Esin Hamamcı
esin.hamamci@sanatkritik.com
Okan Yılmaz Kadıköy’de doğdu. 2017’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 2020’de “Birhan Keskin’in Şiirlerinde Aşk ve Beden” isimli teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı kürsüsünden yüksek lisans derecesini aldı. Şiirleri, yazıları ve söyleşileri Varlık, kitap-lık, yasakmeyve, Mühür, yeni e. gibi dergilerde yayımlandı, yeniay mahvı (2018), bu senin devrimin (2021) isimli iki şiir kitabı var. Şiirleri İngilizceye, Arapçaya, Almancaya, Rumenceye çevrildi. Uluslararası şiir festivallerinde performanslar sergiledi, yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli antolojilerde yer aldı. Yeni Türk Edebiyatı üzerine doktora çalışmalarını Yıldız Teknik Üniversitesinde sürdürüyor. FMV Işık Üniversitesinde Türkçe/edebiyat dersleri veriyor. Queer aktivist.
Esin Hamamcı, Okan Yılmaz ile “bu senin devrimin” üzerine söyleşi yaptı.
Esin Hamamcı: Okan, ithafla başlamak istiyorum. “Annem’e, bana en yakın yabancıya” diyorsun. “telef” şiirinde de “UYANDIN MI ANNEN GİBİ YANI BAŞINDA HUZURSUZLUĞUN” diyor şiir öznesi. “al bu bıçaklar”da ise “ben: evlat olmuş sarmaşık doğduğu evi boğmaya”. Bu “iki yabancılık” üzerine söylemek istediklerin neler?
Okan Yılmaz: Benim için şiir, aleyhimde olan her şeyi bir “karşıt performansa” dönüştürdüğüm alan Esin. Bittiğim yerde başlayan her şey bana yabancıdır, beni tam anlamıyla tanıyamaz, benimle aynı zeminde buluşamaz. Ama sadece “-mXş gibi yap”ar. Bu kural elbette hepimiz için geçerli. En yakınlarımıza bile anlatamadığımız vahşi dürtülerimiz var, tuhaf zevklerimiz, sakladığımız şarkılar, yemek yeme huylarımız vs. Kimse kimseye gerçek anlamda erişemiyor, bu çağda zaten mümkün değil. Dolayısıyla herhangi biri bir diğerinin en fazla yabancısı olabilir. Senin “iki yabancı” diye tarif ettiğin meseleye ben böyle bakıyorum. Bir “ben” var, bir de “ben”in dışındaki herhangi bir eylem, durum, oluş veya olmama biçimi. Yazı, tüm bu yabancılarla konuşurken sözümün kesilmediği/kesilemeyeceği tek alan. Gerçek hayatta da sözümün kesilmesine müsaade etmiyorum gerçi ama yazı bu başkaldırı için daha şahane imkânlar veriyor bana.
E.H.: Şiirindeki temel unsurlardan biri olan “beden” olgusuna değinmek istiyorum. “telef”te, “CİNSİYLE- VE YETMEZ- BEDENİYLE BELALI OLANLARA” diyorsun. Büyük harflerle öne çıkardığın “beden” için yüksek sesli şiirler yazıyorsun. Ama bu beden çoğunlukla acı içinde kıvranıyor. Dikenler batıyor, haykırmak istiyor, darbeler yiyor. Şiir öznesi ona şefkat arıyor. Dağınık bir gecede yanına uzansın, onunla konuşsun istiyor. Şiirindeki bedeni, aslında “ben”i nasıl tanımlarsın?
O.Y: Eden yerine edilen bir beden bu. Tarihi boyunca görülmemiş, görülse bile yadırganmış, normatif olan her şeyin dışında doğmuş ve bu alanın içinde kalmayı tercih etmiş bir “ucube”. Ama elbette bu sözcükler kendisinin tercihi değil, hep başkalarının onun için kullandığı sözcükler. Tüm bu yapılmalara ve edilmelere karşı tek silahı da şiiri. Elbette bunları yaşıyor, batırılıyor bir şekilde ama kendi kendine çıkmasını da biliyor. Ne olursa olsun hemzemin durduğu her şeyden ve herkesten ayrılıyor, kendini eşitlemeyi reddediyor. Beden, bu dünyanın diline diğerleriyle eşit gelmediğinin farkında ve ilk fırsatta hem tarihine hem de günündekilere bu silahı çekmek istiyor. Benim için de şiir en güzel intikam alma yöntemlerinden biri, bir tür silah, çünkü ben uzun süredir hiçbir şeyi düşünmeden sadece varlığımı savunmak istiyorum. Hatta bazen şunu derken buluyorum kendimi: Yaz şiirini, sen nasılsa ucubesin.
