Nirvana, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1909 yılında yazdığı ilk tiyatro eseridir.(Aynı zamanda ilk eseri) Eser, bir perdelik küçük bir piyestir. Oyun, bir gece yarısı Mihriban’ın yatak odasında kitap okuma sahnesiyle başlar.Bu sahnede Mihriban oldukça dalgın, asabi ve zihnen çok meşgul görünmektedir.Bazen telaşla ayağa kalkıp kapının aralığından dışarıyı dinler ve sonra yine yerine oturarak kendi kendine bir şeyler mırıldanır: “Yok, yine gelmeyecek.Yine gelmeyecek, aman ya Rabbi!”(syf.13) O sırada bir ayak sesi duyulur ve içeriki odanın kapısı açılır.Oldukça büyük bir gürültü ile karanlığın içinde bir gölge dalgalanır ve bu gölge ta ara kapının eşiğine yaklaşır. Gelen,yirmi beş yaşlarında, derin ve yorgun bakışlara sahip bir genç olan, Mihriban’ın kocası Necdet’tir.Henüz kapının eşiğinde duran Necdet’le Mihriban konuşmaya başlar.Mihriban’ı uyanık gören Necdet, karısının kendisini beklediğini düşünür.Fakat Mihriban onu beklemediğini, sadece uykusunun gelmediğini belirtir.Bunun üzerine Necdet uyku üzerine düşüncelerini dillendirmeye başlar. “Uyku…hasta ruhların, humma içinde yanan, çırpınan ruhların ondan başka nesi var?Uyku,o insanı adileştirir, hayvanlaştırır. Fakat aynı zamanda teselli eder.” (syf.14) Necdet bir koltuğa oturur.Bu sırada Mihriban saçlarını toplamaktadır.Arkası Necdet’e dönük bir vaziyette onun sözlerini onaylar. Mihriban artık Necdet’in odasına çekilmesini ister.Fakat Necdet bunu reddeder. Yine içmiştir ve karısıyla uzun bir konuşma yapmak istemektedir.Mihriban asabi bir tavırla Necdet’e söylenir: “Lâkin ben sana kaç defa söyledim.Kaç defa sana bu halde eve gelme, dedim.”(syf.15) Bunun üzerine Necdet Mihriban’a haklı olduğunu söyler ve ekler: “Fakat bu gece, bu gece yalnız kalmaktan o kadar korktum ki…Bu gece senden,evimden uzak bulunmak beni o kadar titretti ki…Bütün bu akşam, ben, anasını kaybetmiş bir çocuk melâliyle gezdim,gezdim…”(syf.15) Mihriban kocasının yatmasını istemekte fakat Necdet konuşmakta ısrar etmektedir.Mihriban’ın yatmaya hazırlandığı sırada yalvarır bir vaziyette onu dinlemesini ister ve genç kadını elinden çekerek yanındaki koltuğa oturtur.Mihriban’a onun nazarında nasıl bir mahlûk olduğunu sorar ve Mihriban’ın “iyi” deyişini kabullenmez: “Hayır Mihriban,hayır,hiç değil!..Ben sana çok fenalık ettim. Düşün,senin genç kızlık hülyalarını…semayı bikr ü ismetinde yaldız kanatlı zarif bir sürü kelebek gibi uçuşan o hülyalar…Onları kim hırpaladı?..Kim çiğnedi?..Kim öldürdü düşün,o kelebekler ne oldu?Sevmek ve sevilmek bu senin için yegâne gaye-i hayat idi,değil mi?Bu senin için cennet-iktiran bir sina-yı saadet idi ki…oraya yetişebilmek için sana ne lâzımdı? Dinç ve tuvana, zarif, pür-sevda iki kol…iki erkek kolu…seni kucaklayıp bir hamlede oraya îsal edecekti, sevecektin ve sevilecektin!”(syf.16) Mihriban sevilmek bahsini geçer fakat
Necdet’i sevdiğini söyler.Fakat bunu duyunca genç adamın ıstırapı biraz daha artar.Necdet’in yüzü sapsarı olur ve korktuğunu söylemeye başlar.Necdet babası gibi olmaktan korkmaktadır.Babası gibi delirmekten.Zira Necdet tüm direnmelerine rağmen babası gibi içkiye düşkün biri haline gelmiştir.Kocasının yüzüne su serpen ve eter koklatan Mihriban Necdet’in sakinleştiğinden emin olmak ister.Fakat Necdet hâlâ konuşmasını sürdürmektedir.Necdet, Mihriban’ın aşkını ve saadetini reddettiği gibi musiki ve şiiri de reddettiğini anlatmaya başlar: “(…) Musiki öyle ellerdir ki sizi bulunduğunuz yerden alır,yükseltir,yükseltir…(…) Fakat o eller,sizi tutan,sizi yükselten eller,musiki elleri sizi birden bırakıverirler ozaman…” (syf.18) “ Sonra şiir!..Şiir, o da musikinin hemşiresidir,o da zalimdir.Şiir öyle sihrâmiz bir altın burgudur ki ,sizin beyninizi tatlı tatlı oyar,deler,deşer.(…)” (syf.19)Ona göre “bütün bunlar hep acı ve boş şeyler”dir.(syf.19) Genç kadın artık uyumak ister ve tam yatağına girmek üzereyken döner ve Necdet’in yanına yaklaşır.Ona “bütün bu acı boşluklar içinde tatlı bir doluluk” olduğunu söyler: “Aşk ve buse..”(syf.19) Bunun üzerine Necdet dalgın bir vaziyette sürekli olarak konuşmaya devam eder.Zira Necdet tüm bunların ne korkunç şeyler olduğunu Mihriban’a anlatmak istemektedir: “Ben,ben sevdiğim zaman bir hayvan gibi manasız olurum,topal,sakat,yaralı bir hayvan gibi…Kamçı ve gem şehvetin elindedir;o vurmaktan ve ben vurulmaktan haz alırız…Yok bu çok adi şey!..Aşk,aşk hissiyatın,ıstırabatın en adisi,Mihriban!..Aşk kelimelerin en mülevvesi;o,bütün çirkin çıplaklığıyla bizi hırpalayan şehvetten,bu kelimeden daha kirlidir;çünkü Mihriban,aşk demek mürai şehvet demektir.Evet aşk…baksana,kamus-ı beşerde en ziyade,en ziyade nazarı ürperten,nazarı iğrendiren şey nedir?..Hodgâmlık!..Cinayetleri,sirkatleri,tüyleri ürperten bütün haksızlıkları,ruh-i beşerin mülevvesatını kusan bu şey…işte aşk bundan da…bundan da sefildir,Mihriban!..Çünkü o hilekâr bir hodgâmlıktır…İşte bu çamurdan buse doğar,aşkın piçi buse!..(syf.20) Musikiyi ve şiiri reddeden Necdet bu kez de kadına ve aşka olan nefretini dile getirir.Elbette bu kadar değildir.Eserin sonuna doğru genç adam ölümü arzuladığını ve yaşamanın “alçaklık” olduğu fikrini de savunmaktadır. Tüm bunlar olurken pencereler sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanmaya başlar ve Mihriban bu durumu Necdet’le paylaşmak ister.Fakat Necdet bunun üzerine bağırmaya başlar: “Mihriban,söyle güneş çıkmasın,söyle güneş çıkmasın!..Mihriban,söyle…güneş…”(syf.22) Mihriban dışarıya koşacak olur, fakat başaramaz,kapı eşiğinde düşer,bayılır.(Perde kapanır.)