Burak Soyer
Ahmet Altan, geçtiğim yıl yayımladığı Zarlar adlı kitabından bir yıl sonra, yine Everest Yayınları’ndan çıkan O Yıl romanıyla arayı fazla açmadan tekrar okuyucularının karşısında. 1997 yılında çıkan Kılıç Yarası Gibi ile 2001 yılında yayımlanan İsyan Günlerinde Aşk’ın devamı sayılabilecek O Yıl, okuru Birinci Dünya Savaşı’nın en ateşli dönemine, Osmanlı İmparatorluğu’nun da en çalkantılı dönemi olan 1915 yılına götürüyor.
“Hasta Adam” Osmanlı İmparatorluğu, Balkan Harbi’nde uğradığı bozgunun ardından bir türlü toparlanamayan hem maddi hem manevi olarak çökmesine kesin gözüyle bakılırken, iki İttihatçı Enver ve Talat Paşa’nın ısrarıyla Almanya ile Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı İmparatorluğu altı cephede birden savaşmakta, tebaanın neredeyse tamamının gözü kulağı, bu cephelerin arasında konjonktürel olarak en önemli yerlerin başında gelen Çanakkale’dedir. Zira İngilizlerle Anzakların istilası altında olan Çanakkale geçilirse; Boğazlar ve başkent İstanbul “gavurların” olacak, böylece zaten bir ayağı çukurda olan imparatorluğu yekten toprağa gömmek müttefik devletler için çocuk oyuncağına dönüşecektir. Çanakkale’de kurşunlar havada çarpışıp ölen askerlerin cesetleri bir kule misali yükselirken düşmesine kesin gözüyle bakılan Çanakkale’nin en önemli cephesi Conkbayırı’nda cesur bir inisiyatifle komutayı tek başına devralan Mustafa Kemal’in askerî dehası sayesinde düşman püskürtülmüş, böylece emperyalistlerin İstanbul’u ele geçirme hevesi de kursaklarında kalmıştır. Böylece bu topraklarda yaşayan herkesin dilden dile dolaşan, “Çanakkale’den haber var mı?” sorusu da kesin bir yanıtla sonuçlanmıştır.
Çanakkale’de savaş sürerken Alman Hastanesi’nde çalışan Ermeni hemşire Efronya ve Türk subayı Ragıp Bey büyük bir aşkın içinde savaş yerine katliamın daha uygun düşeceği bir atmosferde kendilerini olan bitenden azade tutmaya çalışarak gönüllerini hoş etmektedir. Ancak Ragıp Bey’in Çanakkale’ye tayin haberinin gelmesi bu büyük aşka gölge düşürecek; Ragıp Bey’in de Efronya’nın da aklı ve gönlü birbirlerinde kalacaktır.

İmparatorluğun dört bir yanından binbir çeşit haber gelip kulaktan kulağa yayılırken, bir sabah işe gitmekte olan Efronya, yolunun üzerinde bir kalabalık görür. “Gavurları asacaklarmış!” cümlesini duyup da yirmi genci darağacında gördükten sonra içine bir karanlık düşmüş ama sonrasında böyle bir şeyin mümkün olamayacağına kanaat getirerek yola devam eder. Aradan geçen birkaç gün sonra kapısına dayanan polis, onu tevkif edip, “kendisi” gibi olanlarla birlikte bir trene bindirince Efronya için akla hayale sığmayacak, tahayyül dahi edilemeyen sonuçları olacak bir yolculuk başlar. Önce Eskişehir’e, oradan Konya’ya, sonrasında ise Şam’a kadar uzanan, balık istifi trenlerle düşülen yolda, Efronya, Ragıp Bey’in izini de kaybetmiştir. O sırada Çanakkale’yi vermemek için mermilerle boğuşan Ragıp Bey için de aynı durum geçerlidir. İki masum âşık, gözünü kan bürümüş muktedirlerin keyfiliği yüzünden birbirilerinden kopmuş, izlerini belki bir daha bulamamak üzere kaybetmişlerdir deyip konuyu çok deşemeleden toparlamaya girişelim…
Ahmet Altan, O Yıl’da, en iyi bildiği şeyi yapıp, fona bir aşk hikâyesini yerleştirerek kanlı bir dönemin tüm hikâyesini gerçek karakterler ve olaylarla anlatarak yıkılmasına kesin gözüyle bakılan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük bir gayretle yeniden hayata dönüşünü aktarıyor. Ancak büyük resimde ise, Efronya’nın ana karakterliğinde yürüyen Ermeni tehcirinin tüm kepazeliği, insan onurunun nasıl ayaklar altına alındığını, Enver ve Talat Paşa’nın henüz Sarıkamış’ta şehit olanların kanı kurumamışken Büyük Turan hevesi yüzünden bir halkı bile bile ölüme gönderişini, insanın en karanlık dehlizlerine inerek, çok katmanlı ve çok sesli anlatımıyla okura gösteriyor. Bireylerin psikolojisini, iktidarı elinde bulunduranların lanetini, darmadağın olmuş bir halkı ve daha yakına gelirsek, Auschwitz’i aratmayacak fragmanlarıyla O Yıl, her şeyin başladığı 1915 yılının tüm ayrıntılarını içeren fotoğrafını çekiyor.

