Aytuğ Kargı
Ketebe Yayınları, Süha Sertabiboğlu çevirisiyle Octavio Paz külliyatına Öteki Ses’i kazandırdı. Kitap daha önce 1995’te Suteni Yayıncılık, 1997’de İnkılap Kitabevi tarafından basılmıştı. Ketebe Yayınları, kitabı ve Paz’ın görüşlerini dolaşımda tutarak Türkçe şiirde “modern”, “modernite”, “modernist” kavramları bağlamında süren tartışmalar açısından pek önemli bir vizyonu üstleniyor. Şiirin Sonsuz Yolculuğu: Octavio Paz’ın Yay ve Lir’i Üzerine başlıklı yazımda belirttiğim üzere Paz’ın görüşlerinin tekrar ele alınması, Türkçe şiirdeki kavram karmaşalarına ve geleneğin sürekli terk edilmesinin ardında yatan düşüncelere farklı açılardan yaklaşmak için oldukça işlevsel gözüküyor. Bununla birlikte Meksika ve Türkiye arasındaki “gecikmiş modernite” benzerliği açısından da Paz’ın görüşlerini ve değindiği noktaları Türkçe edebiyat bağlamında değerli görüyorum. Bu yazımı, Paz’ın şiiri açıklarken kullandığı tanımlamaların Türkçe şiirle bağdaştırılabilecek bir nitelik taşıdığını düşündüğüm için yazıyorum.
Paz’ın Öteki Ses’i, şiiri farklı açılardan değelendirdiği denemelerinden oluşuyor. Girişte kendisinin belirttiği üzere kitaptaki denemeler, Çamurdan Doğanlar’ın devamı niteliğinde. Yani çağdaş dönemde şiirin yerini irdeleyen denemelerle karşılaşıyoruz. Buraya gelmeden şiirin geçirdiği evrimler modernite bağlamında değerlendiriliyor, tanımların açmazları vurgulanıyor. Bu çok mühim çünkü modern/modernist edebiyat kavramı Türkçe edebiyat bağlamında oldukça tartışmalı. Hâl böyleyken çağdaş dönemle birlikte “postmodern” kavramının yürürlüğe girmesi, işleri daha da karmaşıklaştırıyor. Paz’ın tespit ettiği şiirin dönüşüm noktaları, Türkçe edebiyatın modern/modernist sahasıyla karşılaştırmalı okunduğunda şiir kavrayışlarının çeşitliliği açısından -tarihler faklı olsa da- önemli fikirler sunuyor.
Modernite kavramının çıkışı ve dönüşümünü irdeleyen ilk bölüm, “Şiir ve Modernite” başlığını taşıyor. Çağdaş şiirden bahsetmeden önce görüşlerin ve saptamaların temelini görmek adına bu bölümü ele almak gerekiyor. Fakat yan başlıklar çok olduğundan ben “Kopuş ve Bütünleşme”başlığı çerçevesinde görüşlerden bahsederek kitabın ikinci bölümünün son yan başlığı olan “Öteki Ses”te Paz’ın şiiri nasıl tanımladığından bahsetmek istiyorum.
Paz ilk bölümdeki “Modernite ve Romantizm” ve “Modernite ve Avangart”yan başlıklarında modernliğin tanımını yapmaya çalışarak işe başlıyor. Kavramın değişken doğasını hem çeşitli coğrafyalar açısından hem de eleştirelliği bakımından değerlendiriyor. Bu bizi direkt olarak 18. asra götürüyor ve modernite, “kendinin eleştirisi” olarak gün yüzüne çıkıyor: “Akıl kendisini ‘Var Olma’, ‘İyi’, ya da ‘Gerçek’le özdeş kılan gösterişli yorumlamalardan vazgeçti; Düşüncenin Evi olmayı bıraktı ve bunun yerine bir yol, bir keşif aracı hâline geldi.” İşte tam olarak tekil ve değişmez bir “doğru”dan bahsedemiyor oluşumuz, modernitenin getirdiği septik hâl ile açıklanabilir. Bireysel olarak, kavramların yeniden keşfedilmesi gerekiyordu. Bireysellik hâli, Romantizmin de temellerinden biridir. Paz bu noktada Romantizmin akılcı moderniteye karşı aşkı ve bedeni tercih ettiğini ama bu asi çıkışın aynı kanaldan ilerlediğini belirtiyor. Böylelikle modernitenin kapsam alanının değiştiğini, akılcılıktan daha bireysele doğru gittiğini görüyoruz. Yani birkaç farklı moderniteden bahsetmek zorunlu oluyor. Öyleyse akılcı modernitenin karşıtı bireyci modernite denilebilir; 18. asrın akılcılığından 19. asrın bireyciliğine. Edebiyat ve özellikle şiir, “şimdinin tutkularını, aşkı ve bedeni” tercih ederek analojiyi ve ironiyi eleştirinin temel argümanları olarak kullanmıştır. Tamamıyla bireyci ve özgürlükçüdür, 19. asırda çıkmıştır, modernitenin zirvesinde.
