.

Necmiye Alpay: “Sanatın araçları her zaman bir ‘dış’ amaç için kullanılabiliyor.”

Abdullah Ezik

abdullahezik@gmail.com / abdullah.ezik@sanatkritik.com

Beklediler Gitmedik şiir yazılarınızı bir araya getirmesi bakımından Yaklaşma Çabası’nın devamı olarak görülebilecek bir eser. Peki siz bu kitabı oluştururken nasıl bir yol izlediniz? 

Yaklaşma Çabası’nda yalnızca şiir yazıları değil, roman, türler arası vb. konulu yazılar da vardır, ‘edebiyat yazıları’ dedikleri türden bir derlemedir o. Beklediler Gitmedik anlayış açısından onun bir tür devamı ama, yalnızca şiir yazılarından oluşuyor. 

Kitaplaştırmaya girişmeden önce, şiir alanındaki yazılarımın tümünü tek kitapta toplayabileceğimi sanıyordum. İşe girişince fark ettim ki hem hacim hem de içerik açısından üç ayrı kitap var önümde. Bunlardan ilki çıkmış oldu, ikincisi ve belki de üçüncüsü beni bekliyor.

Beklediler Gitmedik’teki yazılar çeşitli vesilelerle yazılmıştı. Topluca bakınca neyi ne kadar yapabilmiş ya da yapamamış olduğunuzu daha iyi görüyorsunuz. Kitabın ‘format’ı bir tür ‘yazılarla antologya’ olarak ortaya çıktı ama, hatırı sayılır eksiklerle. Bana kalsa belki biraz daha tamam olur diye beklerdim. Gelgelelim, Yaklaşma Çabası’nın ikinci baskısını da yayımlamış olan Edebi Şeyler’in editörleri Ali Özgür Özkarcı ile Zafer Zorlu, bu haliyle yayımlanabileceği fikrindeydiler, bana da yazıları elden geçirip dönemleştirmek ve Sunuş ile Gerekçe’yi yazmak kaldı.

Beklediler Gitmedik kapsamında yazılarınızı bir araya getirirken düşüncelerinizin değiştiği şairler, şiir kitapları, çalışmalar oldu mu?

Kitapta yer alan şairler ve konular üstüne çeşitli dozlarda farklılaşmalar olsa da temel önemde bir değişiklik olmadı. Ancak, kitabın düzenine ilişkin şöyle ilginç bir gelişme oldu: Kitap çıktıktan sonra şair arkadaşım Orhan Kahyaoğlu bir not ileterek şairleri ilişkilendirdiğim dönemler konusuna dikkatimi çekti. Orhan iyi bir şiir okuru olmaktan başka, hem oylumlu ve özgün bir şiir antolojisinin yazarı hem de halen belirli bir dönemin şiiri üzerine çalışmakta olduğu için, dönemleştirme üzerine epey kafa yormuş biri. İlettiği notta, Beklediler Gitmedik’teki bir dizi şairle ilgili dönemleştirmeme katılmadığını belirtti. Sözgelimi, Turgut Uyar’ı benim gibi “1950’ler” bölümünde mi anacaksınız, yoksa ilk kitabı 1949’da çıktığı ve ilk şiirleri 1940’lı yıllarda yayımlandığı için, “1940’lar” bölümünde mi? Orhan ikincisinin daha doğru olacağı kanısında, ben ise ilk seçeneğe göre davranmış durumdayım. Benzer farklılaşmalar başka şairler konusunda da var. Bu meselede ölçü olarak neyi alacaksınız, sorun orada düğümleniyor. İlk şiirlerinin yayımlandığı tarihi mi, ilk kitabının çıktığı tarihi mi, yoksa o şairin, deyim yerindeyse parladığı, belirleyici özellikleriyle öne çıktığı tarihi mi? Bu son ölçütü alırsanız, işin içine güncellik ve okur olarak sizin öznelliğiniz giriyor. Benim yaptığım, denemeciliğin de etkisiyle, biraz böyle. Bejan Matur’u “2000’ler” bölümünde görenler şaşırabilir ama, neyse ki yazıda ilk kitabının yayımlandığı tarih vb. bilgiler de yer alıyor. 

Beklediler Gitmedik’in en önemli yanlarından birisi kanonla birlikte kanon dışı şairleri de esere dâhil edişiniz. Arif Damar, Güven Turan, Gülseli İnal… Peki sizin için edebî kanonların karşılığı nedir? Kanon dışında değerlendirilen şairlere bakarak Türk şiiri/edebiyatı üzerine ne söyleyebilirsiniz?

