Aidiyetsizler Kulübü: “Melek Yüz”

Selim Doğan

Kadıköy’den Maltepe sahiline uzanan bir coğrafi hatta, dövüş minderiyle antidepresanlar arasına sıkışmış bir genç kadın karakter düşünün. Bir elinde kaykayı, diğer elinde çeşit çeşit bıçakları; zihninde bastırılmış öfke, bedeninde iyileşmemiş yaralar…

Gökhan Gençay’ın yeni romanı Melek Yüz işte bu başkarakterin hikâyesini içeriyor. Roman ilk bakışta klasik bir “kayıp gençlik” anlatısı gibi görünse de, sayfalar ilerledikçe karşımıza çıkan şey bir rehabilitasyon değil, kolektif bir başkaldırının karanlık bir estetikle harmanlanmış portresi oluyor.

Roman, yalnızca başkarakter Elif’in (ya da kendi seçtiği kimlikle Anna’nın) arayışını değil, gençlerin bir bütün olarak metropolde var olma biçimlerini, altkültürlerle kurduğu ilişkileri, sınıfsal gerilimlerini ve kimlik mücadelesini bir arada masaya yatırıyor ve sorguluyor. Bunu yaparken de genel olarak mecazlara, soyut sembollere ya da dışsal olaylara yaslanmaktan bilinçli olarak uzak duruyor; doğrudan, sokakla temas eden, bedensel bir anlatı dili inşa ediyor.

Elif’in hikâyesi, çocukluğundan bu yana kendine zarar verme dürtüsüyle şekillenmiş bir içsel boşlukla başlıyor. Ne ilaçlar ne psikanaliz ne de orta sınıfın “terapiye git, iyi gelir” kolaycılığı onun derdine çare olabiliyor. Çözüm, şiddeti yalnızca bir patlama olarak değil, bir disiplin, bir odak olarak yeniden tanımlamakta yatıyor. İşte burada devreye Kara Ejder Dojo giriyor. O mekânda şiddetle değil, şiddet üzerine düşünerek yapılan içsel bir dövüş pratiğine girişiyorlar.

Kara Ejder Dojo, tam da Gökhan Gençay’ın alegorik bakışını gözler önüne seriyor. Maltepe’nin yıkılmaya yüz tutmuş binalarından birinin içinde, sisteme uyumlu olmayı reddetmiş gençler tarafından işgal edilmiş bir alan burası. İşlevsiz hale gelmiş bir kent parçasının, farklı anlamlarla dolu yeni bir merkeze dönüştürülmüş hâli. Bu bina, romanın kentsel dönüşüm ve gençliğin mekânsal sıkışmışlığına dair eleştirisinin temel zeminlerinden birine dönüşüyor.

Melek Yüz, okuru yalnızca bir karakterin kişisel gelişimine değil, bir jenerasyonun sıkışmışlığına da tanıklık etmeye çağırıyor. Elif’in arkadaş çevresinde yer alan karakterlerin çoğu, farklı sosyal sınıflardan, farklı kimliklerden gelen, ama sokakta ortaklaşabilen, yan yana gelen gençler. Bu anlamda roman, sınıfsal geçişkenliklerin altını çiziyor; kaykay sahasında varoş genci Arif’le üst sınıf Zeynep’in aynı zeminde bulunabiliyor oluşu tesadüfi değil. Aynı zamanda, Savaş karakteri üzerinden queer temsiliyete de yer açılıyor. Ancak bu temsiliyet yalnızca kimlik açıklamasıyla sınırlı değil; queer olmanın, dojo’nun toplumsal normlara mesafeli yapısındaki karşılığını da gösteriyor.

Romandaki tüm karakterler, adeta kendi kimlikleri üzerinden isyana yol alıyor. Savaş, Hakan, Sibel ve Ece gibi figürler, yalnızca yan karakterler değil; alternatif yaşam formlarının, karşı kültürlerin, bir başka “düzenin” somut temsilcileri. Bu bağlamda bireysel dönüşüm de kolektif bir karşı duruşun mümkünlüğü üzerinden gelişiyor.

Gökhan Gençay’ın anlatı dili, vadedildiği gibi “boks kroşesi gibi” ilerliyor. Sert, hızlı, dolambaçsız. Ama bu stilistik tercih, anlatıyı yalnızca cool bir estetiğe büründürmekle kalmıyor; duygusal derinlikleri, karakterlerin içsel çelişkilerini, boşluklarını da görünür kılıyor. Özellikle Elif’in iç sesiyle karşılaştığımız bölümlerde dilin zaman zaman şiirsel bir ritme, zaman zaman da sinir uçlarına dokunan bir seriliğe büründüğünü görüyoruz. Dövüş sahneleri ise yalnızca koreografik değil, neredeyse felsefi bir düzleme taşınıyor: “Dövüşmek seni kötü yapmaz. Kendini öldürmemeni sağlar sadece.”

Yazarın dili, alıntılarda ve referanslarda da kendini belli ediyor. Chuck Palahniuk’tan Larry Clark’a, Zen öğretisinden punk manifestolarına kadar geniş bir çerçevede yankılanıyor. Bu göndermeler yalnızca süs değil; romanın altmetnini kuran önemli destekler. Okura, Elif’in yaşadıklarını bir genç kız dramı olmaktan öteye taşıyacak bir kültürel bağlam sağlıyor.

Melek Yüz, klasik anlamda bir kurtuluş hikâyesi anlatmıyor. Evet, Elif kendini buluyor, ama asıl zafer, onu mahveden sistemin yerine, başka bir yaşam kurabilme cesaretinde yatıyor. Bu roman, ne yalnızca bir ayağa kalkma hikâyesi ne de yalnızca bir gençlik manifestosu; bedensel arınmayı, zihinsel kurtuluşla harmanlayan bir şehir masalı. Ama bu masalın mutlu sonu yok, yalnızca devam edebilecek bir yola çıkış var.

Bir roman sadece ne anlattığıyla değil, nasıl anlattığıyla da değerlidir. Melek Yüz, “nasıl” meselesinde güçlü bir alternatif sunuyor. Altkültürle yoğrulmuş bir estetik, bedenle yazılan bir felsefe ve kırılganlıkla örülmüş bir direniş. Ve belki de en önemlisi, hiçbir yere ait olmayanların da yumruklarını kullanarak kendilerine bir yer açabileceklerine dair güçlü bir önerme.

Gökhan Gençay, Melek Yüz, Müptela Yayınları, 24 Nisan 2025