Fakat bu Modern Çağ, yerini toplumsal krize bırakıyor. 18. asırdan miras kalan septiklik, radikal bir hâl kazanıyor; bilinç sorgulanıyor, gerçeklik hayali nitelikler kazanıyor. Modernitenin eleştirel tavrı hat safhaya ulaşıyor ve benlik krizine yol açıyor. Metafizik bir alan açılıyor Paz’ın saptamalarına göre, “Sandalye, gördüğümüz sandalye olmaktan çıktı; artık o görünmez güçlerden, atomlardan, parçacıklardan oluşan bir yapı. Maddi nesnelerin bütünlüğünü bozan sadece yeni fizik değil; Öklid-dışı geometriler başka tür uzayları, tümüyle farklı özellikte mekânları mümkün kıldı. Yeni bir konsept, yazarların ve ressamların hiç durmadan uğraşacağı bir konu ve ilk avangartların ana miti doğdu: Uzay-zaman.” Psikanaliz, aklın yetersizliğinin kavranması, bilincin çok yönlü yapısının keşfi; uyumsuzluklar ve tıkanmalar yaratıyor. Bunun ilk gözlem alanı olan sembolizm, metafizik alanla birlikte kendisini sokaktaki, deneyimleyen şairin yazdığı şiir deneyiminin kendi sesini yansıtarak, iç içe girerek, keskinleşerek avangartı beslemiş gibi gözüküyor. Paz, bu geçişi Baudelaire ve Apolliniare üzerinden anlatıyor:
“Romantik kahraman bir maceracı, bir korsan, özgürlük savaşçısında dönüşmüş bir şair, yahut ıssız bir gölün kıyısında yüce düşüncelere dalıp gitmiş yalnız bir figürdü. Baudelaire’in kahramanı kente düşmüş bir melekti; siyah giyinirdi ve şık ama yıpranmış takım elbisesinde şarap, yağ ve çamur lekeleri vardı. Apolliniare’in kahramanı bir kent serserisi, kalabalıklarda kaybolmuş gülünç ve acıklı bir berduştur neredeyse.”
İki büyük şairin kahramanları benzerlikleri açısından Romantizmle ilişkilendirilebilmektedir. Oysa radikal Septisizmden beslenen yeni şiir, bu kahramana gerçeklik algısını kaybetmiş olma özelliğini yükleyerek çağın tüm kasvetini yansıtmış oluyor. Yalnızlık anlatısı, karamanın kendi yaşantısından toplumsal bir alana dönüşerek, toplumsal bir boyut kazanarak kahramanı “yalnızlar kalabalığında yalnız” bırakıyor. Örneğin Wolfe’nin Yalnızlığın Anatomisi, bu durumu çapıcı bir şekilde ele alan kitaplardan biri. Makineler, kasvetli kent anlatıları, gerçekliğin farklı görülerle açıklanabileceği fikri; “Antik Çağ’ın doğal dünyası”nın yerine geçiyor. Kahraman, büsbütün deliriyor. 19. asırdan 20. asra geçiş, gerçeklik kavramının tekil olamayacağı düşüncesinden sonra farklı algıların araştırılmasıyla başlıyor. Septik düşünce, cevapların çokluğu içinde maniaya sebep oluyor. Aklın tamamıyla reddi, Dadaizm ve reelin superi: üst realizm, Sürrealizm.