Ben andığınız şairlerin “kanon dışı” oldukları konusunda sizin kadar emin değilim.

 Kanonların oluşmasında bir kendiliğindenlik boyutu var, ‘ayıklama’ ihtiyacından doğan bir yan. Bu da onları eğitimde vb. neredeyse vazgeçilmez bir hale getiriyor. Hepimiz yüzyıllardan süzülerek gelmiş yapıtlarla büyüdük. Öte yandan, hem kanonlarda hem de yenilerini oluşturma yöntemlerinde asap bozucu bir yan var. Her şeyden önce, standart oluşturuyor kanonlar. Seçileni büyütüp seçilmeyeni küçültmek ya da yok etmek eğiliminde. Kanoncu anlayışta işin içine bir yığın güç ilişkisi, kayırmalar, ödüller, yasaklar, yönlendirmeler giriyor. Şiir konusunda kadınlar örneğin, yüzyıllar boyu kanonlarda yoklar, özellikle kadınlığın içinden yazanlar. Tipik örnek, Louise Labé. 16. yüzyılın ortalarında yaşamış, genç yaşta vebadan ölmüş bir şair. Hayattayken kitabı üç baskı yapmış (1555-56). Sonra “erdemli” çağdaşlarının dedikoduları yüzünden tam iki yüzyıl boyunca “unutulmuş”. 1762’de anımsanmış ve kitabı yeniden basılmaya başlanmış, 20. yüzyılın başlarından beri dünya şiir kanonunda.

 Günümüzde kanonlaştırmayı iş edinen kişiler ve yayınlar var: Her yıl sonu, her onyıl sonu, ‘en iyi on’, ‘en büyük 100’ vb. listeler… Bu listelere yalnızca dahil edilenler değil, dahil edenler de kazanç sahibi, çünkü okurdan rağbet görüyor, bazı okurlar kim kaçıncı sıradaymış gibi kötücül duygularla izliyor, tıpkı gladyatör, pardon ödül mekanizmalarındaki gibi. Gerçi iyi ya da büyük yapıt bu standartçılığa her zaman direnir. Ama işte kayıpların yanı sıra… Fikrimce en iyisi, kanonları yok saymaktan çok, ne olup ne olmadıklarını bilerek davranmak. Şiir ve edebiyat üzerine çalışırken her çalışmayı kanona uyarlamak ise zaten olacak şey değil.  

Genel olarak Türk edebiyatına bakıldığında yayıncılıkla şairlik/yazarlık arasında dikkat çekici bir ilişki olduğundan söz edebiliriz. Cemal Süreya, Halûk Aker, Sabahattin Ali, Enis Batur gibi birçok isim şairliğinin/yazarlığının yanı sıra yayıncı da. Bu iki kimlik arasında belirli bir bağ var mı?

Saydığınız isimler daha çok dergiciliği akla getiriyor. Dergicilik gerçekten de, derler ya, şiirin ve edebiyatın nabzının attığı yer. Dergi çıkarıyorsunuz ve güncelliğin göbeğinde olup bitenlerle, geçmişin uzanımlarıyla, gelecekten haberlerle haşır neşir oluyorsunuz. Bazen bir düşünsel ihtiyacın yalnızca karşılanmasına değil, yaratılmasına da katkıda bulunuyorsunuz. Kitap yayıncılığı da öyle.

Bundan öte, saydığınız isimler için de geçerli bir başka ve daha özgül yan, dergi kanalıyla şiirde, edebiyatta belirli bir tavır, bir anlayış ortaya konulabildiğidir. Dolayısıyla, şairlik/yazarlık ile dergicilik/yayıncılık arasında, mutlak olmayan bir bağdan söz edilebilir.  

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı “Türkçenin şirazesi” olarak tanımlıyorsunuz. Sizin de belirttiğiniz gibi bu, çok uzun bir zamana yayılan görkemli bir şiir evreni. Dağlarca uzun yaşamı boyunca birçok şair, akım, süreç atlattı. Peki onca şair ve yazara kıyasla Dağlarca’yı Türkçenin şirazesi yapan nedir? O, neden bunca önemli bir şair?

