akıtma: Un, süt yağ, yumurta, şeker veya pekmezle yoğrularak cıvık bir duruma getirilen hamurun kızgın sac üzerinde pişirilmesiyle yapılan bir tatlı türü.

“Koşarken ağırlaşan memelerimizi seçtiğimizde kızarıyorduk. Yeni tavadan çıkardığı akıtmaları yememiz için uzatan annem, gittikçe beğenisini gizleyemiyordu. ‘Komşum çok zor çok bu okumak. Yazda, baharda kapanıp kalırlar evlerin içinde. Kafaları kitapta. Kitaplar da resimsiz, hep yazı hep yazı. Tanrı zihin açıklığı versin, kolay değil. Her gece duacıyım, sonuna erdirsin yavrucaklar diye.’” (Füruzan, 2015: 39-40)

Aragon: Louis Aragon (1897-1982) Siyasal eylemci ve komünist şair, romancı ve deneme yazarı. Bugünkü Fransız ozanlarının en önemlilerinden biri olarak bilinir. Özellikle, Türkçeye Mutlu Aşk Yoktur adıyla çevrilen şiiriyle tanınır.

“Kahvaltı masasında iki erkekle ben karşılıklı… İster istemez üstünlük duyuyor insan. Üstelik bu değişiklik, bir sevgi söz konusuydu, ondan geliyordu yani. Sanki adamla ben birbirimizi sever gibi olmuştuk. Geçti gitti iki yıl önce. Geçenlerde yattık da, bana mısın demedi ikimize de. O şair olarak Aragon’u çok sever. İyi de okur. Benim Fransızcamı bilirsin, pratiğe dayanır daha çok. Sevgiyi bir yana bırakalım.” (Füruzan, 2015: 18)

Atatürk Çiftliği (Atatürk Orman Çiftliği): 1925 yılında Ankara‘nın batısında, Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından parça parça ve farklı bireylerden satın alınan arazi üstünde onun talimatı ile kurulan ve Türk tarımına öncülük eden çiftliktir. 1937’de Atatürk tarafından Hazine’ye bağışlanan çiftlik, günümüzde Tarım ve Orman Bakanlığına bağlı tüzel kişiliği haiz bir kuruluş olarak faaliyetlerini sürdürür. 1992’de birinci derecede tarihî ve doğal sit alanı olarak tescil edilmiştir.

“Bağları ilk, Atatürk Çiftliği’ni gezmeye gitmiştik, epey eskiden orada görmüştüm. (…) Çiftliği salt ben görmüştüm sanki, bir sevinmiştim ki… Çünkü sürüp giden düzenli yeşilliğin arasından bir kule görünüyordu. Çocuklar için kulelerin serüven dolu görünüşlerini bilirsin. Çiftlik, tek katlı bakımlı binaları, çakıl döşeli yolları, yeni açmış ortancalarıyla, bir soylunun yazlık dinlenme yerini andırıyordu daha çok…” (Füruzan, 2015: 8)

Atatürk Orman Çiftliği

Beethoven (Ludwig van Beethoven): Klasik dönemden Romantik döneme geçiş sürecine büyük katkı sağlamış ve gelmiş geçmiş en ünlü ve en etkileyici bestecilerden biri olarak kabul edilen Alman piyanist ve besteci. 9 senfonisi, 5 piyano konçertosu, 32 piyano sonatı, 16 yaylı dörtlüsü ve hayatı boyunca yazdığı tek opera olan Fidelio en çok bilinen eserlerindendir.