Farklı algılara da değinmek gerekir. Paz bu kitabı örnek vermemiş ama bence The Doors of Perception, 20. asrın algı arayışına çok iyi bir örnek. Böylelikle Pound’ın Çince şiir çevirilerinin, haiku formunun deneysel olarak tekrar ele alınmak istenmesinin sebebini de görüyoruz: Gerçekliğin farklı -hatta belki de tüm- boyutlarına ulaşma isteği. Paz, “gerçeği yeniden üretmek” olarak tanımlıyor bu isteği. Gerçeğin olası her kapsamına ulaşmaya çalışmak, olasılığın boyutlarını arttırmak… bunlar bizi simultaneisme götürüyor: “(…) 20. yüzyılın ikinci on yılında resimde, şiirde ve romanda, önce ve sonra, ön ve arka, iç ve dış gibi zıtlıkları hem yok eden hem de çatıştıran bir zamansal ve mekânsal birleştirme sanatı ortaya çıktı. Bu sanatın birçok adı vardı; bunların en iyisi, en tanımlayıcısı “Eşzamancılık”tı.”
Görülüyor ki avangart şiirin aşırı uçları (Dadaizm, Sürrealizm ve Eşzamancılık) 20. asra damga vuran eğilimler. Bunlar avant–garde akımlar: “öncü”ler. Modern kavramlardır, moderne, modernus yani “şimdiye ait”, “zamanına göre”. Şu an post–moderne kavramından söz ediliyor. Modern Çağ’dan Yeni Çağ’a. Peki modernizmin kendi düşüncesinde yenilik var ise bunun “üst”ü, “sonra”sı nasıl olabilir? Bu karmaşadan kurtulmak için uzunca bir alıntı yapmam gerekiyor:
“Eleştirellik bir süre geciktikten sonra nihayet, geçen çeyrek yüzyılda başka bir tarihsel döneme ve başka tür bir sanata girdiğimizi fark etti. Hep avangardın krizi konuşuluyor ve bizim dönemi tanımlamak için her yerde “postmodern çağ” ifadesi kullanılıyor. Modernizmin kendisi gibi değişken ve çelişkili bir niteleme. Modernden sonra gelecek şey ultramodernden, yani dünkünden daha da modern bir moderniteden başka bir şey olamaz. İnsanlar hiçbir zaman yaşadıkları çağın adını bilmezdi ve biz de bu kuralın istisnası değiliz. Kendimize “postmodern” demek aşırı modern olduğumuzu söylemenin çocuksu bir tarzından başka bir şey değil… Kendimize postmodern demek ardışık, doğrusal ve hep ileriye giden zamanın tutsakları olmaya devam etmektir.”
Paz, bu noktada kavramların karmaşalarını kendi hâllerine bırakarak kalıcı yapıtlar yaratmak gerekliliğini vurguluyor. Gerçekten de doğru, tanımlar sonradan gelebilir, önemli olan önce bir yapıt açığa çıkarmaktır; kabul gören bir yapıt, üç zamanda kabul görecek cinsten. Kabul gören yapıtların kalıcılığına vurgu yapan Paz, şiirin zamansızlığa ulaşmak amacı taşıması gerektiğini dile getiriyor. Yay ve Lir’de bir yapıtın değer ölçütünü zamansız olmasına bağlar. Elbette şiir bağlamında ele alırsak, şimdinin şiirini yani “buradalık” hâlini yansıtmanın yapıtı değerli kılan bir özellik olduğunu söylüyor. Hareket eden metinlerin içeriğinin de hareket etmesi gerektiğini söylüyor. İleriye doğru, kendini yenileyerek, sürekli. Zamanın geçişiyle kaybolamayacak kadar değerli bir hareket ama. Yenileyerek yinelemek gibi bir eylem:
“Başlangıç olan bu zamanın şiirini ben birçok kez, bütünleşme sanatı diye nitelendirdim. Ve bunu kopuş geleneğiyle karşılaştırdım. ‘Modern Çağ’ın şairleri değişim ilkelerinin peşinden koştu; bizler, başlangıç olmuş çağın şairleriyse bütün değişimlerin kökü olan değişmez ilkenin peşindeyiz. Odysseia’yla A la recherche du tempo perdu arasında ortak bir şey yok mu diye düşünüyoruz. Değişimin estetiği şiirin tarihsel karakterini daha belirgin kıldı. Şimdi soruyoruz: Değişim ilkesinin kalıcılık ilkesiyle birleşeceği bir nokta var mı? Bu yüzyılın sonunda başlayan şiir aslında ne başlıyor ne de başlangıç noktasına geri dönüyor; sürekli bir yeniden başlangıç ve devamlı bir geri dönüş bu. Şimdi başlangıç olmadan başlayan şiir, zamanların kesiştiği yeri, bir çakışma/bütünleşme noktasını arıyor. Şiirin tıkış tıkış geçmişle, sınırlanmamış gelecek arasındaki bugün olduğunu gösteriyor.’ On beş yıl önce yazdım bu sözcükleri. Bugün şunu ekleyeceğim: Bugün, kendini buradalık hâlinde gösterir ve buradalık üç zamanın barışmasıdır. Bir barışma şiiri: Tarihi belirsiz bir şimdi’de vücut bulan düş gücü.”
