Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Murat Gülsoy, yeni romanı Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’nde genç bir ressamın imparatorluktan cumhuriyete uzanan yaşam öyküsünü içerisine birçok tarihsel kişiliği de dâhil ederek anlatıyor. Paris’ten İstanbul’a bütün bir Avrupa’yı işin içerisine dâhil ederek gelişen roman, gerek Türkiye’nin geçirdiği tarihsel dönüşüme, gerekse modern Türk resminin serüvenine dair içerisinde birçok özel anlatı barındırıyor.
Abdullah Ezik, Murat Gülsoy ile edebiyat-resim ilişkisi, bir yazar olarak diğer sanat disiplinleriyle ilişkisi ve yeni romanı Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi üzerine konuştu.
Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi, her şeyden önce Türk resim tarihi ile sıkı bir diyalog geliştiren, modern Türk resmine dair zengin bir panorama çizen özel bir roman. İstanbul’da Bir Merhamet Haftası gibi eserlerinizde de resme olan ilginiz kendisini göstermişti. Resim ile olan ilişkiniz nasıl başladı ve bir yazar olarak resim (sanatı), size nasıl bir alan açtı, malzeme sundu?
Aslında öykü ve romandan önce resim vardı benim için. Çocukluk, ilkgençlik zamanlarımda kendi kendime resim kitapları alıp üzerlerinde çalışırdım. Ansiklopedi merakımın bir parçasıydı bir yandan da. Çünkü tüm o bilgi veren maddelerin yanlarında yer alan görsel malzemeler, çizimler, resimler, fotoğraflar, illüstrasyonlar dünyaya bakışımı derinleştirirdi. Üniversitede Greg Wolf adlı bir ressamdan ders aldım dört yıl boyunca. Çok zevkliydi onun atölyesinde olmak. O yıllarda öykü ve roman yazmaya çalışırdım ama resim, fotoğraf ve tiyatro da sanatsal uğraşlarım arasındaydı. Evde küçük bir karanlık oda kurmuştum, kendi çektiğim fotoğrafları basardım. Yağlıboya, akrilik kullanarak resim yapardım. Tabii bir de tiyatro… Işık, sahne. Yani görsellik en başından beri vardı benim hayatımda. Daha sonraki yıllarda, 1992-2002 arasında Hayalet Gemi adlı bir dergi çıkardık arkadaşlarla. Derginin görsel bir dili olması bizim için çok önemliydi, sayfaları bilgisayarda ben yapardım. Ardından internet ortamı yaygınlaşmaya başladı, orada da yazılı metinlerle görsel malzemenin beraber kullanımı gündeme geldi. Tanrı Beni Görüyor mu? adlı öykü kitabımda resim, fotoğraf, illüstrasyon ile metinler arasında ilişkiler kuran bir dizi çalışma yayınladım. Dediğiniz gibi İstanbul’da Bir Merhamet Haftası romanımı Max Ernst’in 7 resmi üzerine kurgulamıştım. Bunlar gerçeküstü kolajlardı. Çıkış noktası da şuydu: Ernst’in Merhamet Haftası adlı sadece resimlerden oluşan bir romanı vardır. Ama buna resimli roman diyemeyiz. Bu resimler öyle garipti ki yeterince uzun bakarsam anlattıkları hikayeleri anlayacakmışım gibi gelirdi. Sonra bunun böyle olmadığını fark ettim. Bu resimler bizim metinsel dilimize çevrilemiyorlardı. Farklı bir dilde anlatılan ve o yüzden de insana çok farklı bir deneyim yaşatan resimlerdi. İşte o zaman acaba bu resimlere bakan insanlar ne gibi şeyler düşünürler, ne hissederler diye bir heyecana kapıldım. Yedi karakter yaratıp resimleri onlara gösterdim ve onların gözünden, dilinden deneyimlerini kayıt altına aldım.
Bu son romana gelecek olursak… Onun çıkış noktası aslında bir sergi deneyimiydi. Yıllar önce Viyana ya da Berlin’di, tam hatırlamıyorum şehri, bir Giacometti sergisi geziyordum. Sadece eserler değil, eserlerin sunuluş biçimi, metinler, resimler hakkındaki sesli açıklamalar, videolar beni çok etkiledi. Böyle bir roman yazsam bir gün diye not almıştım. Bir sergi kataloğu şeklinde tasarlayacaktım romanı. Daha sonra bu fikri hep erteledim. Zaten hep öyle olur. Önce bir fikir gelir aklıma, defterime not ederim. Sonra o fikrin hayata geçeceği koşullar oluşur, bunların bir kısmını elbette ben yaratırım ama büyük bir bölümü de ben farkında olmaksızın gelişir. Daha sonraki yıllarda gezdiğim Feyhaman Duran, Avni Lifij, Mihri Hanım gibi ressamların sergileri bu projemi yeniden uyandırdı. Bu sefer roman için kolları sıvadım, resim tarihimizi araştırmaya başladım.