“Müzik çalabilir miyim? Beethoven istersin sen, ben sana yeni bir şey çalacağım.” (Füruzan, 2015: 21)

Beyoğlu: Beyoğlu ilçesi günümüzde, 45 mahalleden ve yaklaşık 225 bin yerleşik nüfustan oluşan bir yerleşim yeridir. İş, eğlence ve kültür merkezi olması nedeniyle bu ilçe sınırları içerisindeki gündüz ve gece nüfusu birkaç milyonu bulmaktadır. Bazılarına göre Beyoğlu, Karaköy’den Taksim’e kadar uzanan bölgedir. Bazılarına göre de Tünel Meydanı’ndan Taksim’e uzanan bölümden ibarettir. Bugün İstanbul iline bağlı Beyoğlu ilçesi; Haliç’in kuzeyinde Kasımpaşa vadisinin batısıyla, Dolmabahçe (Gazhane) vadisi arasında kalan alanı kapsar, Şişli ve Beşiktaş ilçeleriyle sınırdaştır. Ancak halk arasında Beyoğlu adı, kentin önemli kültür, eğlence ve iş merkezlerinden olan ve Galatasaray’ı Taksim Meydanı’na bağlayan İstiklal Caddesi ve çevresi için kullanılır. Bizans döneminde yerleşim alanı olmayan bu kesime; karşı yaka öte anlamına gelen Pera’dan kaynaklanan Peran Bağları deniliyordu. Geçen yüzyılda, özellikle yabancılar, Beyoğlu yerine Pera adını kullanmışlardır. Türkler ise Pera’yı Beyoğlu şeklinde adlandırıp daha geniş bir alanı kastetmişlerdir. Beyoğlu adının ortaya çıkışına ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan birisine göre; Beyoğlu adı, Fatih Sultan Mehmed zamanında Pontus prenslerinden Aleksios Komnenos’un İslamiyet’i kabul ederek burada oturmasından kaynaklanır. İkincisine göre ise; burada oturan Pontus prensi değil, Kanuni zamanındaki Venedik elçisi Andre Giritti’nin oğlu Luigi Giritti’dir. Türkler’in “Bey Oğlu” diye andıkları bu adam, elçinin bir Rum kadınla evlenmesinden dünyaya gelmiştir. Oturduğu konak da Taksim yakınında bir yerdedir. Diğer birine göre ise; Kanuni Sultan Süleyman döneminde burada oturan Venedik elçisine yazışmalarda Beyoğlu dendiği için bu semt de Beyoğlu adını almıştır. Pera adı, 1925’te resmi yazışmalardan çıkarıldıktan sonra gittikçe unutulur hale gelmiş, Buna karşılık Beyoğlu adı güç kazanıp bölge anlamında da yaygınlaşmıştır.

“Hay gözünü sevdiğimin İstanbul’u, bizsiz hiç olamaz. Koca apartmanların kapıcısı biziz, koca kahvelerin ocakçısı biziz, sinemaların en birinciye gelen seyircisiyse gene biziz. Hay Raşel matmazel, sen ne bildin, ne sandın Hurşit Doksan’ı? Kocaman Sirkeci’den bu yana Beyoğlu’nda durmaya, bizi, hemşehrilerimizin adamı görüp getirdi, kodu. Demek ki açıkgözün tekidir. Dediler. Şuncağız ikramımız da olmadıkça, nasıl erkekten sayılırmışız sorarım?” (Füruzan, 2015: 52)

bozlak: Türk Halk edebiyatında bir uzun hava türüdür. Konusunu aşiret kavgalarından, kan davalarından, aşk maceralarından alır. Ankara, Kırıkkale, Kırşehir, Yozgat ve Çorum gibi Orta Anadolu yörelerinde görülür. Usulsüz bir sözel türdür. Bu türü belirleyen ögelerden ilki, kürdi dizisi içerisinde seslendirme yapılmış olmasıdır. Bunun yanında muhayyer dizisinde bozlaklar görülmesine karşın, bu diziyle yapılan seslendirmelerde durak ve tiz durakta kalınacağı zaman, üst yeden olacak şekilde si sesleri ters glisandoyla pestleştirilir. Dolayısıyla yine kürdi makamlarının etkisi oluşur.