E.H.: Şimdi en başa dönelim. “bişnev”e gelelim. Kitabının ilk mısraları: “burada canlı onuruna aykırı/ burada bazı oranlar/ burada en kısa mesafe/ yaşamla siyah aramdaki”. Mesafelenme üzerine bir nokta daha yakalıyoruz. Yaşam zaten koyu, karanlık. Siyah da öyle. Çok da gidecek yer yok gibi… Şiir öznesinin çizdiği sınırlar üzerine ne söylemek istersin?
O.Y: Aslında bu özne -diğerleri gibi- kendisine verilmiş sınırları gösteriyor ve bu sınırların ortasında bir sınırsızlık arıyor. Bu sınırlara tekrar baktığımda tespitine katılıyorum ben de. Benim için de yarattığım özneler için de gidecek yer yok, bunu biliyorum. Ama oturup bir zavallı gibi yazıklanamam, lânet okuyamam, belki başka bir yere gidemem ama bulunduğum yeri değiştirebilirim ve bunu şiirle yapabilirim. Tüm bu felaketler bu zamana kadar olduysa başka ihtimaller de beni bekliyor olabilir. Hem bu kapıları şiir açabilir, neden açamasın ki? Tabii burada şiire bir kutsal görev yüklemiyorum, ben bildiğim alanla, normalimle ilgili konuşmayı tercih ediyorum sadece. Çünkü şiir en normal eylemlerimden biri, adımla seslendiklerinde dönüp bakacak kadar doğal bir refleks benim için. Sesim güzel olsaydı şarkı söylerdim örneğin ve bu da kutsal bir eylem olmazdı, bu kadar.
E.H.: bu senin devrimin, isyanla çoğalan seslerin şiirlerinden oluşuyor. “bişnev”deki “elemli ve kafiyeli halleri/ burada/ arsız sesler duymanın/ peşinden koştuğun şiirler/ burada/ her gün kaçtığım” mısralarında da altını çiziyorsun aslında. İsyan olmadan devrim olmuyor değil mi?
O.Y: “Arsız sesler duymak” tüm o şikâyetçisi olduğum hayat aslında, seslerden geriye kalan da şiirin kendisi. Kimi kaçıyor o şiirden kimi de o şiiri kovalıyor. Benim kaçma nedenim öznesi veya nesnesi olduğum meseleden çıkıp geri döndüğümde neyi bulacağımı merak etmemle doğrudan ilgili. O aşamaya geldiğimde icat edemem, en fazla keşfedebilirim. Zaten bende olanı, yeni bir zeminde, yeni bir sesle duymaktan bahsediyorum yani. Orada isyan var, evet, ama benim isyanım hiçbir zaman yakıp yıkmadı. Bitmek bilmeyen bir neşeyle meydan okuyan bir isyan bu, bazen bir eski sevgiliye, bazen şimdikine, bazen aileye, bazen topluma, bazen bir yaratıcıya… Aynı neşeli isyanı diğer queerlerin ve kadınların metinlerinde de buluyorum. Yer yer incecik sızdığı gibi çağlamasını da biliyoruz. Birbirimizi tanımadan sadece neşeyle isyan ederek buluştuğumuz ortak ve otantik bir ruhsallığımız var. Oradan da dilin ve yazının devrimine geçiliyor işte.
E.H.: Süleyman, Musa, Allah’a yakarış… Günahlar, helaller-haramlar… Derken şöyle bir mısra okuyoruz “burada yalnız cübbemi gördüğün/ sonsuz uykumu böldüğün”. Cübbeden de yine vahdet-i vücûd felsefesine çıkıyoruz. Yine “ALLAHIM BÜTÜN BUNLAR NEDEN OLDU” diyor “telef”in şiir öznesi. “kahhar ve cabbar rabbini tanımadığın” derken dini de sorguluyorsun. Alevilik ve Alevi kültürü üzerine “ceylanın tevhid”inde ve diğer metinlerinde göndermeler var. Din şiirlerinde ne ifade diyor?
O.Y: “Din” yerine “inanç” sözcüğünü tercih ediyorum ben aslında ve bu sözcükdelirmemenin, kendini başka bir hayatla teselli etmenin bir yöntemi gibi geliyor bazen. Bu inançlar arasında benim için önceden çizilmiş bazı sınırlar var. Benim şiirlerimdeki ilk “Neden?” sorusu hep bu sınırlar için gelir. Oradaki sorgu başka sınırlara da götürür. Tabi tüm bu sorgulama bir “öteki” olarak kendiliğimin dışındaki herkesin, yani tüm “yabancı”ların inançları için de bir çıkış arayışı. Kaldı ki benim inanma biçimlerim, içinde bulunduğumuz kültürde en “hoşgörü”ye yakın sayılanlardan. “Ben böyleysem diğerleri nasıl?” diye acı çekmekten başka bir seçenek kalmıyor bazen elimde ama şiir tüm bunlar için kuralsızca yaşayabilmenin bir yolu. Tam da bu sebeple inançlarım şiirim için bir şey ifade etmiyor ama şiirim inançlarım için “yaşama”yı ifade ediyor.