Vasıf Ekrem Yelda’nın Bedri Rahmi’den Nazmi Ziya’ya, İbrahim Çallı’dan Feyhaman Duran’a birçok önemli ressam ile dostluk kurduğu ve onun bu yolla aynı zamanda Türk resim tarihine dair gayriresmî bir tarih anlatısı sunduğu söylenebilir. Vasıf’ın söz konusu tüm bu isimlerle geliştirdiği ilişkiler, onun gözünden modern Türk resim tarihine dair nasıl bir tablo çizer?
Elbette gayriresmî, oldukça öznel bir tarih anlatısı bu. Ressam Vasıf 19.yy sonunda Galatasaray Lisesi’nde Viçen Arslanyan’dan ders alıyor, daha sonra yolu Paris’e düşüyor ve aykırı sayılabilecek, marjda kalmış bir kadın ressama çıraklık yapıyor. 14 kuşağını tanıyor ama onun yolu biraz daha farklı. Sonrasında akademi çevresinde bulunuyor ama hep kenarda. Bunun birçok nedeni var. Aslında hep öyledir zaten. Tek tek ressamları incelediğinizde her birinin kişisel hikayesinin, tarihsel toplumsal koşulların onların sanatını şekillendirdiğini görebilirsiniz. Kimi taşradan geldiği için, kimi kadın olduğu için, kimisi de gayrimüslim veya siyasi otorite tarafından makbul bulunmadığı için farklı hayatlar yaşıyorlar, bedeller ödüyorlar ve elbette bunların sonucunda sanatları da o yönde gelişiyor ya da ketleniyor. Örneğin Hale Asaf’ın sağlığı el verseydi, İvi Stangali 20-dolar-20-kilo ile sınır dışı edilmeseydi, Fikret Mualla annesini küçük yaşta kaybetmeseydi acaba sanatları nasıl devam ederdi? Bunları asla bilemeyiz. Ama benim Ressam Vasıf’ı bu gözle okuyabiliriz. Kendi sanat macerası salt bir entelektüel yolculuk değil. Evet sanatın merkezinde o ilksel, korkularla sarmalanmış baştan çıkarıcı arzu vardır ama sonrasında yaşanan ya da yaşanamayan bir de hayat vardır. Dolayısıyla Ressam Vasıf için resim tarihimiz, modernleşme çabalarının yansıması olan acılı bir sanatsal mücadelenin hayal kırıklıklarıyla dolu hikayesidir. Ama bir yandan da kendi resim tarihi gizli aşklarının ve arzularının karanlık tarihidir.
Ressam Vasıf, ihtirasları, yalnızlığı, resim tutkusu, sanat anlayışı, geliştirdiği dostluk ilişkileri ve inişli çıkışlı yaşam hikâyesiyle dikkat çeken bir karakter. Vasıf’a ve onun olaylara yaklaşımına etki eden en temel duygular/dürtüler nelerdir? Vasıf’ın karakterini nasıl yorumlarsınız?
Ressam Vasıf hakkında bildiklerimiz onun anlattıklarıyla sınırlı, çerçeveyi o çiziyor.. Her şeyi onun bakış açısından görüyoruz. Hayal gücümüzle tamamlayabileceğimiz kışkırtıcı ipuçları sunuyor tabii ama yine de onun dünyasındayız. Kendini ve dünyayı nasıl görüyorsa o şekilde anlatıyor. Aslında bu sorunuzu yanıtlamaya devam edersem Ressam Vasıf’ın kitap boyunca yapmaya çalıştığı şeye ihanet etmiş olurum. Bence okurlarımız kendileri tahlil etsinler onun karakterini…
Ressam Vasıf, 1880’lerin sonunda İstanbul’da, imparatorluk çağında doğar; 1960’ların sonunda, cumhuriyet çağında vefat eder. 80 yıllık yaşantısında iki dünya savaşı görür, imparatorluğun yıkılışından yeni bir devlet kuruluşuna, 6-7 Eylül Olayları’ndan 60 Darbesi’ne kadar birçok önemli olaya tanıklık eder. Bu noktada neden bu kadar uzun bir tarihsel süreci kuşattığınızı merak ediyorum: Vasıf karakteri ile neden bu kadar uzun bir süreci merkeze aldınız?
