Serimizin 15. gününde Kemal Varol, “Ergani madeninde üç yaşımda iken birden kendime rastladım.” cümlesinden yola çıkarak Tanpınar’ın kendini anlatma ve anlaşılma ihtiyacını anlatıyor.
“ANLADIN MI?”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, 1961 yılında yazdığı “Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup” adlı metni iki yönüyle daima ilgimi çekmiştir. Bu nedenlerin birincisi şahsidir. Tanpınar, babasının bir kadı olması vesilesiyle Anadolu’nun birçok şehrini gezmiş, özellikle çocukluğunun büyük kısmını bu ücra şehirlerde geçirmiştir. Bu kasabalardan biri de Diyarbakır’ın Ergani ilçesidir. Ya da o zamanki adıyla Ergani Madeni. Doğup büyüdüğüm kasabamın izlerini bu mektupta bulmuş, dahası benim de hatıralarımdan çıkmayan bir kış ve kar tasvirini bizzat Tanpınar’dan okumak her zaman büyük keyif vermiştir bana:
“Ergani madeninde üç yaşımda iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve buğulu bir camdan karlı örtülü bayıra bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit çok lezzetli bir hayranlık içine kalmıştım. Bu ânı her karlı günde hatırlar ve yağmasını beklerim.”
Uzun yıllar dönüp dönüp sadece bu Ergani vurgusu nedeniyle okuduğum söz konusu mektup zaman içinde başka bir yönüyle daha çekti dikkatimi. Tanpınar, “Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup”unda daha sonra babasının görevi nedeniyle gideceği şehirleri, o şehirlerdeki kimi anı parçalarını, hayatına yön verecek kimi önemli karşılaşmaları her zaman olduğu gibi kendine has o etkileyici üslubuyla anlatır. Ama daha ilginci, bir lise talebesinin sorularına, bu kez olabildiğince yalın bir şekilde kendi edebi anlayışını da anlatır. Aslında bu mektup bir nevi onun edebiyat anlayışını özetleyen bir metindir. Ölümüne bir yıl kalmıştır ama Tanpınar hâlâ kendini anlatmaya çalışmaktadır. En sade, anlaşılır şekilde hem de.
Tarık Buğra, fakültedeki bir dersine girdiği Tanpınar’ın ilginç bir yönüne çeker dikkati. Buğra’nın dinleyici olarak girdiği derste, Tanpınar, Ali Suavi’yi anlatmaktadır. Fakat Tanpınar o gün daldan dala geçmekte, konu bir türlü Ali Suavi’ye gelmemektedir. Birbirinden kopuk alanlarda gezinmeye başlar Tanpınar. Buğra’nın ifadesiyle, Tanpınar çağrışımların peşine düşmüştür. Fındıklı’daki binanın küçük dershanesinde sürekli yürüyerek, arada bir gözüne kestirdiği bir talebeye “anladın mı?” diye sormaktadır Tanpınar.
Bu soru, sadece o güne ait bir anı parçası mıdır, bir edebiyat profesörünün öğrencileriyle kurduğu bağa ait bir özellik midir, yoksa temelde Tanpınar’ın ruh dünyasını özetleyecek bir soru mudur? Cevabını kesinkes bilebilmemiz çok zor. Ama Buğra’nın aklında, öğrencilerine sık sık “anladın mı?” diye soran Tanpınar kalmıştır o gün.
Yeterince anlaşılmama, değer görülmeme, sükût suikastına uğrama, edebiyatımıza getirdiği yeniliklerin kavranmaması, vaktiyle kendisinin özenle incelediği birçok yazar gibi layıkıyla irdelenmemesi gibi şikâyetlerin sık sık Tanpınar tarafından dile getirildiğini hepimiz biliyoruz. Özellikle günlükleri bu açıdan önemli bir şikâyet yeridir aynı zamanda. Her yazarın hayatının kimi dönemlerinde sık sık dile getirdiği bu “anlaşılamama” şikâyetinin Tanpınar’da büyük çalkantılara sebep olduğu aşikârdır.
“Ne yaptım?” diyecektir günlüklerin bir yerinde örneğin. “Beş Şehir’le, okunmayan, bahsedilmeyen Beş Şehir’le bütün o hikâyeler, romanla Türk edebiyatının bütün bir tarafıyım. Bu eserlerden memnun muyum? Orası başka. Fakat Abdullah Efendi’nin Rüyaları, bilhassa birinci hikâye böyle tenkitsiz mi geçecekti? Huzur ki, okuyanların hepsi sevdiler, üç makale ile Yaz Yağmuru hiçbir akissiz mi geçecekti?”
