Ahmet Büke: “Anlatmaya değer, iyi hikâyeler bulmaya çalışıyorum ve bunları temiz bir Türkçe ile anlatmaya gayret ediyorum.”

Aynur Kulak

Çağdaş edebiyatımıza yeni romanı Kırmızı Buğday ile Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşu üzerinden dönemsel tarihi bir hikayeyi anlatan Ahmet Büke; “Ben özünde hikaye anlatıyorum.” diyor ve Kırmızı Buğday’ı önceleyen Deli İbram Divanı’nı da konuştuğumuz sohbetimizde romanlarıyla ilgili yazım sürecini şu cümlelerle özetliyor: “Anlatmaya değer, iyi hikâyeler bulmaya çalışıyorum ve bunları temiz bir Türkçe ile anlatmaya gayret ediyorum.” Yazmaya başladığımdan beri yapmaya çalıştığım şey sadece bu.” Ahmet Büke  ile Kurtuluş Savaşı dönemi ve sonrasını olaylar, mekanlar ve karakterler odağında güçlü bir tarihi perspektifle anlatan Kırmızı Buğday’a dair tüm ayrıntıları kapsamlı şekilde konuştuğumuz söyleşimiz için buyurun lütfen.

Sohbetimize başlarken edebiyatla olan bağınızı nasıl tanımlarsınız diye sorarak başlamak istiyorum, fakat sizinle ilgili “Egeli yazar”, o toprakların ve oradaki yaşamların hikayesini yazan yazar tanımları üzerinden bu soruyu sormak istiyorum. Sizin ilgili “Egeli Yazar” tanımını ben de kullanıyorum. Şunu da belirtmek gerekiyor edebiyatla olan bağınız nereden bakarsak bakalım son derece bütüncül. Yani aynı ana hikayeyi alıp orta Anadolu’ya yerleştirsek ana tema işleyişini sürdürür. 

Böylesi tanımlamalardan bir rahatsızlık duymuyorum aslında. Çünkü yazdığınız metin elinizden çıktığı anda neredeyse tamamen okurun mülküne geçiyor. Her okuyan düşünüyor, konuşuyor, yanındakine iyi ya da kötü bahsediyor hatta yorumluyor. Yani yeniden yeninden “yazılıyor” aslında yazdıklarınız. Ve bunlar artık sizin müdahale alanınızın dışında hatta gücünüzün ötesinde. Böyle şeyler için yani artık kontrol edemeyeceğiniz durumlar için endişe ve kaygı duymak yersiz. Akışı seyretmekten başka çok da elinizden bir şey gelmez. Bu kötü bir şey de değil bu arada. Kısaca ben kendimi Egeli yazar olarak görmüyorum. Doğduğum yerleri, yaşadığım toprakları, köklerimi çok seviyorum; onlardan daima besleniyorum ve hepsine derin bir aidiyet duyuyorum. Ayrıca yazarken yaşadığım coğrafyayı da bir fon olarak kullanıyorum. Ama ne yazdığıma bakılırsan insanın insan olmaktan doğan dertleri ve mücadelesini dönüp dolaşıp anlatıyorum. Örneğin Deli İbram Divanı’nı İtalya’nın Akdeniz kıyısında yoksul bir balıkçı kasabasına alıp koysanız hikâye aslen bozulmaz. Çünkü yoksul balıkçıların para babası sağcı patronlarla harbi, mağlubiyet ya da zaferleri coğrafyadan ve hatta zamandan bağımsız bir olgudur. Benim yapmaya çalıştığım öz olarak bu. Bunu başardıktan sonra beni İzmirli ya da Levanzolu bir yazar olarak anlatmaları ya da anmaları çok mühim bir şey değil.

Ahmet Büke edebiyatında onuncu kitabınız Kırmızı Buğday ve hem öykü kitapları hem de son çeyrekte romanlar olmak üzere elimizde çağdaş edebiyatımıza dair önemli bir külliyat var. Son kitaplarınızda romanı tercih etmenizin sebebi anlatmak istediğiniz hikayeleri daha iyi anlatacağınızı düşünmeniz mi? 