“İnsan Anadolulu olup da bir bozlak  dinliyormuşçasına yüreği kabarırsa bu hesaplaşmayı düşünmenin başlangıcıdır…” (Füruzan, 2015: 45)

Corneille (Pierre Corneille): (1606-1684), Molière ve Racine’le birlikte 17. yüzyılın en büyük üç Fransız tiyatro yazarından biridir. Corneille, “Fransız trajedisinin kurucusu” olarak tanınmış ve kırk yıla yakın bir süre boyunca yapımcılık yapmıştır. Corneille’in babası, oğlu için Rouen Orman ve Nehir Bakanlığı’nda iki tane önemli mevkide ona yer ayarladı. Bakanlıkta çalışırken ilk oyununu yazdı. Oyunu, bir komedi olan Mélite‘yi ne zaman yazdığı kesin değildir, ancak ilk defa 1629’da bir gezici tiyatro kumpanyasına sunduğunda ortaya çıktı. Kumpanya oyunu kabul etti ve repertuvarlarının bir parçası yaptılar. Oyun Paris’te iyi karşılandı ve Corneille, düzenli olarak oyunlar yazmaya başladı. Aynı yıl Paris’e taşındı ve kısa zamanda Fransız tiyatrosunun önemli isimlerinden biri haline geldi. Mélite‘yle başlayan ilk oyunları, Fransız orta oyunu geleneğinden uzaklaşarak, revaçta olan asil Paris dilini ve hareketlerini yansıtıyordu. Corneille, zamanındaki komedilerini “une peinture de la conversation des honnêtes gens” (“soylu sınıfının konuşmalarının bir tablosu”) olarak nitelendirmiştir. İlk gerçek trajedisi, 1635 yılında sahneye konan Médée‘dir.

“Mutfak masrafı artıyor. Yeni gelene bir görünmem gerekecek. Evine yağ, reçel taşıyor bu. Bana Recep Ustayı aratmasınlar. Hizmetçilerle birlik yaparlar. Bunları idare etmek ayrı bir yetenek canım” derdi. O kendi kendine yüreklendirici konuşmalarını sürdürürken ben koltukta oturmuş Corneille, Racine ya da Molière çalışıyor olurdum. Biliyorsun tiyatroyu çok severim.” (Füruzan, 2015: 16)

Demokrat Parti: 7 Ocak 1946’da kurulan ve dört yıl sonra yapılan seçimlerde (14 Mayıs 1950’de) 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren, Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa serbest seçimle iktidarı kazanan Türk siyasi partisidir. Sırasıyla 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini kazanmış ve on yıl boyunca (1950-1960) iktidar olmuştur. Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi ile iktidardan düşürülmüş ve 29 Eylül 1960’ta kapatılmıştır. Demokrat Partinin kısa adı “DP”dir.

“Ben ilkokula başlamadan bir iki yıl önceydi ailenin erkeklerinin Demokrat Parti – Halk Partisi uğruna bozuşmaları.” (Füruzan, 2015: 31)

drahoma: Hristiyan ve Musevilerde gelinin damada verdiği para veya mal.

“Dışarının pisliğine, bakımsızlığına karşın havradaki altın suyuna batırılmış avadanlıklar, giz dolu, susturucu havalarını sürdürmüşlerdi. Törene girerken boy boy kesilip havranın bahçesine bırakılmış çamların yakışıksızlığını bile unutturmuştu, Madam Sara’ya çarpıntıları. İzak’a iyi para götürmüştü evlendiklerinde. Çukur bir bel, gök mavisi gözler ve dükkânın drahoması.” (Füruzan, 2015, p.53)

fotoroman: Bir metinle bir dizi fotoğraftan oluşan hikâye veya roman.

“Nazan’la Raşel’in iş arasında gözledikleri de çoğunluk bu öğrencilerdi. Okudukları fotoromanların erkek kahramanları gibiydiler onlarca. Saç uzatmaları, incelikleri, beğendilerine uyuyordu.” (Füruzan, 2015: 47)