Dağlarca’nın yarattığı şiir dünyası, düşgücünün kendi gerçekliğini gündelik gerçeklik duygusuyla birleştiriyor. Türkçenin gelişmesiyle çok yakından ilgili bir şair. Dili kullanış tarzıyla da yapıyor bunu. Şaşırtıcı, çocuksu, insanı heyecanlandıran bir dil, çünkü çizdiği dünya geniş, evrensel bir dünya. Cumhuriyetin dile ve şiire getirdiklerini bireysel olarak aşıyor ve kapsıyor. Çizgi dışı ama, çizdiği özgün bir çizgi de var, bir tür şiraze. 

Dağlarca ile ilgili olarak onun 7’den 77’ye herkesin şairi olduğundan ve daha ilkokul sıralarındayken onunla tanıştığımızdan söz edebiliriz. O, birçok açıdan herkese, her yaş grubuna seslenebilen ve nasıl seslenmesi gerektiğini de bilen bir şairdi. Bu, belki de onu eşsiz kılan en önemli özelliklerden birisi. Peki Dağlarca hitap ettiği kesime göre biçimlenen dil, üslup ve imge evrenini nasıl kuruyordu? Onu bir anlamda “ulusun şairi” yapan nedir?

Dağlarca’nın deyim yerindeyse planlı bir seslenmeler şairi olduğu kanısında değilim. “Ulusun şairi” midir, bilemem, ama “ulusallığın şairi” olmak, büyük ölçüde döneminin de etkisiyle, onun boyutlarından biri. Bir grup şiirinde cumhuriyet dönemi izlek olarak belirli bir yer de tutar. Bu şiirlerinden bazılarında, o dönem neredeyse belirleyici bir görev duygusuyla yazan sayısız şairde görülebilen klişelere rastlansa da esas olan, halk ve ulus olmak duygusunu içeriden, devrimsel bir heyecanla yazdığı şiirlerdir. Bu konuyu “İki Dağlarca” başlıklı yazıda ele almıştım. 

İsmet Özel’in sol’dan sağ’a doğru kayışı ve bu süreçte iktidara göre hareket etmesi yıllardır çok tartışılan bir mesele. Siz de bu konuya değiniyorsunuz. Onun bu süreçteki dönüşümüne belirli oranda yakından da tanıklık ettiniz. Bu dönüşüm Özel’in şiirini nasıl etkiledi?

İsmet Özel’in “iktidara göre hareket etmesi” sözünü, dar anlamdaki siyasi iktidara endekslenmek olarak anlamamak gerekir. Dar anlamdaki siyasi iktidar AKP’dir, bugün AKP+MHP bloğudur. Özel’in tavrını bu güçlere göre hareket etmek olarak tanımlayamayız. Onun giderek faşizanlığa varan ideolojik yapılanmasında kendine özgü bir yan var. Bunu halkın kültüründe kök salmış olduğuna inandığı İslam ve Türklük duygusunu üstlenmek diye tanımlayabilirim. Herhangi bir siyasi partiye yakınlıktan çok, Sezai Karakoç gibi, kendi mürit grubuyla hareket eden dar bir odak oluşturmayı seçtiği bellidir. Öbür türlüsü çıkar peşinde koşmak olurdu. Şiirlerine gelince, genellikle tribünlere oynamadığını tekrar etmek isterim. Ancak artık bir sandık boyutuna (608 sayfa) ulaşmış olan Of Not Being A Jew adlı kitabında ağır trolleri oynuyor denmesi için, kitaptaki ikinci şiir olan “Ben Türk Dediysem Eğer” bile yeterli olabilir.   

Tıpkı Tanpınar gibi Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz’ın da şairliklerinden önce yazar kimlikleriyle ön plana çıktığından söz edebiliriz. Oysa siz bu isimlerin şiirlerinin de ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyorsunuz. Peki sizce aradan bunca yıl geçmesine rağmen “şair”lik unvanının bu isimlerden esirgenmesinin nedeni nedir?

Kabul etmek gerekir ki andığınız üç yazar da ağırlıklı olarak kurmaca, yani düzyazı yazarıdır. Gerçi Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde Tanpınar için “Cumhuriyet devri şair ve yazarlarından”, Rıfat Ilgaz için de “Günümüz şair ve yazarlarından” der. Sabahattin Ali’nin tanıtımına ise, “Cumhuriyet devri hikâye ve roman yazarlarından” diye başlasa da, devamında “şiirler, hikâyeler, romanlar yazdı, çeviriler yaptı” diye belirtir. Ben üçünün de, üzerinde az durulan şair yönlerine bakmak istedim.