Seksen yaşına gelen biri hayatını anlatmaya kalktığında doğal olarak geniş bir tarihsel dönemden bahsetmek zorunda kalır. Üstelik hikayemiz Vasıf’ın ressamlığını merkeze aldığı için ve de resim sanatının gelişimi en azından 1960lara kadar modernleşme sürecinin ana duraklarında çok ciddi şekilde dönüşümler geçirdiği için tarihsellikten uzak kalmak mümkün olmadı. Ayrıca niye olsun ki? Çünkü tüm bu dönüşümler yaşanırken Vasıf da değişiyor. En başta koşulları, imkanları değişiyor. Sonra sanat ortamı değişiyor. Dünya değişiyor, hayat değişiyor. Vasıf tüm bunlardan nasıl etkilendiğini anlatırken aslında bir yandan da sürekli kendini ve diğerlerini sorguluyor. Yaşamlarımız içinden geçtiğimiz tarihsel toplumsal koşulların etkisinde şekillenir. İlle de Ressam Vasıf gibi bir sanatçı olmamız gerekmez. Bu etkinin gücünü yaşarken hissetmeyiz, her şey olup bittikten, aradan zaman geçtikten sonra ne kadar önemli olduklarını fark ederiz. ‘Yaşanan her şey politiktir’ denir, doğrudur; aynı zamanda her şey tarihseldir, toplumsaldır. Örneğin, kendi hayatımı en öznel deneyimlerimin üzerinden düşünmeye kalktığımda bile aslında tüm yaşadıklarımın tarihsel toplumsal olayların, dönüşümlerin birer izdüşümü olduğunu fark ederim.
İstanbul, romanın arka planında sürekli büyük bir dönüşüm ile ele alınan, 1800’lerden 1900’lerin sonuna değin sürekli değişen bir şehir olarak romanda kendisine alan açar. Balkan Harbi, Mütareke Dönemi, iki dünya savaşı, onca toplumsal olay, darbe, sorun… Tüm bu tarihsel olayların eşiğinde romanda nasıl bir İstanbul öne çıktı?
İstanbul eski dünyanın merkezlerinden biri. Hatta en önemlilerinden biri. Uzun zaman çeşitli imparatorluklara başkent olmuş. Elbette büyük dönüşümler geçirmiş. Ama 19. yy’dan günümüze gelen süreçte bu dönüşümlerin çok hızlandığını görüyoruz. Birinci dünya savaşı bu coğrafya için yıkımın son zirvelerinden biri. Zaten uzunca bir süredir küçülerek, parçalanarak yok olan bir siyasi erk var. Buna büyük bir kültürel çöküş ve toplumsal trajediler de eşlik ediyor. Ardından Cumhuriyet’le canlanma… Ama hiç bitmeyen toplumsal hesaplaşmalar, çatışmalar devam ediyor. İstanbul tüm bu iniş çıkışlı dönemlerin içinden geçerken kimlik değiştiriyor, kabuk değiştiriyor. Sürekli geçmişin silinip üzerine yeni bir resmin yapılması gibi bir süreç bu. Fakat hızla ve niteliksiz malzemeyle yapılan yeni resimler alttakilerle karışıyor, niyet edilenin çok dışında görüntüler sunuyor. Ressam Vasıf Çamlıca’da çürüyüp giden baba yadigarı köşkle Gümüşsuyu’ndaki atölyesi arasında bölünmüş bir hayat yaşıyor. Birbirinden farklı İstanbul’ları deneyimliyor. Örneğin işgal İstanbul’unda bir yanda renkli bir gece hayatı var, diğer yanda kederler içinde sefil, yenik, karanlık bir İstanbul. Sonraki yıllar da, Cumhuriyet’in ilk yıllarını kast ediyorum, İstanbul’un altın yılları sayılmazdı; tenzili rütbe edilmişti bir kere. Artık başkent değildi. Hatta Atatürk’ün uzunca bir süre gelmediği, tabiri caizse küstüğü bir İstanbul. “Kozmopolit”, “işbirlikçi”, “güvenilmez”… Ressam Vasıf bu İstanbul’u yaşıyor, onun bir ölçüde tanıklığını yapıyor. Pera’nın şaşaalı günlerini de yaşıyor, Tarlabaşı’nın karanlık sokaklarında sefaleti de… Karakteri, yönelimleri, arzuları onu İstanbul’la bütünleştiriyor. İstanbul için sarf edilen bu olumsuz nitelemeler Vasıf için İstanbul’u büyük, gizemli, ele geçirilemez yapan özellikler. İstanbul’un güzelliği biraz da müphemliğinden geliyor. Herkes için tanıdık ama aynı zamanda yabancı.