Freud (Sigmund Freud): 1856-1939) Orta halli Yahudi bir yün tüccarının oğluydu. 1860’ta ailesiyle birlikte Viyana’ya yerleşti ve 1873’te Viyana Üniversitesi’nde tıp öğrenimine başladı. 1876’da öğreniminin yanı sıra Viyana Fizyoloji Enstitüsü’nde Ernst Brücke’nin yanında çalışmaya başladı. Altı yıl boyunca araştırmalarını sürdürdüğü bu enstitüde özellikle merkezi sinir sistemi üzerine çalıştı ve anatomi ve fizyoloji üzerine ilk yazılarını yayımladı. 1881’de yükseköğrenimini tıp doktoru olarak tamamladı. Bir yıl sonra mali olanaksızlıklar nedeniyle Fizyoloji Enstitüsü’nden ayrıldı ve Viyana Genel Hastanesi’ne geçti. Hastanenin çeşitli bölümlerinde çalıştıktan sonra, Theodor Meynert’in Psikiyatri Servisi’nde beyin anatomisi ve sinir sistemi üzerinde araştırmalar yapmaya başladı ve hastanenin asistanlığına atandı. 1885’te nöropatoloji doçenti oldu. 1885-1886 yıllarında Paris’te Salpêtrière Hastanesi’nde ünlü nörolog Charcot’nun yanında çalıştı. Ondan hipnoz tekniğini öğrendi ve onun histeride cinselliğin rolünü vurgulayan görüşünden etkilendi. 1886-1893 arasında Viyana’da Kassowitz Enstitüsü’nde nöroloji, özellikle de çocuklarda beyin felci üzerine incelemeler yaptı. Bir yandan da Charcot’dan öğrendiği hipnoz tekniğini hastalarına uygulamaya başladı. Ancak dilediği sonuçları alamayınca, Viyanalı bir tıp doktoru olan Josef Breuer’in o sıralarda kullandığı konuşma yoluyla hastayı iyileştirmeyi amaçlayan “baca temizleme”, teknik terimlerle de tepki yenilenmesi (abreaction) adını verdiği yöntemle ilgilendi. İki bilimadamı konuşma tedavisini histeriklere uygulayarak olumlu sonuçlar aldılar. Freud’un histeride cinsel çatışmaların temel sorun olduğunu savunması nedeniyle kısa bir süre sonra aralarında görüş ayrılıkları belirdi. Freud, Breuer’den ayrıldıktan sonra çalışmalarını tek başına sürdürdü. Breuer’in duygusal boşalmayı sağlayan yönteminin ve Charcot’nun hipnozunun ancak geçici rahatlamalar sağladığı görüşünden yola çıkarak serbest çağrışım tekniğini geliştirdi. Böylece cinselliğin insan yaşamında oynadığı rolü ve bilinçdışının gücünü gördü. Freud’un 1900’de yayımladığı Die Traumdeutung (Rüyalar ve Yorumlar), psikanalitik kuramın temel ilkelerini ortaya koyduğu en önemli kitabıdır. Bundan sonra art arda yayımladığı yazılarıyla ünü gittikçe arttı ve birçok ülkeden genç doktor onun çevresinde toplanmaya başladı. 1902’de profesör oldu. Aynı yıl Alfred Adler, Max Kahane, Rudolf Reitler ve Wilhelm Stekel’in katılımıyla ünlü “Çarşamba Toplantıları”nı başlattı. Psikanaliz üzerine tartışmaların yapıldığı bu toplantılara düzenli olarak katılanların sayısı gittikçe arttı. İngiliz Ernst Jones, İsviçreli Carl Jung, ABD’li Brill, Macar Sandor Ferenczi, Alman Karl Abraham gibi geleceğin ünlü psikanalistleri yeni katılanlar arasındaydı. 1908’de 22 kişiye ulaşan bu grup Viyana Psikanaliz Enstitüsü’nü kurdu. Freud 1909’da Carl Jung’la birlikte ABD’deki Clark Üniversitesi’ne çağrıldı ve bir dizi konferans verdi. 1910’da Viyana Psikanaliz Enstitüsü, Uluslararası Psikanaliz Derneği’ne dönüştü. 1938’de Alman ordularının Avusturya’yı işgalinden sonra Freud ülkesini terk etmek zorunda kaldı ve ailesiyle birlikte Londra’ya gitti. İki oğlunun savaşa katılması, Yahudilerin katliamı ve kendisinin Yahudi oluşu, bundan sonra geliştirdiği düşünceleri etkiledi. Çene kanserinden öldükten sonra kızı Anna onun görüşlerine yenilikler katarak “ben” psikolojisinin öncüleri arasında yer almıştır.

