
Aslı Alpar
Sonbahar tonlarının her yönden ufka varana kadar alabildiğine uzandığı bir zamanda; yeryüzü şekillerinin, engebelerin, düzlük ve tepelerin sere serpe gözler önüne serildiği bir yükseklikteyiz. Gök açık ve boncuk mavisi, güneş çevreyi büyük bir keyifle aydınlatıyor. Etrafımızda biçilmiş, sürülmüş tarlalar, hasadı tamamlanmış üzüm bağları var. Toprağın kokusu, rengi ve hatta zaman zaman şiddetini belli eden rüzgâr bile bize buraların verimli topraklar olduğunu söylüyor: yüzyıllardır işlenen, yüzyıllardır besleyen üzümün ve şarabın toprakları… Ufukta görünen, çevrede beliren tek tük yapıyı ya da aracı göz ardı edebilmeyi başarırsanız kendinizi kolaylıkla geniş zamanda bulabilirsiniz. Atalarımızın zamanında bir bağ bozumunda ya da belirsiz bir gelecekte olduğumuzu hissetmek mümkün. Nitekim bağların arasındaki yolda ince çizgiler ve gümüşi parlaklıklar yayarak ilerleyen varlık; uygarlığımıza şüpheyle bakmamızla sonuçlanacak alternatif bir gerçeklik sunuyor.

Sanatçı Serra Bilgincan’ın, “Yer Duygusu” sergisi için gerçekleştirdiği performans, kavramsal çerçevesi kadar mekânla ilişkisini de sağlam kuruyor. Doğa ve performansın fütürist estetiğinin yarattığı zıtlığı vurgularken sergide yer alan diğer işlerle etkileşimini de estetik ve kavramsal bir katman olarak kullanıyor. Küratör T. Melis Golar; sanat platformu Studio Barbare’deki “Yer Duygusu” sergisinin odaklandığı temel kavramları araştırmak kadar, serginin tümünde eserlerin; arazi ya da coğrafyanın kendisiyle bir etkileşim oluşturarak izleyiciye ulaşmasını hedeflediğini belirtiyor. Bu bağlamda sanatçıların esin kaynağı, ister yöreye dair tarihi bir bilgi, bir mit ya da arazinin görsel/duyusal bir özelliği ister somut bir nesneye dayalı yeni bir üretim olsun serginin bütünü için zenginleştirici bir katman sağlıyor.
Uzun boylu, zarif ve genç bir kadın; başında gümüş kaskı ve sırtında ince çelik halatlarla çektiği tarih öncesi bir yaratığın omurgasından ilham alınmış gibi duran aracını, büyük bir sükunetle peşi sıra sürüklüyor. Ucundan sarkan kurulum/kullanım kılavuzu, günümüzün kitlesel üretimine doğrudan bir atıf. Sanatçının üç boyutlu yerleştirmelere odaklanan pratiği, bu aracın tasarımındaki özene yansımış. Performansın yapılmadığı zamanlarda sergide bir yerleştime olarak yer alıyor. İzleyici, nesneye dikkatini verdiğinde, henüz etiketi ile bekleyen bir tarım aracından metaforik göndermeler barındıran bir heykele dönüşüyor.

Dik ve zarif duruşu, ifadesi değişmeyen ancak ufka, yola, ileriye bakan yüzüyle bu bir insan ya da bir cyborg olabilir. Belki yakın gelecekte yapay zekanın her şeyi ele geçirmesiyle homo sapiens kuklalarına dönüşeceğimizin kehanetidir. Bu aracın özenle uğraşılmış tasarımı, toprağa temas eden, izler bırakan ayakları gerçek bir işlevsellik taşıdığı yanılsaması yaratıyor. Tüm zerafetine rağmen heykel uzun süre taşındığında güçlü bir efor gerektiriyor. Sanatçının, oniki buçuk kiloluk bir yükle iki saate yakın sergilediği performans bir çeşit meditasyon ya da trans hali olarak da betimlenebilir. Bu adanmış yürüyüş, alternatif bir uygarlığa dair bir bağ bozumu ritüelini andırırken izleyiciyi doğa ve uygarlığın çıktılarının etkileşim ve karşıtlıkları üzerine düşünmeye itiyor. Doğanın sunduğu eşsiz güzellikteki üzümlerden şarabı, şarap kültürünü, bağ bozumlarını, festivalleri yaratan, sanatı ve sanatçıyı besleyen uygarlık, aynı zamanda toprak mülkiyeti için yapılan savaşların, toprak ağalığının da mimarıdır… Işıl ışıl gözüken verimli tarlaların ardında çoğunlukla doğayı tahakküm altına alan kimi zaman ilkel kimi zaman bilimsel (!) sert uygulamaların olmasına şaşırmıyoruz çünkü; anız yakmayı, pestisitlerle böcekleri yok etmeyi ya da bir bitkinin daha iyi yetişmesi için çevresindeki yabani bitkileri yakan kimyasallar kullanmayı olağanlaştıran bir uygarlıkta yaşıyoruz.
“Verimlilik” sanatçının bu bağlamda irdelediği bir kavramdır. Çağlar boyunca uygarlığın, gelişimin bir parçası olarak değerlendirilen verimlilik, göründüğü kadar önemli midir? Tarım devrimi ile elde edilen verim, ‘mülkiyetin’ ortaya çıkmasıyla yaşanan toplumsal dönüşüm, anaerkil toplum ve konumlarını kaybeden kadınlar için de ‘verimli’ midir örneğin? Ya da post-endüstriyel çağın ‘verimliliği’; küresel ekonominin ve teknolojik gelişimin doğaya verdiği geri dönülmez hasarla birlikte değerlendirildiğinde hala ‘verim’ midir? Verim ve mülkiyet arasındaki ilişkiyi tartışmaya açan sanatçı; tasarladığı işlevli/siz heykel ile bu sorunsalı somutlaştırır. Sanki toprağı işlermiş gibi görünen alet taşıyıcısına yük ve kölelik yaratır.

