.

Bir hayat yazılmaya neresinden başlanır?

İpek Bozkaya

Bir Ömrün Takvimi, Can Gürses’in masumiyeti, saflığı, bütün kötülüklere ve çürümüşlere karşı inadına sevgiyi ve neşeyi, eşitliği ve kardeşliği, antikahramanlık öykülerinin karanlık dünyalarının karşısında durarak naif duygularla anlattığı romanı. Roman dünya tarafından bilinmeyi istemeyen ve görünmeyen bir adanın içinde yaşayan, yazılı olan kurallar ve yasalar yerine düsturları olan, meseleleri adanın çekirdeğinde toplanarak tartışan, Antik Yunan şehirlerine benzeyen yönetim ve demokrasi sistemlerinin olduğu ütopik bir ada ile görünen dünya arasında bağlantı kuran Mimo ve ailesi arasındaki ilişkiyi Mimo’nun yaşamı üzerinden anlatıyor. Romanın başında yer alan Moby Dick’ten alıntılanan epigraf romanın içeriğine dair ipucunu ilk elden okura sunuyor: “Bu ada hiçbir haritada yer almıyor; gerçek yerler asla haritalarda yer almaz.” 

Bütün sıkıntılarını anlattıktan sonra “Herkes bilsin çok mutlu bir hayat yaşadım” diyen Masumiyet Müzesi’nin kahramanı gibi Mimo da bütün ayrılıklara, sınanmalara, çirkinliklere ve kalp kırıklıklarına rağmen çok mutlu bir hayat yaşadım diyebilme potansiyeline sahip bir roman kahramanı. Duyguları yine bütün potansiyellerle deneyimleyerek ve iyimserliğinden ve neşesinden ödün vermeyerek ise “Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı.” diyen Puslu Kıtalar Atlası’nın Uzun İhsan Efensi’sine selam veriyor. Romanın kahramanı Mimo anlatı zamanında 100. doğumgününü kutlayacak olan kıymetli bir sanatçı. Kıymeti onu görünen dünyaya açan fotoğrafçılığından ve bakmayı ve görmeyi bilmesinden geliyor. Nasıl ki Görünmez Ada görünen dünya tarafından bilinmeyi istemiyorsa Mimo da hayatını meşhur olmamak, kendi halinde olmak, görünmez olmak isteyerek geçiriyor. Günümüzün onaylanma rahatsızlığından mustarip muhteris kalplilerinin havsalasının alamayacağı bir şekilde kendi halinde kurguluyor yaşantısını. Fakat 100. yaş gününde ada halkı ondan gelecek kuşaklara kalsın diye kendi biyografisini yazmasını istediğinde hayatıyla ve sanatıyla meşhur olmuş bir sanatçı olduğunu idrak edince bu ironiye gülümsemeden edemiyor. Ada halkının kendisinden hayat öyküsünü yazmasını istemelerine karşın verdiği iki kelimelik cevabın kulaktaki yankısı Mimo’nun dünyaya bakışında hangi duygudan ivmelendiğini çok yerinde anlatıyor: “Seve seve!” Böyle tarifliyor müteşekkir duygularla ısınan kalbi bir ömrü gözünün önünden geçirmeye hazırlanırken: “Gözlerimin bir ömür kendisi olmasını kutlayan tatlı mı tatlı gözyaşlarım eşliğinde başımı göğe kaldırıp kelebeklerin müsameresini şükranla seyrettim ve dört bir yanımdaki gözlerin her birine gözlerimle dokunarak “Seve seve!” diye haykırdım” (8). Bir hayat yazılmaya neresinden başlanır? Başlıyor Mimo 100 yıllık ömrünün hikayesini aklına geldiğince gücü yettiğince kalemi elverdiğince anlatmaya. Takvim fikriyle işe koyuluyor ve ömrünü, adasını, görünen dünyayı, sevdiklerini, seyahatlerini, savaşı, barışı, başarıları, başarısızlıkları başlıyor Mimo usulünce anlatmaya.  