Ben özünde hikâye anlatıyorum. Anlatmaya değer, iyi hikâyeler bulmaya çalışıyorum ve bunları temiz bir Türkçe ile anlatmaya gayret ediyorum. Yazmaya başladığımdan beri yapmaya çalıştığım şey sadece bu.

Deli İbram Divanı ve Kırmızı Buğday; biri denizi, diğeri toprağı temsil ettikleri için yaşamı, hayata tutunmayı, açlığı, tokluğu ve ülkenin tarihi süreçlerini anlatmaları adına önemliler. Diğer unsur olarak birbirini önceleyen yapılarıyla da konuşulmaları gerekiyor. Burada belirttiğim hangi unsurlar ana odak inşada bu iki romanınızı bir arada  konuşmamıza sebebiyet veriyor? 

Ana mesele elbette mülkiyet ve buna bağlı olarak sınıf savaşı ve elbette bunlara bağlı olarak tarih nasıl şekillenmiş, akmış, alt üst olmuş, yeniden inşa edilmiş. 1950’lerde bu macera nasıl yaşanmış? O yıllardaki kavganın kökleri 20. yüzyılın başında nasılmış? Bu deve dişinin kökleri biraz daha geriden nasıl gelmiş? Bütün anlatı bu evrenin etrafında şekilleniyor aslında.

Şunu da sormak istiyorum hemen; iki romanınıza dair ortak noktaları konuşurken farkları neler, mesela Kırmızı Buğday’da anlatım olabilir, kurgu olabilir ya da karakterler de olabilir, mektuplar olabilir, farklı olarak şunu yapmak veya denemek istedim diyebileceğiniz bir şey oldu mu?

Bunu artık edebiyat eleştirmenleri, edebiyat tarihçileri ve okurlar konuşacak. Ben yazdım. İşim bitti.

Roman dört bölümden oluşuyor ve Kırmızı Buğday önemli bir simge olarak dört bölüm boyunca hikayeye eşlik ediyor. Ana odakta Kırmızı Buğday’ın neyi temsil etmesini istediniz? 

Herhangi bir şeyi temsil etsin diye düşünmedim. Çok güzel bir türkü. İlk aklıma gelen o oldu. Ama yorumlayanlar bir dolu temsiliyet bulacaklardır, eminim.

Romanın ilk bölümü kişisel hikayeler üzerinden temelleniyor fakat ikinci bölümde Çanakkale Savaşı ve vatan savunması, alt sınıf hikayesinin çok önemli oluşu, üçüncü bölümde savaş sonrasını fırsata çevirenler ve asıl savaşanların elinde avcunda bir şey kalmaması, dördüncü bölümde ise ülkeye dair karakterlere dair sancılı süreçlerin devam etmesini okuyoruz. Kırmızı Buğday simgesi bölümlerde ve tüm perspektifte kendini gösteriyor fakat en çok hangi bölüm adına Kırmızı Buğday’ı derinlemesine ele alabiliriz?

Bilmem. Bu tür şeyleri hiç düşünmedim. Yalnızca hikâyenin akışıyla ilgilendim aslında.

Karakterleri konuşmak istiyorum elbet. Romanda temelde Arap Ali ve Adnan Bey’in hikayesi işleniyor. Her iki karakteri gündelik hayatlarında da takip ediyoruz fakat asıl olarak onların ülke tarihinin kaderine katkıları çok önemli, öyle değil mi? Bir ülkenin nasıl yönetileceği her şey, politika her şey fakat bu politikalar bireysel hikayelerden yola çıkılarak oluşuyor aslında ve biz bunu Arap Ali ve Adnan Bey özelinde çok iyi görüyoruz. İki karakteri biraz bu noktalardan konuşabilir miyiz? 

Tarihsel olarak sınıf mücadelesinin iki ucunu temsil ediyorlar. Emeği ile geçinen, en alttakileri temsil eden, hat boylarında ve işgal altında vatanını savunan, işbirlikçi monarşinin yıkılıp Cumhuriyet’in kurulmasında en çok emeği olan Arap Ali ile işi gücü mülk sürmek ve kule dikmek yani zenginleşmek olan ve sonunda devrimi de çalan Adnan Bey. Biri bizimkilerden ötekisi de muarızlarımızı temsilen işte.

