Yarım Kalan Konuşmanın Sonu
Nâzım Hikmet’ten bir mektup aldım. Geçen haftaki (Yedigün) mülakatının eksik ve yarım çıktığını söylüyor ve benden bunun sebebini soruyor. Nâzım haklıdır. Kendisi ile yaptığım konuşmanın hepsini Yedigün sahifelerinin bağlanmış ve makinaya verilmek üzere bulunmuş olmasından dolayı neşredemedim. Bundan başka bir sebep olmadığını göstermek için geçen sayıya girmeyen parçaları bu sayıda aynen neşrediyorum.
Naci Sadullah
Nâzım bahsin en meraklı tarafına gelmiş gibiydi, çabuk ve neşeli konuşuyordu.
“Bilir misin ki, her yerde, irili ufaklı provokatörler, geniş manasıyla fitne fücurlar ve casuslar, bizim bu tetkik ettiğimiz tipin, Peyami Safa’nın benzerleri arasından çıkar. Eğer biz Peyami’nin bu tarafını göz önüne alacak olursak, ben derim ki, Peyami, bir ihtisas mahkemeleri kaçağı mütereddi provokatördür. Ve bu mütereddi fitnenin maskesini alaşağı etmek, onun korkunç içyüzünü, bulaşık hastalıklar müzesindeki bir ibret levhası gibi ortaya çıkarmak zamanı gelmiştir.
Ben bu işi, parmaklarımın ucunda derin bir tiksinti duyarak yapacağım. Bunu yapmak, dostlarımı bu sinsi hastalığın şerrinden kurtarmak lazımdır. Peyami’nin bu tarafını izam ediyorum sanma. Ben, provokasyonların çeşidine düşürülmüş, provokatörlerin, fitnelerin envaını görmüş bir adamımdır. Bu böyle olduğu hâlde, zaman oldu ki, Peyami beni bile kandırabildi. Arkadaşlığıma bir casus gibi girebildi.”
Ben bir arkadaşlığa girişin bu garip çeşidini kendi kendime tahlile çalışırken birdenbire bir çıngırak sesiyle silkindim. Nâzım:
“Evet… diyordu Peyami’nin, bu insanlar arasında gizli bir cüzzamlı gibi dolaşan Babıali Lavrensi’nin boynuna bir çıngırak takmak lazımdır ki, onun her dostluğa bir hafiye kulağı gibi açılmış yüreğinden sakınabilelim. Ben bütün bunları, Peyami’nin boynuna bu çıngırağı takmak için söylüyorum. Yoksa emin olabilirsin ki, şahsen Peyami’ye karşı içimde, bir klinik hastasına karşı duyulan o acayip merhametten gayri bir şey yoktur.”
Nâzım Hikmet, Peyami’ye karşı duyduğu bu acayip merhameti ille benim de duymamı istermiş gibi bir müddet sustuktan sonra, devam etti:
“Provokatörlerin, casusların, fitnelerin hayatlarını, üstünkörü gözden geçirmiş olanlar bile, bilirler ki, bu siyaset kuklalarını kullanan tek bir el, tek bir ip, bir tek değnek vardır: Şahsi menfaat!.. Topunun arasından bir tek müşterek hususiyet vardır: Ruhi dalalet. Ve hepsinin tek bir sonu vardır: Keyif verici zehirlerin elinde karanlık mazilerini unutmaya çalışarak ölmek…
Ne yalan söyleyeyim, her şeye rağmen, bizim Babıali Lavrensi’nin böyle bir sondan uzak kalmasını isterdim. Böyle bir sona çok yaklaştığı zamanlarda onu kurtarmak için, onun o karanlık muhitine bile girmeyi göze alarak elimden geleni yapmışımdır.
Şimdi bunu bir nankörün ayıbını yüzüne vurmak için söylemiyorum. Peyami’de, kendine iyilik eden elleri ısırmak itiyadının çok eski zamanlardan başladığını biliyorum bugün…”
Yine konuşmamızın bir başka cephesine geldiğimizi, Nâzım’ın sigarasını tazelemesiyle anladım.
“Peyami’de fitne fücurluk, provokatörlük illeti ‘Provokasyon için provokasyon!’ mertebesine kadar çıkmıştır. Provokatörlük onun ruhuna işlemiş. Peyami, bizim küçük burjuva yazıcılığında zina ve keyif verici zehirler edebiyatının mucididir. Hâlbuki, bu yoldaki bütün fikrî çalışmasına rağmen eserlerinden bir zina ve keyif verici zehirler kahraman değil, karanlık işler gören bir serseri tipi yaratabilmiştir: Cingöz Recai!..
Bütün bir ‘yüksek’ zina edebiyatının numuneleri olan eserleri işportaya düştüğü hâlde, bütün öteki romanlarından tek bir karakter ve şahsiyetin bile ayakta kalamamasına rağmen ‘Cingöz’ hâlâ yaşıyor.
Cingöz hâlâ Peyami’nin gelir kaynağı oluyor. Bunu, eli kalem tutan bir provokatör ruhunun edebiyat sahasındaki veriminin hususiyetini göstermek için söylüyorum. Yoksa, o biçare serseri Cingöz’ün ekmeğine mâni olmak için değil…”
Nâzım, şimdi, insanın kolay bir hesap meselesini çözerken duyduğu rahatlıkla konuşuyordu:
“Ben, ispat edemeyeceğim iddiaları ileri sürmekten hoşlanmam. Yukarıda, tetkik ettiğimiz tipin hususiyetlerini sayarken demiştim ki, ‘onun düşüncelerini, görüşlerini ve bütün bir hayat akışını idare eden tek bir dümen vardır: nefsi nefisi azizi, şahsi menfaati!’
