.

“Dünya Ağrısı” Ne Kadar Acıtabilir Bir İnsanın Canını?

İrem Erdem Atak

“Bir süredir rüyasında hep Cumhur’u görüyor,” cümlesiyle başlar Dünya Ağrısı ve “Cumhur öldü mü kaldı mı bilmiyor.” cümlesiyle biter.

Küçük bir taşrada geçen otuz yıllık bir yaşanmışlığın anlatıldığı romanda Cumhur karakteri, başlangıçta rüyaların baş kahramanıyken, ilerleyen sayfalarda Mürşit’in dünya ağrısının kökenlerini oluşturan bir karaktere dönüşmektedir. Hoşnutsuzluk yaratan durumların, olayların bilinçdışına atılması, “bastırma” olarak tanımlanır. Bastırılmış olan duygu, düşünce, düşlem ve anılar; rüyalar, dil sürçmeleri, dışarıdan bakıldığında anlamsız olduğu düşünülen takıntılar, itiraflar gibi farklı biçimde su üstüne çıkar. Gün içinde yaşanılanların tortusundan, benliği yaraladığı için en derine itilmiş travmatik anılara dek insan ruhunun yüzeyden dip katmanına kadar her boyutu rüyalarda kendisini gösterir. Başkalarına söylenmeyenler, bastırılanlar, temel dürtüler bazen açık bazen de sembollere bürünmüş olarak, üzeri örtülü biçimde bilinç düzeyine aktarılır. İşte roman da bastırılan, bastırılmaya uğraşılan bir anıyla başlamış, bu anının detaylandırılmasıyla bitmiştir.

Ayfer Tunç’un romanına adını veren “dünya ağrısı”, dünyanın kifayetsizliğinden ötürü duyulan derin bir kederi, üzüntüyü, bunaltıyı ve buna eşlik eden karamsarlık ve huzursuzluğu anlatmaktadır.

“Hayat, kayaç katmanları gibi parçalarına ayrılan bir kütledir,” ifadesiyle tanımlanan sıkıntılı bir hayat içinde Mürşit tam da romanın başkişisi tanımına uyan bir karakterdir. O, hayallerin, düşlemlerin kaygan zemininden gerçeğin kaskatı zeminine düşen ve orada hem kendi gerçeğini hem de içinde yaşadığı toplumun sosyal gerçeklerini bulan biridir. Yaşadığı dünyada hem anlaşılamamaktan muzdarip hem de anlaşılmayı istemeyen ve beklemeyen Mürşit, mevsimler geçip gitmesine rağmen zamanın durduğu bir yerde sıkışıp kalmış gibidir. Dünya ağrısına maruz kalmıştır; acı içinde çöreklenir. Ne yaptı ise de başarılı olmaz. Bu ağrı ve acıdan kurtulamaz.

Yaşanılan şehir de tüm hareketine rağmen âdeta donakalmıştır. Sıklıkla tasvir edilen kar, yaşanılan linçlerin, dürtüsel patlamaların, ölümlerin üstünü örterek oldukça depresif bir imge yaratmaktadır. Öyle ki, şehrin içindeki insanlar, mekânlar, evler, ruhlar da adeta yavaş yavaş eriyip çürümektedir karın altında.

“Herkes birşeyleri değiştiriyor. Geleceksiz kalmış, muhtaç olduğu taze ümidi altın madeniyle bulan bu küçücük şehirde bile herkes sürekli deri değiştiriyor. Eskimiş derilerini atıyorlar, çabucak eskiyecek yeni, canlı bir deriyi kuşanıp hayata devam ediyorlar. O ise giderek daha hızlı yaşlanan, ama yırtılmayan, dökülmeyen, canını içinde sımsıkı tutan derisini üstünden atamıyor, yeniden doğamıyor, ağır ağır çürüyor. “

İç sıkıntısı romana, şehre, insanlara, anlatılan her şeye hâkim durumdadır. Sıkıntı, kişisel anlam yoksunluğunun tezahürüdür. Sıkılırken zaman, içinde hapis olunan bir boşluk gibi algılanır. Sıkıntı, çoğu kez, tekrarlardan veya istenmeyen bir şeyi yapmaya zorunlu hissetmekten kaynaklanır. Hayatın monotonluğu, deneyim ve anlam eksikliği, sıkıntının en sık rastlanan nedenleridir. Esas olarak, bir üretkenlik ve değer sorununu yansıtır; hatta yabancılaşmayla da açıklanabilir.  