Ressam Vasıf; Ali Salih Paşa’nın yeğeni, Nazmi Ziya ve Çallı’nın yakın dostudur; Çamlıca’daki aile konağında Gritchenko’yu ağırlar, İngiliz Binbaşı Jackson’la sık sık tuval karşısına geçer. Öyle ki gerçek ile kurgu roman boyunca sürekli iç içe geçer ve okurun ayağının altındaki tarihsel düzlem sürekli sorgulanır hâle gelir. Öte taraftan gerçek ile kurgu arasındaki ilişki, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde örneğinde de olduğu gibi sizin yer yer üzerinde durduğunuz bir konu/alan/sorunsal. Peki gerçek ile kurgu arasındaki ilişki hangi noktada sizin ilginizi çeker? Ressam Vasıf’ın etrafını neden bunca tarihsel şahsiyet ile donattınız?
Öncelikle bu roman modern resim sanatımızı kuranlara, geliştirenlere, bu amaca hayatlarını adayanlara bir saygı duruşu. Günümüzde çok gelişmiş bir sanat ortamımız, çok başarılı, yaratıcı sanatçılarımız var. Bu noktaya gelinmesinde farklı dönemlerde farklı aktörler rol oynamış, ama elbette asıl yük her zaman bu sanatlara gönül verenlerin omuzlarında olmuş. Çallı’dan, Fikret Mualla’ya, Hale Asaf’tan İvi Stangali’ye, Feyhaman Duran’dan Bedri Rahmi’ye, Mihri Hanım’dan Aliye Berger’e… ve daha adını sayamayacağım birçok sanatçı bugün içinde soluk alıp verdiğimiz sanat ortamını kurdular. Onlar hakkında çok daha fazla çalışma, roman, film, oyun olmalı. Bu sadece bir vefa meselesi de değil. Her birinin deneyimlerden öğreneceğimiz çok şey var.. Bu roman konusunda beni en çok heyecanlandıran buydu. Ama yazmaya başladıktan sonra Ressam Vasıf’ın kendine özgü bir yaşantısı oluştu, hikayesi gerektirdiği için belirli şahsiyetlerle yolu kesişti. Bir kısmı da zorunluluktan tabii. Örneğin 1950’de ilk özel sanat galerisi açılıyor, Maya Sanat, herkes orada. Vasıf’ın yolunun oradan geçmemesi mümkün mü? Ben yine de odaktan sapmamak için gereğinden fazla gerçek şahsiyete yer vermedim. Gerçek ve kurgu arasındaki ilişki en başından beri gündemimdeki meselelerden biri oldu, doğru. Tarihsel roman yazmak konusunda hep çekincelerim oldu. Romanın araçsallaştırılması doğru bulmadığım bir tavırdır. Dolayısıyla tarihsel bir roman yazarken ya da okurken çok dikkatli olmak gerektiğine inanıyorum. Edebiyat öyle bir sanat ki bize olmayanı, asla olmayacak olanı anlatma imkanları sunar ve bu sayede biz gerçek yaşamlarımızı derinleştirerek zenginleştirebiliriz… ya da birileri bu kurmaca teknikleri bize farklı amaçlarla alternatif gerçeklikler sunmak için kullanabilirler. Edebiyat bir anlamda “alternatif gerçekliktir” ama hakikat sonrası dönemde bu terim, “alternatif gerçeklik”, en tehlikeli otoriter zihniyetlerin en sevdiği silah haline geldi. Ancak benim roman ya da öykülerimde yapmaya çalıştığım şey, hakikatin altını oymak değil tam tersine hakikatin altını oyan tarihsel ya da ideolojik anlatıları sorgulatacak bir zihinsel refleks geliştirmeye çalışmaktır.
Bir önceki soruya paralel olarak, Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’ni neden “belgesel roman” olarak tanımladınız? Bu türsel yaklaşım üzerine ne(ler) söylersiniz?