E.H.: Yasaklı ve günahlı olan ne varsa senin şiirinde, mısralarda karşılaştığımız “beden”e mutlaka sirayet etmiş ve yankısı duyulmuş. Beden, açık bir zihin gibi ve yasaklı meyveden bugüne “neden”i sorguluyor. Buraları senin için önemli kılan nedir?
O.Y: “Neden?” diye sorduğumda aldığım yanıtların hepsi benden önce belirlenmiş kurallarla ilgili. Zaten binyıllardır sürüp giden kültürün, geleneğin, inançların daha ilk çeyrek yüzyılını henüz devirmiş birisine, sadece ilk çeyrek yüzyılında olduğu için değil, aynı zamanda bir öteki olduğu için de onca mevzuatı dayatması haksızlık. Toplum, tüm bu binyıllar gereği doğduğum kimlikle ve bedenle özgürce yaşama iznini vermiyor ama izin istemediğimin de farkında değil. Daha da önemlisi, ben sadece kendi yapıp etmelerimden mesul olmalıyım, benden öncekiler ve benim dışımdakiler umurumda değil. Onlar için en fazla bir kahkaha atabilirim, bu da şiir olur işte.
E.H.: Şiirlerinde gerçeğe bir girdap açıyorsun. Gerçeklikle oynamak, onu değiştirmek, başka formlara sokmak senin şiirinde neye karşılık geliyor?
O.Y: Dışarıda akıp giden gerçek bence sadece benliğimi ve kendilik mücadelemi sıkıştırıp durmak için. Dünyanın dilini kendi aklımla algılayıp belleğimdekilerden geçirdikten sonra olduğu gibi yazarsam yalnızca “yeniden söylemiş” olurum. Bu bana son derece ahlâksızca geliyor, çünkü ben sadece bir kere daha söylemek değil, alıştığım kültürü resetleyip yeni bir kültür yaratmak istiyorum. Bunu yapmaya cüret etmeyeceksem yazmanın ne anlamı var ki? O yüzden yazarken önce muğlaklaştırmanın/çarpıtmanın sonra da bozmanın/yıkmanın tarafındayım.
E.H.: “süt kesiği”nde diyorsun ki “sancısı pek olur tek göz odaların boynundan sıyrılan zincirlerin”. Buradan hareketle sormak istiyorum: bu senin devrimin’de odanda seninle olan hangi mısralar vardı, hangi şairler oradaydı?
O.Y: Aslında bu zamana kadar tanıdığım her şair benimleydi diyebilirim. Ama en çok Edip Cansever. Sonra Gülten Akın, Lâle Müldür, Ece Ayhan, Âsaf Hâlet, Paul Celan, Füruğ, Seferis, Sappho… Bu arada bir parantez açmam gerekir, ben çok sevdiği yazarlara da “şair” diyenlerdenim. Sevim Burak ve Leylâ Erbil bunların başında gelir. Tomris Uyar, Adalet Ağaoğlu, Sema Kaygusuz, Şule Gürbüz, Birgül Oğuz, Pelin Buzluk… Onları da anmak isterim. Elbette sadece bu şairlerin metinleri değil, referans verdikleri diğer metinler de benimleydi. Paul Celan yüzünden hâlâ Yidiş türküleri dinliyorum örneğin veya Lâle Müldür yüzünden yıldız haritalarına bakıyorum.
E.H.: yeniay mahvı’ndan bu yana şiirinde neler değişti?
O.Y: bu senin devrimin’i yazarken yeniay mahvı’na bazı selamlar yolladığımın farkındaydım. Tüm duygulanmalarım aynıymış gibi geldi bir süre ama aynı şiiri yazdığımı hiç düşünmedim. En azından formu ve dili daha uzun, parçalı, rahatça akmayan, huzur kaçıran, yadırganan bir hâle getirmek istedim. Tabii bunları gözleri açık, gayet bilinçli bir şekilde yaptım. İçten gelen bir refleksle değişenler günlük siyaset ve öfke oldu. Artık daha politik, daha öfkeli bir şiir yazıyorum. Ama onda da yakalamak istediğim tek bir nokta var: yaşamanın neşesi. Dolayısıyla da yaşamanın şiiri.