Edebî eserlerdeki kurgusal yapının, karakterlerin bir çeşit psikanalitik olay örgüsü oluşturduğu; dolayısıyla anlatılanın çözümlenme ihtiyacında olan psikanalitik bir hikâye içerdiği izlenebilmektedir. Açıkça, psikanalizden faydalanılarak edebî eserdeki kahramanların ruh hâllerindeki normal ve anormal unsurlar tespit edilebilir. Roman boyunca süregiden Mürşit’in bunaltısı ve zihninin durgunluğu, tekrarlayan rüyaları, depresif hali ve yoğun suçluluk duygusu; bir psikanalistte “bunları divanda/terapötik bir ortamda dinleme” arzusu uyandıracak kadar ilgi çekicidir. Bir psikanalist, psikanalitik çalışmada maskelenen gerçeğin ne olduğuna yoğunlaşır; bilinçdışından bilince nakledilenin peşindedir. Bu naklin üstündeki estetik örtünün neyi perdelediğini araştırır. Bir yandan kar sahneleri, bir yandan Mürşit’in bunaltısı, bir yandan Madenci’nin karmaşık zihni derken keşfedilecek bir yığın malzeme yüklüdür romanın her sayfasında. Psikanalist, sözlerde gömülü olan anlamı keşfeden kimsedir. Freud, bilinçdışında yatan ruhsallığa ait malzemeyi, bir maden yatağı gibi değerlendirerek verileri yorumlamaktan bahseder. Belli ki bu şehirdeki madenden altın çıkması uzak bir olasılıktır. Asıl maden Mürşit ve Madenci’nin acılarında gizlidir.

İnsan birisine anlatmadıkça derdinin dert, kederinin keder olduğunu bilmez, kendine dahi söylemez, sözden korkar çünkü… Analizan anlatır, psikanalist dinler. Anlatılan ve söze dökülenler, bilinçdışında bastırılan malzemedir. Mürşit’in de dert kapısı Madenci’dir ve ona anlattıkça kendi içine doğru açılmaktadır, çekilen ağrının kaynağı aranmaktadır. Yol, toplumsal ve bireysel varoluşlardaki tıkanıklıklarda son bulur. Çünkü “Herkesin az çok ağrıyor içi,” vurgusuyla ağrı herkese mal edilmektedir. Yine de “Anlatmak acıyı gidermiyor, ama uyuşturuyor,” diyerek tüm bu uğraşının sonuçsuz kaldığı da aşikârdır.