Paz’ın bu sözleri bana andalık fikrini de hatırlatıyor. Bunu Beat Kuşağı’nda görebiliriz. Şiiri yazma anının kutsal şiiri. Burada ve anda. Şimdinin kilitlenmesi ve yüksek bir hâl ile, taşkınlık ve aşkınlıkla düşün düş olarak değil, şimdideki şimdiye göre gerçek bir görü kazanıp -soyutun somuta dönüşmesi ve okurun ikna edilmesiyle, metne dahil olmasıyla- yazma anı. Anda yaşanan şimdinin her zaman şimdi olabilmesi. Yapıtın sürekli yeniden yaratılabilmesi, yani farklı anlamlar kazanabilmesi. Her okuruyla, her çağda, her coğrafyada farklı bir noktadan seslenebilmesi. Paz’ın dediği gibi üç zamanı içinde kapsayan hâliyle: geçmişten beslenen (temeli olan), şimdiyi yansıtan (yeni olan), gelecekte buradalığı devam edecek (kalıcı ve hâlâ duygulara hitap edebilecek olan). İşte ortaklık, bütünlük.
Bu noktada bütünlük ilkesinin kapsam alanını da belirtmek lazım. Paz evrensel bir şiir yasası olarak duyguyu, şiiri okuyan insanın içindeki extacy anını ortaya koyuyor. Bu çok somut bir yasa değil. Fakat belirtmek gerekir ki gayet evrensel bir duygu. Şiir okuyan herkeste oluşan bir duygu değil, öte yandan şiirin kendisi de herkese hitap edebilen bir tür değil. Antik Çağ’da şiirin işlevleri vardı: ayin sırasında okunan dualarla bir sekans gerçekleştirilirdi. Avın tekrarlanması, tiyatral bir işlev. Tanrı/Tanrıça(lar) nezdinde şükran sunma… Bunlar insanın anlatma ihtiyacının giderilmesine yarıyordu. Günümüzde böyle bir işlevden söz edemeyiz. Artık şiir sadece etki alanındakileri büyüleyen bir tür. Tam da bu yüzden Paz şiiri “öteki ses” kavramıyla açıklıyor:
“Şiir, devrimin ve dinin arasında öteki sestir. Onun sesi ‘öteki’dir, çünkü tutkuların ve hayallerin sesidir. Hem öteki dünyadan hem bu dünyadan, hem çok eski günlerden hem de tam bugündendir; tarihsiz bir antikitedir. Hem kâfir hem dindar, hem masum hem sapkın, hem duru hem bulanık, hem havalarda hem yeraltında, hem inziva hücresinde hem bar köşesinde, hem el altında hem de hep uzaklardadır. Şiirin ister uzun ister kısa anlarını yaşayan her şair öteki sesi duyar, eğer gerçekten şairse. Bu ses onundur, başka birinindir, başka birinin değildir, hiç kimsenin değildir ve herkesindir. Şairlerin diğer insanlardan bir farkı yoktur ama, kendileri oldukları -çok ender ama yine de çok sık- anlarda ötekidirler. Tuhaf yeti ve güçlere sahip olmak, varlıklarının en gizli derinliklerinde gömülü psişik bilgi birikiminin birden çıkıverişi mi bu, yoksa sözcükleri, imgeleri, sesleri ve biçimleri bir araya getirme becerisi mi sadece?… Bir manya başka bir deyişle kutsal bir çılgınlık, bir coşku, bir esrime. Ama manya bu hastalığın kutuplarından sadece biridir ve diğeriyse absentia, yani şairin konuştuğu iç boşluk, o ‘melankolik kayıtsızlık’tır. Doluluk ve boşluk, uçma ve düşme, heyecan ve melankoli: Şiir”