Teğmen Cemil ve Yarbay Zeki’nin mektuplarını konuşmadan geçmek istemem. Hem Çanakkale Savaşına hem de savaş anlatısına dair elimizdeki en önemli veriler mektuplar, öyle değil mi? Ve tabii edebiyatta tür olarak da artık çok devreye girmeyen/kullanılmayan fakat kullanıldığında önemli bir destek güç. En baştan itibaren mektupların Kırmızı Buğday içerisinde yer almasını düşündünüz mü yoksa kendiliğinden gelerek hikayenin o anında orada olan bir destek olarak mı yazıldılar? 

Dönemin ruhunu anlamak için hatıratlar, mektuplar ve harp cerideleri gibi kaynaklardan yararlandım. Yazarlar da aktörler gibi hazırlanır aslında. Ama yazarken mektup türünü planlamamıştım. Ben buna elde kalemle gelen serendipity, diyorum.

Kırmızı Buğday’daki gayrimüslimler. Hikayede atlamaksızın konuşmak istediğim bir diğer önemli unsur. Bahçıvan Potka, Mihail, Maya başta olmak üzere, o dönem ülkenin her bölgesinde nüfusları çok olan gayrimüslimlerin savaş esnasında ve savaş sonrası başlarına gelenler çok önemli. Ülkeyi yeniden ayağa kaldırmak ve asıl olarak millileştirmek adına nasıl kurban edildiklerini okuyoruz desem, ne dersiniz?

Maya gayrimüslim değil. Yörük ismidir. Dişi deveye maya der Yörükler. Sürüyü çoğalttığı için. Kız çocuklarına da Maya ismini verirlerdi eskiden. Zamanla unutuldu. Göçer gayrimüslim topluluk yok zaten bildiğim kadarıyla Batı Anadolu’da ve hatta Anadolu’da 19. yüzyılda. Bu hikâyede varsıllar ve yoksullar var. Yoksullaştıran, toprağı, ticareti ve kuvveti belli ellerde yoğunlaştıranların içinde Müslim ve gayrimüslüm güçlüler mevcut. Yoksulların içinde de olduğu gibi. Elbette savaş sonunda kurulan düzende Türk vatandaşı egemen sınıf temsilcileri gidenlerin malından mülkünden aslan paylarını almışlar. 

İnsan odaklı yazıyorsunuz. Toplumsal, sınıfsal, kültürel ve psikolojik tüm ayrıntılarıyla. Fakat en az bu ölçüde doğa, hayvan, börtü böcek habitatı üzerine de yazıyorsunuz ve hikayenin ana atmosferini hazırlaması ve bize geçen etkili anlatımı adına bu habitat romanlarınızda çok etkili kullanılıyor. 

Muhtemelen kırda doğup büyüdüğüm için bu böyle. Sabah gözlerimi açtığımda kuş sesleriyle uyanırdım. Şimdi araba gürültüsüyle uyanıyorum. Şehirde doğup büyüseydim böyle yazabileceğimi sanmıyorum.

Deli İbram Divanı ve Kırmızı Buğday sonrası -bu romanlar birbirini öncüllediği için- bir üçleme veya dörtleme düşünceniz var mı? Hikaye deniz ve toprak sonrası başka bir simge veya simgeler üzerinden devam edebilir mi?

Gönlümce ve rastgele kitap okumaktan başka bir düşüncem yok şimdilik. Hedef odaklı okumak çok yorucu.

Yine her iki romanınız üzerinden söylemem gerekirse, çok kapsamlı okuma gereken hikayeler yazıyorsunuz. Öncelikle “okur olmak” sizin için nelere tekabül ediyor, sizi nasıl etkiliyor? 

Saf okur halimi çok seviyorum. Özellikle ilk gençlik çağlarımdaki okurluğuma yine kavuşmayı çok isterim. Dünyayı ve zamanı gerçekten yavaşlatabildiğim zamanlardı.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*