Bir yarım kalmışlık, pişmanlık, tükenmişlik anlatısıdır Dünya Ağrısı. Kayıp, merkezdedir. Sigmund Freud’a göre; sevilen bir kişinin kaybı ya da ülke, özgürlük, idealler gibi soyut bir kavramın kaybedilişi kişide yas ya da melankoli durumu yaratır. İki durum da “sevilen ya da kaybedilen bir kişinin yerine koyulan soyut bir kavramın yitirilişine verilen tepkilerdir.” Freud’a göre, benzer olaylar kimi insanlarda olağan olarak beklenen bir yas sürecini gösterirken, kimilerinde patolojik bir konum olarak melankolinin varlığını düşündürür. Kişi, kaybın gerçekliğini kabullendikten sonra, bu durumun geçiciliğini fark edebilecek, yeni sevgi nesneleri bulmaya ve onlara yatırım yapmaya olan arzusu ile hayatına devam edecektir. Melankolik olan kişi ise yaşanan kaybı egoya yöneltir ve bu kaybı benlikten bir kaybediş olarak tanımlar. “Derin acılı bir umutsuzluk hali, dış dünyaya ilginin kesilmesi, sevme kapasitesinin kaybı, aktivitelerin ketlenmesi ve kendini kınamaya, yermeye varan ve sanrısal cezalandırılma beklentisinde sonuçlanacak şekilde, kendine saygıda azalma hâli” gibi ayırt edici özellikleri sunar melankolik durum. Kişi kayıpla bağlarını kopar(a)madığında, o nesnenin kaybını kendinde bir kayıp olarak özümser. Boş ve anlamsız olan, hayattan ziyade benin kendisidir. Bu nedenle melankolik özne, kendini değersizleştirerek cezalandırılmayı hak eden ve hatta bekleyen/arzulayan bir konuma yerleşir, kalır. Benliğe dönük travmatik hayal kırıklığı ve başarısızlıklar “yıkıcı saldırganlık” olarak gelişir. Doğrudan kendi benliğini yıkıcı hatta yok edicidir, tıpkı Mürşit gibi…

“Herkes yalan bir hayat yaşıyor, ama tek acı çeken benim diye düşünüyor. Yine kendine acıyor, zayıf çünkü, kendine acımanın zayıflığın en belirgin işareti olduğunu biliyor. Gidemiyor. Gitmeye kalksa varacağı bir durak da yok. Gençliğini dolduran gelecek hayalinin gerçekleşeceği ülke hiç varolmamış. Var sanmıştı. Varmanın yıllarını alacağını ama sonunda hiçbirşey yapmasa bile varacağını sanmıştı. Yanıldığını anlaması için yaşlanması gerekti.”

Babasının, “Burası senin istikbalin, ben ölünce senin olacak. Sen işleteceksin. Daha da ileri götüreceksin. Senin ekmek kapın, evlendiğinde aileni buradan doyuracaksın,” sözleri karşısında Mürşit’in aklından geçenler şöyle anlatılmaktadır: “O ne tek meselesi doyurulmak olan bir aile ne de taş kafesten bir istikbal istedi. Ama ikisi de üstüne kaldı.”

Belki de sonrasında melankoliye dönüşecek olan kaybı, o an yaşamıştır. Hayatı bir yük olarak gören Mürşit, “hancı değil yolcu olmak” istemişti. O ailesine, otele, şehre yabancıdır, bir türlü bağ kuramamıştır. Hatta, bunlar, onun için ayak bağıdır. Fakat bu bağdan bir türlü kurtulamaz. O otele tıkılıp kalmıştır. Kendisine ayak bağı olan otel aynı zamanda onun için bir sığınaktır. “Zaten hep birileri gelir, birileri gider buraya. O arada dünya döner, gündüzler geceye bağlanır, ay bulutların arasına girer çıkar, ben kök saldığım yerde kalırım. Bazıları benim gibi ağaç doğar.”

Otel de Mürşit de âdeta döküntü hâldedir, yaşamdan vazgeçmiştir. Esasen, oteller yersizliğin, köksüzlüğün, geçiciliğin, yalnızlığın mekânıdır. Bu yönüyle “dünya ağrısı”na maruz kalan, varoluş sancısı çeken, kendine ve topluma yabancılaşan roman kişilerinin anlatımında kullanılan önemli sahnelerden biridir. “Aidiyetsizlik, yersizleşme, tüketim, haz, tatmin, geçicilik, kimliksizlik” gibi kavramlarla örtüşen; kalıcılık üzerine değil geçicilik üzerine kurulu, hafızanın, birikmenin olmadığı geçici yerlerdir. Ev, aileyle birlikte geleneksel ve toplumsal değerlerin simgesiyken otel, evden ve evin temsil ettiği değerlerden sıkılan ve kaçan bireyin sığındığı bir yerdir, modernitenin yalnızlığını, geçiciliğini, yersizliğini simgeler. Evin duvarları hayatın alanını belirler, hayat evle hayat bulur, bir tanım kazanır, ancak otel anlamdan uzak olma hâlini çağrıştırmaktadır.