Roman sadece gerçek kişi ve olaylarla örülmüyor, aynı zamanda galeri bölümlerinde bol miktarda belge, malzeme sunuluyor. Romanın ana gövdesi ise Ressam Vasıf’ın bir gazeteciyle günler süren ses kayıtlarından oluşuyor. Evet, kahramanımız kurmaca ama onun dışında sunulan olaylar, kişiler gerçek. Metnin sunuluş şekli de bir belgesel gibi. Yani bir melezlik var. Biyografik roman gibi… Orada da melezlik vardır. Tam bir biyografi olmadığını işaret etmek için roman terimi eklenir. Ben de burada ortaya çıkan metnin melez yapısını işaret etmek için bir ibare arıyordum. Bir not ya da önsöz mü yazsam diye düşünürken romanın ilk okurlarından yazar arkadaşım Ayfer Tunç bu öneriyi getirdi. Neden belgesel roman demiyorsun, dedi. Çok yerinde bir öneri olduğunu düşündüm. Bu arada romanın yazım sürecinde hiç hesapta olmayan gelişmeler oldu. Oldukça iyi resim çizen yapay zeka programları erişilir hale geldi. Roman bittikten sonra o programlar üzerinde çalıştım epeyce. Yapay zeka yardımıyla Ressam Vasıf’ın çizmesi muhtemel resimlerini yaptım. Aslında cümleyi tersinden kurmak belki daha doğru olur: Yapay zeka programı benim yönlendirmem ve yardımımla resimler yaptı. Bunlardan birini kitabın kapağında kullandık. Kitabın tanıtım videosunda dönen resimler de bu şekilde yapıldı. Bir ressam karakter yaratmaya çalışırken fiziksel olarak onun yapmış olduğu resimleri de üretmiş oldum. 90lı yıllardan beri yapay zekadaki gelişmeleri izleyen biri olarak hiç hayal etmediğim bir üretimin içinde buldum kendimi. Bu beni özellikle heyecanladırıyor. Şimdi bu resimler de melez. Romanın türler arasılığı başka bir boyuta taşınmış oldu.
Yalnızlık, Vasıf’ın hayatını şekillendiren en önemli başlıklardan birisidir. II. Abdülhamit paşalarından birisinin konağında başlayan yaşamı zamanla giderek yalnızlaşır, hayatının son demlerinde tamamen ıssız bir hâl alır. Yalnızlık, Vasıf’ı ve hayatını nasıl şekillendirir?
Aslında en iyi zamanlarında bile çok da kalabalık, neşeli büyük bir aile yok ortada. Anneyi hiç tanımamış. Başka kardeşi de yok. Ressam amcası var kırk yılda bir köşke gelip giden, bir de az sayıda çalışan. Tıpkı Osmanlı’nın son dönemi gibi, kendi ailesinin de kuruyup gittiği bir sürecin içine doğuyor Vasıf. İzmir’in işgali sonrası Çamlıca’ya gelen Ali Salih Paşa, oğlu, gelini Fatma Belkıs ve çocuğunun gelişiyle bir süreliğine canlanan ama ardından yine sessizliğe gömülen bir köşk. Geniş bir ailenin konforundan çok uzak. Ama dostları var. Georgette, Nazmi Ziya, Çallı örneğin. Sonra Fatma Belkıs’la uzun yıllar kopmayan bağı. Son yıllarında Adalet Cimcoz, Aliye Berger… Sanatçı olarak hep belirli çevrelerin içine girip çıkmış ama hiçbir çevre ile anılmıyor. Marjda kalan, kalmak zorunda olan bir karakter.
Kitabın adındaki şu vurgu, romandaki gönül ilişkileri de düşünüldüğünde daha anlamlı bir hâl alır: “Gizli Aşklar Tarihi”. Ressam Vasıf’ın hayatında yalnızlığın olduğu kadar “gizli kalmış aşklar”ın da önemli bir yeri vardır. Vasıf, sık sık aşktan söz eder, geçmişin yakıcı günlerini an(ıms)ar. Bir sanatçı olarak Vasıf için, aşk nasıl bir değerdir?
Aşk en karmaşık insanlık durumlarından biridir. İçinde yaşadığımız dönemin, kültürün sağladığı zihinsel araçlarla kavrayıp anlatmaya çalışırız ama hep bir şeyler dışarıda kalır. Arzularımızın yöneldiği kişiler, durumlar kimi zaman mevcut normlarla çelişebilir. Ressam Vasıf için de durum böyle. Asla ona dayatılanı yaşayan biri değil. Kenarda kalmayı seçmesinin ardında da bu var. Ayrıca şu da sorulabilir: Bu bir seçim mi, zorunluluk mu? Resim yapmasının ardındaki arzu da aynı kaynaktan geliyor. Sanatla aşk birbirinin yerine geçiyor. Zaten hep öyle olmaz mı? Sanat gerçekleşememiş arzuların verimli topraklarında serpilir. Vasıf’ı bence ilginç kılan, seksenine geldiğinde halen âşık olabilen, heyecanlanabilen biri olması. Aşk, canlı kalmaktır, hayatta olmaktır. Aşk çocuksu yaratıcı enerjidir. Sanırım o yüzden sanatçılar asla yaşlanmıyorlar. Vasıf’ı da hep genç hatırlayacağım.