Öyle görünüyor ki Paz, şiiri Yay ve Lir’deki imge tanımına benzer bir şekilde açıklıyor. Zıtlıkların yan yana gelebilme durumu. Hayallerin gerçeklikle çatışması. Fakat bu yan yanalık ve çatışma evrensel bir duyguya hitap etmeli. İçsel bir patlama, sesi sadece başka ötekiler tarafından duyulabilecek türde olan. Buradaki öteki kavramını da açmak lazım. Modernist yaşantı, kişiyi tekdüzeleştirmeye devam ediyor. Tüm tekdüzeliğin içinden duygularıyla sıyrılan bir kitle her zaman vardı, şimdi de var. Aşkın duygular yaşayan kişiler bunlar. Antik Çağ’ın keşişleri, şamanları gibi görebiliriz bu kişileri. Ötekidirler, içlerindeki patlamayı çok az bir kitleye anlatabilmektedirler. Bu noktada şiir, duyguların tercümesi olarak kişilerin sesi olmaya devam ediyor. Minör, öteki kesimin sesi oluyor: “Şiir, imaj hâline gelen bellek ve ses hâline gelen imajdır. Öteki ses mezarın ötesinden gelen ses değil, insanoğlunun yüreğinin derinliklerinde uykuya dalmış insan sesidir. Hem binlerce yıl yaşındadır hem sizinle ve benimle yaşıttır, hem de daha doğmamıştır. Dedemizdir, kardeşimizdir ve torunumuzun torunudur.”
Bu tanım, günümüzde Türkçe şiirin dolaşımının sadece belirli alanlarda sınırlı kalması bakımından gayet geçerli gibi gözüküyor. Ötekileştirilmiş bir tür olarak şiir, artık kendi geçmişini (gelenek anlamında) tümden kaybederek -hatta reddederek- farklı disiplinlerle iç içe girmiş durumda. Bu kulağa güzel gelebilir fakat şiir artık kâğıdı da terk etmeye başlamış gibi geliyor bana. Performansa yönelik işler yapıldığını görebiliriz, Amerika’da 50’lerde Beat Kuşağı ile, Türkiye’de 2000’lerde Leman Kültür’de. Bu şiirin tekrar ayin niteliği kazanması gibi geliyor kulağa. Artık kitaptan okumak yerine şiiri dinliyoruz. Bu durum acaba şiirin müziğe dönüştüğü anlamına mı geliyor? Büyük Ev Ablukada gibi bir grubu düşünürsek vermiş oldukları Nazım Hikmet referansları, 2. Yeni’yi çağrıştıran sözleri, Dadaizme ve Sürrealizme yakın tavırlarıyla gayet de performatif şiir olarak değerlendirilebilecek bir noktada duruyorlar.
Elbette basılı şiir okuyan bir kitle de var. Fakat soralım, kim okuyor bunları? Çoğu zaman şairin çevresi ve çevresinin çevresi. Son iki yılda basılmış, herkesin -herkes derken sokağı da kastediyorum- dilinde olan bir şiir kitabı var mı? Pek sanmıyorum. Ama Ahmet Ümit ve Murat Menteş’in romanları yok satıyor. Bu kötü bir şey değil tabii. Ama şiirde böyle bir satışın yakalandığını hiç sanmıyorum. Bu açıdan “öteki ses”, Türkçe şiir bağlamında da kullanılabilecek bir tanımlama.
Tüm bu bağlamda Octavio Paz’ın Öteki Ses’teki tespitleri, Türkçe şiirdeki gelenek çatışmasına ve kavramsal tartışmalara yeniden bir bakış olarak okunabilir. Zamansız bir “şimdi” yaratma düşüncesi ise açmazda olan şiirin çıkış noktası olarak iyi bir öneri. Her ne kadar soyut bir tanım olsa da şiiri duygulara indirgemek de evrensel açıdan geçerli bir bakış açısı sunuyor. Böylelikle şiirin gerekli bir tarafı olduğu açığa çıkmış oluyor: taşkınlığı anlatma, aktarma. Kitabın son cümleleriyle yazıyı sonlandırmak, bu gerekliliği gösterecektir:
“(…) insanlar var olduğu sürece şiirin de var olacağını biraz kesin bir şekilde söyleyebilirim. Fakat aralarındaki ilişki bozulabilir. İnsanın imgeleminden doğan bir şey, eğer imgelem ölür ya da bozulursa yok olabilir. İnsanlar şiiri unutursa kendini unutur. Ve baştaki kaosa geri döner.”