Röportaj: Ayşegül ŞAHİN
Üçüncü Tekil Şahıs, Adresinde Bulunamadı, Üvey, Béla / Osmanlı’da Bir Vampir ve Günah / Osmanlı’da Bir Vampir kitaplarıyla tanınan Mehmet Bilal Dede, yeni romanı Unutmadan’ı okurlarıyla buluşturdu. İthaki Yayınları’ndan çıkan kitap, ülkenin karanlık günlerinde; 80 darbesi döneminde yolları kesişen Fırat ile Yılmaz’ın 40 yılı aşan hikâyesini anlatıyor. Mehmet Bilal Dede, fonunda bir Türkiye panoraması sunduğu eserinde “öteki” olmanın sancılarını ve “aile tabusu”nu da işliyor: “Kimsenin sevgili ailesine veya kutsalına bir söz ettiğim yok elbette ama kurumun kendisi hele de bugünün koşullarında her zamankinden daha fazla zorlama, yapaylık ve ikiyüzlülük barındırıyor.”
Yeni romanınız Unutmadan çıktı, okuru bol olsun temennisiyle başlayalım. Bu kitabın Mehmet Bilal Dede külliyatı içinde nasıl bir yeri var?
Teşekkür ederim. Külliyattaki yerinden önce kalbimde özel bir yeri olduğunu söyleyebilirim. Klişe gibi gelecek ama kendini yazdırdı bu kitap. Ciddiyim. Bir öykü olarak başlamıştım, olmadı. Sayfa sayısı daha kısıtlı, daha kontrollü yazabileceğim bir novella olur sandım, o da olmadı. Bir dosyamı tamamlayacak son öyküydü ve ben inatlaşıyordum malzemeyle. Kitap kendi istediği yöne gitmekte ısrar edince bana da pes edip onu takip etmek kaldı. Unutmadan, ilk iki romanım Üçüncü Tekil Şahıs ve Adresinde Bulunamadı ile Üvey adlı öykü kitabımla aynı coğrafyada, benzer ruh ikliminde diyebilirim.
Fırat ve Yılmaz’ın hikâyesini yazarken, size ilham veren gerçek karakterler oldu mu?
Bana ilham veren bir duyguydu esasında, kişi veya kişiler değil. Korona günlerindeki uzun yürüyüşlerimden birinde bir anda doğan bir his… Lise yıllarıma indim bir anda, sevip hayran olduğum ama politik eylemlerinden dolayı yüzünü çok az gördüğüm bir arkadaş vardı. Onu bir gün Cağaloğlu yokuşunda bileklerinde kelepçeyle iki polisin arasında görmüştüm. Beni görünce sevinmişti, ben sevinçle üzüntü arasında kalmıştım, aramızda kuru bir “merhaba, nasılsın”dan başka bir konuşmaya izin vermemişti polisler. O gün içime oturan acıyı hatırladım. Birini sevmeyi, özlemeyi, çaresizliği çok derinden hissettim. Ama siz de okudunuz ne ben Fırat’ım ne de o arkadaş Yılmaz. O duygudan hareketle yeni bir hikâye kurdum.
Önceki kitaplarınızda da kendine yer bulan “öteki” olma hâlini burada Fırat karakteri üzerinden işliyorsunuz. Fırat kendisinden beklenen hayatı inşa “edemediği” için en yakınında durması gereken ailesi tarafından bile aforoz ediliyor. Kendi varlığını, özünü reddetmemek, konfor alanının dışına çıkmak, “öteki” olmak bizimki gibi toplumlarda çok daha zor, öyle değil mi?
Ne yazık ki öyle. Üstelik şimdi özüne sadık ve kendine saygılı yaşamak her zamankinden daha zor. Belki edinilmiş bir korku, belki öğretilmiş bir nefret veya ısrarcı bir cehaletle kendinden olmayanı, kendine benzemeyeni yok etmeye dayalı bir dünyada yaşıyoruz, yaşıyorduk. Şimdi daha korkutucu olan bu düşmanca dilin, bu ikiyüzlü ve kasıtlı siyasetin resmileşmeye başlaması…
Aile demişken… Unutmadan, “aile tabusu”na da işaret ediyor aslında. Fırat’ın yaralı ruhunun temelinde ailesinden beklediği ama göremediği sevgi ve desteğin eksikliği var. Bizim toplumumuzda aile kutsaldır oysa, dokunulmazdır. Harcında ikiyüzlülük olan sahte bir kutsallık mı bu?