“İlk cinsel denememi okulda bir kızla yaptım. Anlattıkları gibi hiç de parlak değildi sonuç. Bir kıllanma duygusu sarmıştı beni. Erkeklerle olanlara da başladığımda anladım ki çok tat alınmasa da alınıyormuş gibi görünmek gerek. Öylesini erkekler, coşkuyla birbirlerine anlatıyor. Toplandığımız gecelerde dostlarımda buna tanık olurum hep. A, şimdi beni soğuklukla, ilginç görünmek için çok adam değiştiren biri olmakla suçlayacaksın! O bakışını tanıyorum iyice. Değil, değil, inan ki değil… Biz hepimiz böyle yaşıyoruz. Bu çağımızın gereği olan bir eğilim. Artık içgüdülerimizi zorlamanın yersizliğini öğrendik. Freud bizi uyardı. Batı’daki çıplaklığı, kendini gösterme eğilimini görmüyor musun? Yakında bakarak cinsel doygunluğun yolunu bulacak dünya. (Füruzan, 2015: 20)

Sigmund Freud

Guevara (Ernesto Che Guevera): Arjantinli Marksist-Leninist siyasetçi, Küba gerillaları ile Enternasyonalist gerillaların lideri ve sosyalist bir devrimci. Tıp eğitimi alırken Latin Amerika’yı baştan aşağı dolaştı ve bu sayede birçok insanın karşı karşıya kaldığı yoksulluğu doğrudan gözlemleyebildi. Bu deneyimler sonucunda bölgedeki ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmanın tek yolunun devrim olduğuna inanarak Marksizm’i incelemeye başladı ve Başkan Jacobo Arbenz Guzmán’ın önderliğinde Guatemala’nın sosyal devrimine katıldı. Bir süre sonra 1959 yılında Küba’da yönetimi ele geçiren Fidel Castro’nun askeri nitelikli 26 Temmuz Hareketi’nin bir üyesi oldu. Yeni hükûmette çeşitli önemli görevlerde bulunduktan, gerilla savaşı teorisi ve uygulamaları üzerine makaleler ve kitaplar yazdıktan sonra diğer ülkelerdeki devrimci hareketlere katılmak üzere 1965 yılında Küba’dan ayrıldı. İlk olarak Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ne daha sonra da CIA ve Amerikan Ordusu Özel Harekât Birlikleri’nin ortak operasyonu sonrası yakalanacağı Bolivya’ya gitti. Guevara 9 Ekim 1967’de Vallegrande yakınlarındaki La Higuera’da Bolivya Ordusu’nun elindeyken öldürüldü. Ölümünden sonra Guevara dünya üzerinde sosyalist devrimci hareketlerin sembolü haline gelmiştir.

“Pop müzik dinlerken öyle çağrışımlarım vardır ki Guevera bile gelir aklıma. Ah canım, ne yakışıklıdır! Onu çağımızın bir peygamberi olarak düşünüyorum.” (Füruzan, 2015: 10)

Ernesto Che Guevara

Gülhane Parkı: İstanbul‘un Fatih ilçesinin Eminönü semtinde yer alan tarihî bir parktır. Alay KöşküTopkapı Sarayı ve Sarayburnu arasında yer alır. Gülhane Parkı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Topkapı Sarayı‘nın dış bahçesiydi ve içinde bir koru ve gül bahçelerini barındırırdı. Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımı olan Tanzimat Fermanı, 3 Kasım 1839’da Abdülmecit döneminde Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunmuştur ve bu nedenle Gülhane Hatt-ı Hümayunu da denir.

“Gezmelere götürmüştü. Gülhane Parkı’na çekirdek yiyerek Sarayburnu’na yürümüşlerdi. Geceleri korku duymadan yenilenerek unutarak onunla yatmıştı. Her uzun yol dönüşü elleri, karnı, boynu, oylukları duyarlığını kazanmıştı Cevahir’in.”.” (Füruzan, 2015, p.126)

Halk Partisi (Cumhuriyet Halk Partisi): 9 Eylül 1923 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde kurulan ve Türkiye’de faaliyet gösteren siyasi partidir. Parti tüzüğüne göre resmî kısaltması “CHP” şeklindedir. Simgesi Altı Ok’tur.