Kölelik, bazı avcı-toplayıcı toplumlarda rastlansa da kurumsallaşması doğrudan toplumsal artı değerin oluşumuyla ilgilidir ve tarım devrimi ile gerçekleşmiştir. Bu bağlamda ‘verimlilik’ hedefi yalnız hayvanları (yük ve çiftlik hayvanları gibi) değil, insanın kendi türünü köleleştirmesini ve bunu yüzyıllar boyunca sürdürmesinin koşullarını sağlamıştır. Günümüzde ise zaman ve emeğimizi ömrümüzü harcamak durumunda bırakıldığımız sistem köleliği ile deneyimliyoruz. Zaman içinde gelişen, tarım ve endüstri devriminin ağır çalışma koşullarını insani ve güvenli kılan tüm düzenlemelere ve teknolojik ilerlemeye karşın, bu koşullarda küresel ölçekte mümkün olabilecek potansiyel eşitlik, güven ve özgürlüğe ulaşmak mümkün olmadı. Çocuk işçiliği, ucuz işgücü koşulları, otoriter rejimlerde politik baskı aracı olarak zorunlu çalıştırma (Çin/Uygur Türkleri), savaş, yoksulluk, kaynak sömürüsü sonucu çocuk istismarı ve kölelik (Kongo örneği gibi) tanımlarını değiştirmiş ve prensiplerini değiştirmeden devam ederken gelişmiş, demokratik ülkelerde teknoloji bağımlılığı, sosyal medya kaynaklı anksiyete ve depresyon hatta mükemmeliyetçilik baskısıyla yükselen intihar eğilimi dijital bilgi çağının sorunları olarak başka boyutlarda kendini var ediyor. “Teknoloji ile kölelik arasındaki fark, kölelerin özgür olmadıklarının tamamen farkında olmalarıdır.” diyor günümüz Lübnan asıllı Amerikalı yatırımcı ve yazar, Nassim Nicholas Taleb¹ hafif bir alayla. Belki de günümüz insanı farkında olmamayı tercih ediyordur.
Serra Bilgincan’ın hedeflerinden biri de endüstriyel çağ ile yüceltilen kas gücünden beyin gücüne evrilme sürecine alternatif bir bakış sunmaktır. Sanatçının beyin gücüyle tasarladığı nesne süreci tersine çevirir, tasarımcısını yoğun bedensel emek vermeye iter. Bu durum, yukarıda bahsedilen sistemin yarattığı farklı kölelik biçimlerine dair bir gönderme olarak okunabileceği gibi mevcut yapıyı dönüştürmek, yeniden inşa etmek için tersten bakmayı, farklı düşünmeyi teşvik eden muzip bir ayrıntı olarak da değerlendirilebilir. Bu muziplik bize; toprağa, geleneğe, tarihe, bedene dönüp tekrar bakmak, düşünmek gerektiğini söylüyor. Bize sunulan kolaylıkları kabul edersek ya da zorunlulukları reddedersek ne olur? Masanobu Fukuoka’nın Ekin Sapı Devrimi’nde² bahsettiği gibi doğanın kendisinden ilham alarak hem geleneksel hem de modern tarım yöntemlerinden daha az emek sarf ederek üstelik zararsız ve sürdürülebilir verim sağlayan modeller yaratabilmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Ancak uygulamada ne yazık ki kapitalizm ve rantçılığın kısa yolları etkili oluyor. O halde, kapitalizmi her fırsatta hackleyebileceğimiz bir gerilla yöntemi yaratabilir miyiz? Yoksa onu tamamen yıkmak hâlâ mümkün mü? Romantik olmayan bir devrimcilik olabilir mi? Zengin hayat tarzlarımızdan, konfor alanlarımızdan çıkmadan bu gidişatı çözebileceğimizi sanmak yalnızca bir ertelemecilik mi? Kohei Saito’nun Slow Down: The Degrowth Manifesto³ da önerdiği gibi küçülme bir çözüm sunabilir mi?