Aile benim ilk kitabımdan beri üstünde eşelendiğim bir mesele, bir dert. Tarih boyunca kapsamı, etkisi, formu değişiklik gösterse de, Batı’da neredeyse yok olmaya yüz tutsa da bizimki gibi toplumlarda hâlâ çok belirleyici bir kurum. Kimsenin sevgili ailesine veya kutsalına bir söz ettiğim yok elbette, ailesinin sevgisiyle yaşayan şanslılara da lafım yok ama kurumun kendisi hele de bugünün koşullarında her zamankinden daha fazla zorlama, yapaylık ve ikiyüzlülük barındırıyor. Çok kolay cehennemî bir hâl alabiliyor, eskimeye yüz tutmuş, varlığı sarsılan, yıpranan her kurum gibi daha acımasız olabiliyor.
Unutmadan’ı okurken, Ferzan Özpetek’in Roma’da geçen yeni filmi “Nuovo Olimpo” geldi aklıma. 1970’lerin sonunda tesadüfen tanışıp birbirinden etkilenen, sonrasında beklenmedik şekilde yolları ayrılan iki erkeğin 40 yılı aşkın hikâyesi, fonda siyasi atmosfer, herkesi etkileyen, ülkeyi değiştirip dönüştüren olaylar… Coğrafyalar farklı olsa da “ötekiler” aynı kaderi yaşayabiliyor, değil mi?
Ben de izledim o filmi. İki genç erkeğin tanışmaları, yıllar sonra bir şekilde bir araya gelmeleri bir trafik olarak benziyor olabilir ama hikâyenin özü, niyeti, karakterler ve üslup tamamen farklı. Yine her şeyiyle bambaşka olsa da Colin Farrell’lı “The Banshees of Inisherin” ile duygu ve yoğunluk bakımından daha bir ruh akrabası gibi geliyor bana. Kusura bakmayın, sinemadan söz açılınca kendimden geçiyorum böyle. Sorunuzun cevabı, kocaman bir evet! Dünyanın neresinde olursa olsun “ötekiler” aynı kaderi yaşayabiliyorlar.
Fırat ne kadar ürkekse Yılmaz o kadar atılgan, Fırat ne kadar toysa Yılmaz o kadar olgun, Fırat ne kadar beceriksizse Yılmaz o kadar her işe mahir… İki uç noktada iki farklı kimlik… Zıt kutuplar birbirini çeker mi gerçekten?
Doğrusu beni çeker! Fırat ve Yılmaz’ın yakınlaşmasını birbirini tamamlama içgüdüsüyle de açıklarım. Yılmaz hem karakterinden dolayı hem de sınıfıydı, ailesiydi, eğitimiydi, diyelim ki daha özgür, kendinden emin, sevilmiş, kollanmış biri. O yaşına kadar pek bir şeyin ihtiyacını da duymuş gibi görünmüyor. Gençliğini kendine verilmiş bir hediye gibi yaşarken Fırat sancılar içinde kendini oldurmaya, inşa etmeye çalışıyor. Daha bağımlı bir karakter. Süreklilik ve güven duygusu arıyor, daha kolay sahipleniyor.
Kitapta hikâye ülkenin karanlık bir döneminde başlıyor ama günümüze gelindiğinde de durum pek iç açıcı değil. Yaşadığımız iklimi saran o öfke ve tahammülsüzlük hâli, bu durumdan fazlasıyla etkilenenlerin gözünden anlatılınca daha bir yakıyor insanın canını. Neler söylemek istersiniz bugünün ruh hali hakkında?
Memlekette iyi giden bir şey var mı? Bildiğimiz, en azından benim bildiğim hayat bilgisi bu değil. Siyaset insan yaşamından çok uzaklaştı, değerler şaştı, ekonomik zorluklar, her alanda aşılanan güvensizlik, sürekli bir tehdit ve hep tetikte bir hayat insanları yordu, sinirlerini harap etti. Birey olmakta zorlanıyoruz, bencilliğin en kabası hâkim şimdi. Kalpler tekliyor, beyinler küçülüyor, ruh boğuluyor, dil bozuk, sert ve kirli… Gittiğin okul, okul değil, aldığın diplomanın geçerliliği yok, bugün oturduğun evde yarın yoksun, alın teri değersiz, hak hukuk ve adalet pazarlık konusu… Uzun zamandır kalitesiz, düşük seviyeli bir hayatla idare etmemiz bekleniyor.