Rıfat Ilgaz

Ilgaz şiirinin “yaratıcılığın durmadan parlayıp sönen ışıklarıyla dolu” olduğunu söylüyorsunuz. Peki onun şiirinin bu parıldayıp sönen yanları nelerdir ve bu ışık neden daima aydınlatmayı başaramamıştır?

Rıfat Ilgaz’ın diğer yapıtlarındaki belirleyici özellikleri şiirinde de görüyoruz: Dışa dönüklük, başta “sınıf” olmak üzere alegorik izlekler ve öyküleme, ironi, mizah. Sık sık belirtildiği üzere, antik oyun yazarı şair Aristophanes’le benzeşen cin bir eleştirellik. Çağdaşı Orhan Veli’yle etkileşim. Ve sesinde diğer 40 Kuşağı toplumcularındaki gibi yer yer çok açık olan bir Nâzım etkisi… Bütün bunlarda aklın rolünün son derece belirgin olmasına rağmen parıldayan yan, bunun esas olarak içselleştirilmiş ve özgürce konuşmasını engellemeyen, arka planda ya da zeminde kalmayı başaran bir akıl olmasıdır. Ancak bazen aklın terbiye edici bir görev duygusu olarak egemenliğini kurduğu, bir engel gibi hissedildiği kesitlere rastlanır, akıl ve ahlakla fazla tartılmışlık, ışıkları söndürür. Örnek olarak “Uzak Değil” adlı, 1968 tarihli şiirini verebilirim.

Yasaklar, hapis, darbeler, sorgular… Tüm bunlar sanırım Türk edebiyatının, hatta Türkiye tarihinin en önemli meselelerinden birisi. Nâmık Kemal’den Nâzım Hikmet’e, Orhan Kemal’den Sabahattin Ali’ye kadar ismini sayamayacağımız kadar çok isim hapse girdi, sorgulandı, türlü sorunlarla karşılaştı. Bu süreçte birçok önemli isim birlikte hapis yattı, birbirinin “mahpus arkadaşı” oldu ve birbirlerinin edebiyatının dönüşmesinde ciddi etkilerde bulundu. Peki tüm bu yasaklar, hapisler, sorgulamalar Türk edebiyatına nasıl bir yön verdi, onu nasıl biçimlendirdi?

Bu konuda özel bir çalışma yapmış değilim. Mevcut izlenimim, etkilerin kişiye ve döneme göre farklılaştığı biçiminde. Sözgelimi Nâzım belli ki hapishanede biraz okul gibi yaşamış, insanlarla yakınlaşmış, öğrenmiş, öğretmiş. Siz Orhan Kemal’i andığınıza göre, kurmaca yazarı Sevgi Soysal’dan da söz edebilirim: Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndaki dışa dönük, cin gibi anlatısı ve devamında yazdıkları, onun da cezaevi koşullarını verimli geçirdiğini gösterir. 

Sait Faik sanırım başlı başına bir şahsiyet olarak ayrıca incelemeye değer bir isim. Kendisi gerek Türkiye’de gerekse Fransa’da birçok önemli şairle tanıştı, birçok edebî topluluk ve akımı yakından tanıma şansına sahip oldu. Buna rağmen şiir üretimlerinin de tıpkı öyküleri gibi kendisine özgü olduğunu söyleyebiliriz. Sait Faik birçok açıdan oldukça kişisel, kendine özgü bir şiir meydana getirdi. Peki çevresinde olup biten bunca şeye rağmen Sait Faik bunca kendine özgü kalmayı nasıl başardı?

Bu sorunun yanıtını tam olarak bilmek zor. Diyebilirim ki zihnini ve ruhunu uğraştıran gerçek problemlerin, felsefi anlamdaki problemlerin sahibi olan yazarlar böyle olabiliyor ancak. 

“İki Büyük Etikçi”de aslında Leylâ Erbil ve Ece Ayhan üzerinden çok önemli bir meseleye değiniyorsunuz: Edebiyatın/sanatın araçlaştırılması ve daha önce dile getirilmeyen bazı konuların yazıya dönüşmesi… Bu, günümüzde de çok tartışılan bir konu. Peki bir sanat eserinin bir biçimde araçlaştırılması sizce ne gibi sorunlar doğuruyor?