Bir Ömrün Takvimi’nde metin ilk açıldığında ve Mimo Görünmez Adası’nı anlatmaya başladığında romanın mekânının Görünmez Ada ile sınırlı olacağı ve Görünmez Ada’nın detaylarıyla kurgulanacağı, böylesi bir ülkenin yaşayış biçimleri ve insan ilişkileri üzerine mekânın sınırlarından çıkmadan fantastik bir evrenin içinde bir okuma eylemi gerçekleştirileceği düşünülebilir. Fakat yazar Görünmez Ada’nın gerçekliğini görünen dünya tezatıyla vererek sunuyor. Hayali bir adayı bilinen dünyayla karşılaştırarak mekânın sınırlarından çıkarak veriyor. Bunu da duyguların ve yaşantıların çeşitlenmesi ve bilinen dünya karşısında adanın değerinin anlaşılması için yapıyor. Ve roman bu durumda epik kelebeklerin fantastik evreninden Leningrad’daki savaşı da anlatabilecek şekilde olaylar ve duygular yelpazesine erişiyor. Görünmez Ada’nın büyülü atmosferi yeri geliyor Eminönü’nde yahut Londra’da sokaktan geçen çok gerçekçi bir mutsuzluk figürüyle kontrast yapabiliyor.  

Çocukluğu Görünmez Ada’da, gençliği Leningrad’da ve İstanbul’da, orta yaşları Londra ve Paris’te, yaşlılığı Görünmez Ada’da geçiyor Mimo’nun. Şehirlerle kurduğu bağlantı hayata ve dünyaya bakışında ve Görünmez Ada ile kurulan kontrastta önemli bir kavşak. Yaş aldığında bu semtlere yeniden dönüp kendisinde ve şehirlerde olan değişimi karşılıklı bir incelemeyle yeniden değerlendiriyor. İstanbul’u da, Londra’yı da, Leningrad’ı da yıllar önce ilk geldiği zamanlardan çok farklı bulan Mimo şehirlere yeniden yaş almış gözlerle baktığında şehirlerin değişen siluetini kendi değişmiş duygu durumlarıyla ve hayat algısıyla değerlendirdiğinde beğenmiyor. Görünmez Ada’yı ise döndüğünde değişmemiş bulmak, Görünmez Ada’yı Görünmez Ada yapan asli unsurların hâlâ adanın karakterini yansıttığını görmek, insanlarının içindeki sevginin eksilmeden kaldığını görmek, adanın çocukluğundaki huzur veren sakinliğini aynı şekilde bulmak istiyor. Fakat İstanbul, Londra ve diğer şehirlerdeki gibi Görünmez Ada’da yıllar önceki kimliğinden verdiği ödünlerle değişerek karşısına çıkıyor Mimo’nun. Şehirlerdeki bu değişimin okuması Mimo’nun yılları devirip çeşitli deneyimler elde etmiş ve değişmiş hayat algısıyla da paralel gidiyor. Leningrad’da gördüğü savaş sahneleri Mimo’yu hayata karşı daha hassas daha kırılgan fakat daha mücadeleci yaparken Londra’da Görünmez Adalı kimliğini saklamak isteyerek fotoğrafçı kalmaya devam etmeye çalışması kimlik ve aidiyetle ilgili soru işaretlerinden doğan bir cendereye onu salıveriyor. İstanbul’da fotoğraf ve hikâyenin peşinden gittiği zamanlardaki gençliği ve coşkusu sorgulamalardan ve sıyrılmalardan beslenmeye başladığında, Görünmez Adalı kimliğinin onda yarattığı yıkıcı ve tamir edici etkiyle aynı anda yeniden kuruyor kendini. Görünmez Adalı kimliğini görünür dünyada saklamaya çalışarak benliğini ve kimliğini korumaya devam etmesi yıllar sonra uğradığı şehirlere ve Görünmez Ada’ya olan bakışında etkili oluyor. Nitekim doksanlı yaşlarında İstanbul’a birkaç günlüğüne döndüğünde şehir ona değişen kimliğiyle aynı paralellikte değerlendirebileceği şekilde değişmiş görünüyor. Yaşadığı ayrılık acıları, çektiği hayat sancıları Mimo’ya İstanbul’un 63 sene sonra okumasını berbat edilmiş bir şehir olarak yaptırmasında etkili oluyor. 63 sene sonra İstanbul’a geldiğinde önce kocası Cryso’nun ölümünü hatırlayıp gençliğinin ve canlılığının yitip gittiğini ikrar ediyor. Daha sonra şehre baktığında ise gördüğü manzara şöyle oluyor: 