1962 doğumlusunuz, 80 darbesi döneminde Fırat’ın yaşlarındaydınız. Fırat’ta derin izler bırakan o dönem sizin hayatınızda da travmalara yol açtı mı?
Ben çok az hasar alan şanslılardanım. Ama o günlerin karanlığı, acıları ve haksızlıkları karşısında yas tutar gibi yaşıyordum, tıpkı bugün olduğu gibi.
“Kader neydi ki zaten? Nasıl yazılıyordu? Kitap gibi başlayıp bitiyor muydu, değişmiyor muydu, değiştirilemiyor muydu yolda, akışta, zamanla?” Fırat’ın kafasını epeyce karıştıran bir konu bu “kader” mevzusu. Sizce değiştirebilir miyiz kaderimizi? Bunun bir yolu var mı?
İnanın bilmiyorum. Kader, yazgı, alın yazısı, kısmet, talih, mukadderat… Ne çok eşanlamlısı var değil mi? Bunun bir anlamı olmalı! Sürekli duyduğumuz ama aynı anlamı yüklemediğimiz bir kavram galiba. Felsefede başka türlü kurcalanıyor, dinlerde başka türlü anlamlar yükleniyor.
Yılmaz’ın yakalandığı hastalık da beni epey düşündürdü. Zor olan unutmak mı gerçekten? Yoksa hak ettiği şekilde yaşanmamış bir ömürden kaçmanın bir yolu mu?
Acı veren anılardan, bunun yarattığı baskıdan kurtulmanın en kolay yoludur unutmak. Çoğu zaman bilinçli bir eylem değildir. Ama bazen bir karar olabilir pekâlâ, bir tutum veya tavır. Bir söz var, “Unutma olmayınca saadet de olmaz” diye… Unutmamak yük taşımaktır bir yandan, ki bu ağırlık herkese göre değildir. Unutmak türlü ihmalin, sorumsuzluğun, gamsızlığın, rahatlığın geçerli bir gerekçesi olarak kötüye kullanılabilir de. Tabii bir de fizyolojik temelli, tıbbi bir sorun olarak unutma hastalıkları var çağımızda çokça görülen. Zihin bir muamma, unutmak da onun bilinmezlerinden biri…
Yazar her ne kadar kendi kurguladığı dünyayı anlatsa da okurlar kendilerine emanet edilen o karakterleri benimsediklerinde onlara farklı bir “son” yakıştırabiliyor. Unutmadan’ı okurken ben de farklı bir kader çizdim onlara kafamda. Daha keskin, daha net bir final olabilir miydi sizce de Yılmaz ve Fırat için?
Bence onların hikâyesi devam ediyor… Tüm sıcaklığıyla, heyecanıyla, kayıp duygusu ve yasıyla, tekinsiz dalgalarıyla, zamanla belirsizleşen duygu halleriyle kolayca etiketlenemeyecek bir bağ bu, belki ikisinden biri yok olana kadar sürecek bir ağıt… Okur bence hikâyeyi kendi aklı, kalbi, deneyim ve hayalleriyle okuyabileceği gibi finalini de özgür ve özgün yorumlayacaktır. Yani öyle umuyorum.
Siz aynı zamanda senaristsiniz. Unutmadan kitabını senaryoya dönüştürmek gibi bir niyetiniz var mı?
Filme çekilmesini çok isterim tabii. Diğer bazı kitaplarım, öykülerim gibi. Ama başka bir senarist yazmalı bence. Ben kendi kitaplarımı senaryolaştırmayı doğru bulmuyorum. Başka bir göz daha olmalı. Ki yurtdışında da eğilim genelde bu yönde.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitap var mı?
İşte size bahsettiğim o öykü dosyası… Unutmadan kendini diğer öykülerden ayırıp öne geçtiği için, roman diye bağırdığı için beklettiğim o dosya var. Zamanını bekliyor.