Sanatçı performansını ‘Serdümen Toprağı Eşelediğinde’ olarak adlandırıyor, ‘Reptilia Cultivatus’ ise bedeninin bir parçasıymışçasına taşıdığı heykele verdiği isim. Kültivatörler toprağı alt üst etmeden, toprak canlılarının mikro tünellerini bozmadan toprağı havalandırmayı sağlamayı amaçlayan görece nazik tarım aletleridir. Ancak ‘Reptilia Cultivatus’ zarif görünümlü tarım aleti, bir kültivatörden çok devasa bir sürüngenin omurgasını andırıyor. Aliminyum parçalar, vidalar, somunlarla oluşan ve cyberpunk estetiği taşıyan omurga yelek, sanatçının bedeniyle birleştiğinde karşımıza retro-fütüristik bir şahmaran çıkıyor. Yılanlar hemen hemen her kültürün mitolojisinde ve farklı arketiplerle yer alırlar. Toprakla ilişkisi bağlamında yılan, yer altı güçleri, yaşam, ölüm, doğurganlık, tıp ve bilgelik gibi kavramları temsil eder. Şahmaran efsanesi de benzer temsilleri içeren öyküsünde insanın ihanetine odaklanır. Yılanların bilge kraliçesi; bulunup öldürüldüğünde hastaya şifa, zorbaya ölüm getirir. Söylentiye göre kıyamet zamanı geldiğinde, kraliçelerinin öldürüldüğünü anlayan yılanlar yeryüzünü sarıp insanlardan intikamlarını alacaktır.
Kıyamet geldi mi? Antroposen olarak da adlandırdığımız bu çağ, sunduğu bilgiye erişim ve farkındalık olanaklarıyla bizi, gözleri açılmış ancak kabusundan uyanamamış bir halde bırakıyor. Bindiğimiz dalı kestiğimiz artık apaçık bir gerçek ancak karbon ayak izimiz ve iklim değişikliğinin etkilerini, günümüzün tarım ve kitlesel üretim biçiminin doğaya karşı zalimliğini ve sürdürülemezliğini görmemize rağmen bugün hâlâ “olduğumuz” yerdeyiz. Gezegenimize, doğaya, türümüz dahil tüm canlılara verdiğimiz zarar ve acı nedeniyle; yaşama saygılı, duyarlı ruhlar için günümüz, bir kıyamet halidir. Sisteme dair tüm hayal kırıklığımız ve distopik düşüncelere uzanan karamsarlığa rağmen doğanın kendisine bakmaksa bir umut ve teneffüstür. Sanatçı performansıyla tam da bu zıtlığın görünürlüğünü sağlıyor. Aydınlık, güneş, açık havanın verdiği dinçlikle performansın icrasındaki sade estetik izleyeni anda tutuyor.

‘Reptilia Cultivatus’, bu güzel cyberpunk yılan kraliçe; bize son uyarılarını yapıyor. Geri dönülemezin eşiğinde bizimle dans ediyor. O uzun, yeknesak yürüyüşü ile köleliğimizle dalga geçiyor. Belki yerin altındaki yılanlara haber çoktan gitti; Şahmaran bu yeni formunda, sadece gelecek olanın bizim için ölüm, gezegenimiz için şifa olacağını söylüyor. Kendimizi sistemden kurtaramadığımız gibi, gözlerimizi ondan, güzelliğinden alamıyoruz. Asmaların ve kuru otların arasından yavaşça dönemeci dönüyor, ardında toprakta bir hafif rüzgarla silinecek minik izler bırakıyor…
Aslı Alpar
Dipnot ve Kaynakça:
1. Taleb, Nassim Nicholas. (2010) Prokustes’in Yatağı: Felsefi ve Pratik Aforizmalar (F. Deniztekin, Çev.) İstanbul: Varlık Yay. (2019)
2. Fukuoka, Masanobu. (2000) Ekin Sapı Devrimi (A. İstanbullu, Çev.) İstanbul: Kaos Yay. , 7. Baskı (2021)
3. Saito, Kohei. (2020) Slow Down: The Degrowth Manifesto (A. Reiji Morris, Trans.). London: Cambridge University Press, 2023.