Şimdi bu iddiamı ispat edeyim. Peyami’nin Babıali Caddesi’ne düştüğü andan bugüne kadar geçen fikrî hayatını tetkik edersek şunu görürüz. O, boyuna sağ ve sol arasında bocalamıştır. Bir kapıya kapılandığı, cebi para gördüğü müddetçe sağa gitmiştir. Her kapılandığı kapıdan kovuluşunda, her maddi sıkıntıya düşüşünde sollaşmıştır. Fakat sağa gittiği zamanlar, sola karşı provokasyonlar tertip eden üstat, en sollaştığı vakitler de bile sağı kullanacak kadar kurnazlık göstermiştir…
Peyami Safa’nın, insanlar ve fikirlerle olan bu mütereddi münasebetini, sana bir misalle anlatayım. Zamanı evâildeki dostluğumuz sıralarında Peyami maddi bir sıkıntı içindeydi.
Bu maddi sıkıntı onu sola doğru itiyordu. Bu itiş, günün birinde öyle bir haddi buldu ki, Peyami şahsen bana: ‘Ben senin hatırın için Marksist olurum!’ demekten çekinmedi. Ben, bu ‘hatır için’ Marksist olmanın garabetine şaşmaktan kendimi kurtaramamıştım ki, o sıralarda, Moskova’ya giden bir heyetin arasında Yakup Kadri de davet edildi. Moskova’da yapılan bir davetin içinde Yakup’un bulunup kendisinin bulunmayışına, Peyami, o kadar sinirlendi ki, her nedense hem bana kızdı hem Marksizm’e yeni baştan düşman oldu.
Dikkat ettin mi, ‘her nedense hem bana kızdı’ dedim. Fakat bu ‘her nedense’nin sebebini çok geçmeden anladım.
Peyami’nin o kara günlerinde benimle yaptığı dostluk, ‘hatır için Marksist olmak’ temayülleri, benim ‘bir yere’ sırtımı dayamış olduğumu tevehhüm etmesiyle başlamıştı. Ve sonra, bana düşmanlığı da bu vehminin bir hakikat olmadığını anlamasıyla tebellür etti. İşte, bugüne kadar, Peyami’nin bende affedemediği şey onu böyle bir sukutu hayale düşürüşümdür.”
Ben bu sukutuhayalin dehşetini düşünürken, Nâzım bahsin bir başka tarafına geçmişti:
“Peyami, her provokatör gibi, provokasyon ağının iplerini yalandan, ilmiklerini iftiradan örer. Ve bu ağa düşürmek istediklerini iğzap ederek, sinirlendirerek kışkırtmak ister. Ben, ne karanlıkta gerilmiş bu ağa düşecek kadar toyum, ne de bir provokatöre karşı bir fikri, hele kendimi, yazıyla müdafaa edecek kadar sersem ve gülünç.
Çünkü bilirim ki, provokatörle konuşulmaz, provokatör teşhir edilir. Yalnız yine onu teşhir etmek için şunu söylemek isterim: Peyami, bir yazısında bazı gençlerin, kendisine beni şikâyet ettiklerini yazıyor. Bunun doğruluğuna bir dakika olsun inanmak istemem. Çünkü, bana yakın olduklarını söylediği bu gençlerin, beni bir provokatöre çekiştirmeleri için onların da aynı provokasyonda Peyami’nin şerikleri olmaları lazım gelir.
Provokatörün hemdemi provokatör gerektir. Ve benim tanıdıklarım arasında Peyami’ye hemdem olabileceklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdır.”
Küçük bir tevakkuftan sonra, şair sözüne devam etti
“Her provokatör gibi, Peyami de dehşetli korkaktır. Bu bizdeki zina ve keyif verici zehirler edebiyatının mucidi, Babıali Caddesi’nde, ‘bir daha kuvvetlisine’ güvenmeden tek bir kavga yapmamıştır. Böyle bir arka bulamadığı zamanlarda ise, etrafa dalkavukluk ederek karanlık işi örtbas etmek ister. İşte bunun içindir ki, tam şu sıralarda Peyami’nin bazı genç sanatkârlar ve eski şiir ustaları için yazdığı methiyeler boşuna değildir.”
Nâzım sustu sonra bir parça acılaşan bir sesle: “Bir konuşma çerçevesinin içine şöylece sığdırabildiğim bir tip tetkiki ve bir provokatör teşhisi işini bitirmeden önce dostlara şu tavsiyede bulunmayı bir vazife bilirim, dedi.
“Üç kişi bir yerde oturmuş konuşuyorsunuz. Mevzunuz havaların fena gittiğidir. Eğer karşıdan onun sökün ettiğini görürseniz, susun! Peyami geliyor!
Bir matbaanın penceresi önünde duruyor, caddeye bakarak dertleşiyorsunuz. Eğer kaldırımın üstünde onun gölgesinin düştüğünü görürseniz, susun! Peyami geliyor!
Bir meclistesiniz. Kapı açıldı. O, içeri girdi. Susun! Peyami geliyor…
Babıali Caddesi’ne düşen her gencin ilk öğrenmesi lazım gelen bir parola vardır: Susun Peyami geliyor!”
Naci Sadullah
Sene3 No.124 Cilt:5
YEDİGÜN
24 Temmuz 1935