“İlk kez 1943 senesinin güneşli bir şubat günü geldiğim İstanbul’a gene güneşli bir günde, bu kez aylardan eylülken yanımda kızımla döndüm. Geldiğimiz yerin İstanbul olduğuna şu İstanbul mavisi denizi ve güzelim Galata Kulesi’ni görmesem inanamazdım. Evet şurası Eminönü şurası Karaköy’dü hâlâ, Galata Köprüsü de bıraktığım yerinde uzanmış, koynunda hiçbirine kâfi gelmeyen sütüyle çocuklarını besliyordu. Ne var ki bir başkasının tavrını, duruşunu, kılığını, lehçesini, adabını, geçmişini kuşanmıştı İstanbul. Ruhundan ayrı düşen bitap bir bedendi şimdi. Hâlâ devrime inanan ama artık sofu bir muhafazakâr gibi yaşayan, yaşlanmadan ihtiyarlamış bir adama dönüşmüştü. Oysa ’43 senesinde gördüğüm İstanbul bir eşi daha olmayan delidolu, özgürlüğüne, rengârenkliğine düşkün olgun bir kadındı. Kim, niye onu böylesine canlılığından etmişti? Onu sevenler olamazdı. Peki ama niye müsaade etmişti İstanbul böylesine tarumar edilmeye? Sevgisinden boyun eğmiş olabilir miydi insanına?” (186).  

Mimo’nun iyimserliği ve neşesi onu şehirlerle ve doğup büyüdüğü yerle kurduğu etkileşimde edilgen ve şeyleri sorgulamasız kabul eden bir kimseye dönüştürmüyor. Pek sevdiği Görünmez Ada’sını yeri geldiğinde eleştirmekten, sorgulamaktan geri durmuyor. Nitekim Londra’ya taşınacaklarında ada halkı toplanıp onlar adına karar verdikleri vakit ütopik adanın karar alma mekanizmasını şöyle sorguluyor: “Birimizin kararı hepimizin kaderi. Bu yüzden hepimiz birden veriyor birimizin kararını. Peki ama bu arada özgürlüğümüze ne oluyor? Ancak ülkemizin kurallarına uydukça mı özgürüz? Özgürlüğün sınırları var mı? Olmalı mı? Özgür olmayan bir var oluş gerçek bir var oluş mu yoksa sanrı mı?” (80) Londra’ya gittiğinde ise bu sefer farklı sorgulamalar ve tespitler beliriyor kafasında Mimo’nun. Şehirlerin onda oluşturduğu etkiler duyguları ve yaşantısını etkiliyor. 

Ada halkının dili olan Çiçekçe ve ada halkına verilen isimler naifliği ve kitabın edebi dilini kuran unsurların karanlıktan beslenmeyişini simgeliyor. İnsandan çok çiçeğe benzeyen halkıyla -ve bu yüzden doğan bebeklere ten rengine uygun çiçek isimleri verilen- bu zarif adada herkesin ten renginin ayrı olması farklılıkların zenginliğini ve birleştiriciliğini simgelerken bütün değerlerin çöktüğü bu karanlık çağda yazarın üslubunu hâlâ karanlıktan beslenmeyen bir edebiyatın varlığının umut verdiği bir evrene çekiyor. Romanda deneyimlenen bütün kötücül duygulara karşın dans, fotoğraf, sanat, aralarda yazarın yeri geldikçe metne eklemlediği şiirler ve şarkılar; dünyaya neşeyle, sanatla ve iyimserlikle bakmaya devam etmek isteyen okura oldukça tatmin edecek bir okuma deneyimi sunuyor.