Bir yanda bütün bir edebiyat tarihine ve onun önemli temsilcilerine akis olmuş eleştirmen olarak Tanpınar, diğer yanda kendi roman ve öykülerine akis bekleyen yazar olarak Tanpınar. Daha ötede, bir hoca olarak yeterince anlaşılmadığından bahisle, Tarık Buğra’nın ifadesiyle söylersem “bir tik gibi, öğrencilerine sürekli ‘anladın mı?” diye soran bir edebiyat profesörü olarak Tanpınar. Üçü de anlamak/anlaşılmak üzerine kurulmuş bir yapının parçaları. Ama anlaşılamamak kaygısı onun temel basınçlarından biri olmaya devam eder yine de.
Başa dönelim. Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup’a. Ölümünden bir yıl önce yazılmış bu mektupta, Tanpınar bu kez daha açık ve anlaşılır bir biçimde hem hayat öyküsünü hem de edebi görüşlerini okuruna anlatmaya çalışır. Mektubun muhatabı bir lise öğrencisi sanırım ama Tanpınar, onun şahsında kendisini son bir kez anlatmaya/açıklamaya çalışıyor gibidir bu kez. Çocukluğunun kasabalarına, büyük şehirlerine gider, oradan edebi kaynaklarına geçip okuruna beslendiği tüm unsurları sırasıyla göstermeye çalışır. Bütün mektup boyunca kendisinden, geride kalmış ömür parçalarından, hatta Ergani’de üç yaşındayken gördüğü kardan büyük bir hevesle söz eden, mektubu biraz da çocukluğuna göndermiş gibi olduğunu söyleyen Tanpınar, mektubun sonunda tekrar edebiyat fakültesindeki o sorusuna geri döner sanki:
“İşte, sanatım hakkındaki fikirlerimi öğrendiniz,” der, “Ne kazandınız? Orasını bilmem. Kendime gelince… İnsan o kadar mühim değildir. Ben herkes gibiyim.”
Günlüklerinde, derslerinde, kimi konuşmalarında sık sık anlaşılmamaktan, yeterince değer görülmemekten şikâyet eden Tanpınar, Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup’un sonunda artık bu çaba ve şikâyetten vazgeçmiş gibidir. “Ben herkes gibiyim,” diyerek bu küslüğe son vermiş gibidir hatta. Ama hiç şüphesiz bu cümlede aynı zamanda derin bir kırgınlık da vardır. Oğuz Atay’ın daha yüksek bir perdeden sorduğu “ben buradayım sevgili okuyucum, peki ya sen neredesin?” sorusunu, Tanpınar bu kez bir kabullenişle, her zaman yinelediği “anladın mı?” ifadesine başvurmadan açıklamıştır sanki. Hayattayken bunun gerçekleşmeyeceğini, hakkının teslim edilmeyeceğini, değerinin bilinmeyeceğini, ne yapmaya çalıştığının anlaşılmayacağını, kıymetinin bilinmeyeceğini kabullenmenin sonucunda kurulmuş hazin bir cümle:
“Ben herkes gibiyim.”
Dinlemek için aşağıdaki linke tıklayınız:
Kemal Varol: 1977 yılında doğdu. Edebiyata şiirle başladı. Yas Yüzükleri (2001), Kin Divanı (2005), Temmuzun On Sekizi (2007) adlı şiir kitapları Bakiye adıyla toplu şiirler olarak kitaplaştı. Jar (2011), Haw (2014), Ucunda Ölüm Var (2016), Âşıklar Bayramı (2019) adlı dört romanı, Sahiden Hikâye (2017) adlı bir hikâye kitabı ve Demiryolu Öyküleri (2010) ile Memleket Garları (2012) adında iki derlemesi yayımlandı. Haw romanıyla 2014 Cevdet Kudret Roman Ödülü, Sabit Fikir 2014 Yılın Romanı, 2015 ÇGD-Bursa Barış Ödülü ve Pen Amerika 2017 Çeviri Ödülü’ne, Sahiden Hikâye adlı kitabıyla 2018 Sait Faik Hikâye Armağanı ve 2019 NDS Liseliler Edebiyat Ödülü’ne, Âşıklar Bayramı adlı romanıyla da 2019 Dünya Kitap, Yılın Telif Kitabı Ödülü ve 5. Attilâ İlhan Roman Ödülü’ne değer görüldü. Son romanı Kara Sis 2021 yılında yayımlandı.
(Görsel, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün izniyle kulllanılmıştır. Her hakkı saklıdır.)