotoroman Kralı olarak yürüdüğünü görmek. Cem’in esas amacı Fotoroman Kralı olarak görünür olmak. Fotoroman onun kendisini gösterdiği kanıtlamak istediği yer. Evet meşhur olmak istiyor Cem ama esas amacı aslında insanların onu fark etmesi. Aslında Cem Fotoroman Kralı oluyor. Evet bu Cem’in hayalindeki gibi taç giyerek olmuyor ama başarıyor. Bütün oyun boyunca esas meselemiz aşk hikâyesinde de başlarına gelen korkunç olaylarda da hepsinin üzerindeki tozları silkeleyip tekrar ayağa kalkmasıydı. O yüzden başlarına gelen korkunç bir olayı anlattıktan sonraki tüm geçişlerde Cem her defasında silkelenip hikayesine devam ediyor. Rejide en çok dikkat ettiğim nokta bu oldu. Her şeyi olması gerektiği yoğunlukta anlatmak ama sonrasında “ama hayat devam ediyor”u seyirciye hissettirmek

Cem’in İrfan’a duyduğu aşk onun karakterini de hayatını da geleceğini de derinden sarsar ve üzerinde büyük bir etki yapar. Peki aşk, bu oyunun merkezinde nasıl bir yerde durur? Nasıl Cem’i hayata bağlayan en güçlü bağ olur?

Cem’in İrfan’a duyduğu aşk. Cem’in fotoroman yapmaya duyduğu aşk. Ayı Bayram’ın Esengül’e duyduğu aşk. Hepsinin hayata duyduğu aşk. Bu oyunun merkezinde genel olarak aşk var, tutku var. Bu hepsinin bütün hayatını değiştiriyor aslında. Hepsi bu aşk duydukları şeyler ile ilgili sınavlar veriyorlar. Düşüyorlar, kalkıyorlar yine yollarına devam ediyorlar. Hepsini hayata duydukları bu aşk hayatta tutuyor. Tıpkı bizim hayatımızdaki gibi. Hayatta olup olmamak hepimizin kendi elinde. İçinde hala yaşama aşkı ve tutkusu olan insanlar hala devam etmeye çalışıyor. Oyundaki herkesi de hayata bağlayan en güçlü duygu yaşama tutkusu.

Oyun boyunca aynı zamanda izleyicilere bir tür Âşuk-Mâşuk gösterisi sunuyorsunuz. Âşuk-Mâşuk, geleneksel bir dans/gösteri olarak geçmişten günümüze devam eden özel bir eğlencelik olarak değerlendirilebilir. Gelenek ile modernin kesiştiği noktada yönetmen olarak bu konuya dair neler söylersiniz? Âşuk-Mâşuk gösterisini sahneye taşıma meselesi üzerine ne söylersiniz?

Cem’in bununla ilgili çok güzel bir cümlesi var: “Aslında bende dünyadan kaçmak için giriyorum bunun içine. Bunun içinde davullar, zurnalar düğün havası… Dünya havası ağır çünkü… Dünyadan kaçmak için yani…” Oyunu çıkartırken ki en önemli cümle benim için buydu aslında. Önemli olan benim için Cem’in neden Âşuk Mâşuk gösteri yaptığıydı. Cem Maşuk’u bir maske olarak kullanıyor aslında. Cem ile İrfanın ilk kavuşmaları da Âşuk Mâşuk gösterisi sırasında oluyor. En büyük kayıpları da. Burada benden daha çok aslında Ali’nin metinsel olarak kurduğu Matematik çok iyiydi. O tüm bu hikâye içerisinde Âşuk Mâşuk hikâyesini öyle bir yere konumlandırmış ki bizim için çok keyifli oldu.