Az önce Rıfat Ilgaz’ın şiiri konusunda söylediklerim biraz araçsallaştırmayla da ilgili sayılabilir. Sanatın araçları her zaman bir “dış” amaç için kullanılabiliyor. Bir ideolojinin propagandası ya da savunulması amacıyla şiir yazılabiliyor, resim, heykel ya da film yapılabiliyor. Sırf para ya da ün kazanmak amacıyla da kullanılabiliyor sanatın araçları. İşte bazen amaç ne olursa olsun, yaratılan yapıt amacı aşabiliyor, bazen de aşamıyor ve amaç ham bir kabak gibi ortada kalıyor. Nâzım çoğu şiirinde propaganda yapar mesela ama, onun yazdıkları yine de şiirdir. Ortaçağın büyük ressamları, siparişle şiir yazan Christine de Pisan vb. çok örneği var bunun. Leylâ Erbil’in Bir Kötülük Denemesi adlı yapıtıyla ilgili yazımın sonunda dediğim gibi, yapıta sanat dışından gelen amaç her ne ise onu çıkardığımızda yapıtta geriye bir şey –bir derin heyecan, kalıcı ve ruhumuzu zenginleştirici bir estetik etki—kalıyor mu, kalıyorsa o nedir? Ayırt edici sorular bunlar olabilir. 

Türk şairlerin yabancı şairlerle aralarındaki edebî yakınlık da oldukça önemli bir mesele. Sözgelimi sizin de bahsettiğiniz Rilke-Güven Turan ilişkisi bunlardan biri. Peki siz bu tür yakınlıklar, edebî ilişkiler üzerine ne söylersiniz? Sizin dikkatinizi çeken bu tür başka edebî yakınlıklar var mı?

Bu çok geniş bir konu, ben de yeri geldikçe değinmişimdir. Bir ucunda “etkilenme endişesi”, bir ucunda yolların çeşitli biçimlerde kesişmesi var. Rilke-Güven Turan meselesi için ise “ilişkiler” kavramından çok, birkaç şairin kesiştiği bir boyut demek daha doğru olur. Bir kule imgesi dolaşır o kesişme noktasında. 

Beklediler Gitmedik’te söz konusu ettiğiniz birçok şairle kişisel olarak da tanışıklığınız var. Onları hem yazınsal hem kişisel olarak tanıyorsunuz. Peki kişisel olarak tanıdığınız bu isimlerin şiirlerini okuyup değerlendirirken nasıl hissediyorsunuz? Bu tür kişisel tanışıklıklar eleştirilere etki ediyor mu?

Etki etmediğini söyleyemem elbette. Ancak, söz almamı engellemeyecek kadar mesafe almış olduğumu, hatta genel olarak mesafe almayı öğrendiğimi, öğrenmeye çalıştığımı söyleyebilirim. 

Son olarak konuşmak istediğim konulardan birisi de 2000’ler şiiri. Zira kitabınızın “2000’ler” bölümünde aktif bir şekilde şiir yazmaya devam eden şairleri merkezinize alıyorsunuz. Peki hâlâ hayatta olan, üretmeye devam eden ve yaşça genç olan bu isimleri Beklediler Gitmedik’e dâhil etmek nasıl bir duygu?

Bu sorunuzdan Beklediler Gitmedik’in dahil olduğu metin türünü sorguladığınızı anlıyorum. Yeni ürünleri kapsamaktan çekinen çalışma türü, antolojidir, ben de “Gerekçe” bölümünde, ideal ufkunda bir tür antologya var demiştim. “Antolojik” sıfatının, Batı dillerinde iki anlamı var: 1) Antolojiyle ilgili, öyle bir niteliği olan; 2) Olağanın dışına çıkması nedeniyle akılda kalan. Beklediler Gitmedik’in her iki anlamıyla da antolojik bir yanı olduğu doğru. Ancak şu haliyle, tam bir antolojiden çok, bir denemeler toplamı özelliği ağır basıyor. Belki antolojik denemeler diyebiliriz.

Her durumda Beklediler Gitmedik’e de bir yaklaşma çabasının egemen olduğunu söyleyebilirim. “2000’ler”, çok doğrudan bir sesle çıkış yapan iyi şairlerin yanında, klasizmden korkmayan bazı şairlerin de çıktığı, diğer yandan da  deneyselliğin Türkçe şiirde hiç olmadığı kadar rağbet gördüğü bir dönem oldu. Bu durum şiir bilincinin hayli yükselmiş olduğuna işaret. 

İlginiz için teşekkürlerimle.