Mürşit, babası tarafından ruhsal olarak otele zincirlenmiş gibidir. Baba-oğul çatışması insanlığın varoluşundan bu yana süregelmiş ve sürecek olan bir çatışmadır. Sigmund Freud’un ödipal bir çatışma olarak gördüğü baba-oğul mücadelesini bir güç savaşı olarak da görmek gerekir. Babaların gerçekleştiremedikleri arzularını oğulları aracılığıyla yaşamak istedikleri, bir anlamda onları yaşamlarının devamı olarak görmek istedikleri, oğulların da genelde bu arzuya karşı çıkmaları sık rastlanan bir durumdur. Özellikle doğu toplumları ‘oğullarına oğulluktan sessizce çekilmeye izin vermeyen babaların’ toplumudur; babanın çocuğunu “yaşamının bir uzantısı” olarak görmesi söz konusudur. Çocukluk yıllarında buna herhangi bir itirazı olmayan “evlat”, yaşı ilerledikçe kendi kişiliğini kanıtlamaya yönelir. Bir erkeğin kimliğini ispat etmesi için bilinçdışında “otorite,” “kanun” ve “iktidar” gibi kavramlarla eşleşen baba figürünü alt etmesi gerekmektedir. Mürşit de oğlu da babalarını sembolik de olsa öldürmek arzusundadır; böylelikle de onun uzlaşmasızlığını silmek, direnişini kırmak…

Öldürme isteği içinde zulüm ancak ikincil etmen olarak işe karışır. Gerçekte zulüm, işkence yapılan insanların acılarından zevk almaya dayanır. Barış dönemlerinde gündelik yaşamın uğraşlarına dalmış küçük toplumlarda zulüm, düzenli olarak birdenbire ortaya çıkar ve bu dönemde en güçsüz olanların üzerine çöker. Bu taşra ilinde de zulüm o kötücül yanını tekrar tekrar göstermektedir. Bireyleşmenin engellenmesine yol açan bu durum, bireyin kendi kişiliğinin getirdiği, bir yandan haz ilkesinin peşinde ancak gerçeklik ilkesinin kontrolünde sürdürebileceği davranışları ayıp, yasak, günah gibi kavramlarla baskı altına alarak yeni varoluş sancıları da yaratma potansiyelindedir.

İşte “nasıl bir inatsa bu yaşamak”, Mürşit de yaşamaya uğraşmaktadır bu zulmün, karışıklığın içinde. Belki de tanıklık ettiği, dinlediği hikayelerle katlanmaktadır yaşamaya. Ne de olsa “hikayeler insanı kendi kuyusundan çıkarır, başkalarının kuyusuna atar”

Gerçek ürkütücüdür, bazen çiğdir, sindirilmesi güçtür. Mürşit için de Madenci için de “hafıza insanın düşmanıdır” ve gerçek, hafızada saklı beklemektedir. “Gerçeğin kuyusu bir cehennem… Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen bu yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz çünkü ne kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek istemiyoruz.”

Ve sonunda Mürşit “Teslim oluyorum dedi içinden… teslim oluyorum, ben bu dünyayla baş edemem, dünyanın bunca ağrısını çekerken dünyayı yenemem, teslim oluyorum.”

Dünya ağrısı acıtır insanın canını işte böyle, hem de çok acıtır…. Çünkü, “insan bir uçurumdur”.

Birhan Keskin’in de Kargo şiirinde söylediği gibi keşke duyulsa tüm ağrılar, acılar ve keşke kalmasa insanlar uçurumdun kenarında, iyileşse tüm sızılar…

Şuraya bir cümle koydum.

Bırak, acımızı birileri duysun. Hem zaten şiir niye var?

Dünyanın acısını başkaları da duysun!

Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın.

Ortada dursun.

Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper.

Az unutursun.