“Ben ilkokula başlamadan bir iki yıl önceydi ailenin erkeklerinin Demokrat Parti – Halk Partisi uğruna bozuşmaları.” (Füruzan, 2015: 31)

Halkevi: Halkevleri, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte modern, laik, inkılapçı bir ulus devlet oluşturma çabaları kapsamında Atatürk’ün Halkçılık ilkesi doğrultusunda bir yaygın eğitim kurumu olarak kurulmuştur.          

“İlkokul. Ortaokul. Evlerde, bir de okul arkadaşlarının katılmasıyla artan yaşama çokluğu. Sevgi, çalışma, düş kurmalar. Liseyi kasabamızdan uzakta okuyacaktık ya, onun gizli sevinci. Rüstem Amcanın eski sözleri geliyordu aklıma. ‘Artık babanın Halk Partisi burda lise açmaz. Ancak Demokratlar kazanmalı ki bir lisemiz olsun. Halkevi binası olsa davranırlardı.’” (Füruzan, 2015: 39)

Hamursuz Bayramı: Yahudiler için önemli bir tarih olan Hamursuz Bayramı, Mısır’da kölelikten kurtarılan Antik İsraillilerin göç hikâyesini anar. Pesah, Yahudi takvimindeki Nisan ayının 15. günü başlar, bu tarih Kuzey Yarım Küre’de bahara denk gelir ve bayram 7 veya 8 gün kutlanır. Yahudi bayramları arasında en çok kutlanan bayramlardan biridir.

“Dışarının pisliğine, bakımsızlığına karşın havradaki altın suyuna batırılmış avadanlıklar, giz dolu, susturucu havalarını sürdürmüşlerdi. Törene girerken boy boy kesilip havranın bahçesine bırakılmış çamların yakışıksızlığını bile unutturmuştu, Madam Sara’ya çarpıntıları. İzak’a iyi para götürmüştü evlendiklerinde. Çukur bir bel, gök mavisi gözler ve dükkânın drahoması. Şimdi dükkanlarını sağlama almışlardı ve iki akraba gibiydiler artık. Yani çıkarlarında tek yürek, tek akıldılar. Hamursuza gösterdiği özenle de kocasına, iyi bir dindar olma örneği vermişti.” (Füruzan, 2015: 53)

Hıdırellez: Hızır ve İlyas peygamberlerin her yıl buluştuklarına inanılan 6 Mayıs gününde kutlanan geleneksel bayram.

“Nazan bir süredir eski paltosunun yakasına Nigar’ın verdiği bir kadifenin takılmasını istiyordu. Birgün sonra Hıdırellez’di, yakasına geçirdi kadifeyi annesi. Katı yumurta yapıp, ekmek tatlısı pişirip, mezarlığın tepesine gitmişlerdi. Nazan’ın annesi tan ağarmadan kalkıp avluya küçük taşlardan ev dizmişti. Hıdırellez günü erkenden taşlarla ev dizene, Tanrı yılına kalmadan bir barınak veriyordu. Gerçi ikinci yıldır küçük taşlardan ev yapıyordu ya, gene de sabırla şükürle beklemesini bilmek gerekiyordu. Yan yana uzayan tahtaları kararmış evlerin odaklarından çıkanlar birbirlerine bakmadan taşları beceriksiz, alışık olmadıkları bir düzenle üst üste sıralamaya çalışıyorlardı. Geceden kopmamış sabahın karanlığında bunu yapmak kolay değildi. Tek sıra dizmek yetmiyordu evin anlaşılırlığı için. Olsa olsa bir bahçeyi çeviren duvar sanılabilirdi bu taşlar Allah yönünden. Üç sıralık bir dizinin yıkılmasını önlemek için, yapraklardan dam koyup bitirdikten sonra uzun uzun dua ediyorlardı.” (Füruzan, 2015: 75-76)

Hindiba: (Cichorium endivia): Papatyagiller (Asteraceae) familyasından, sebze olarak yararlanılan bir yıllık bitki türü. Mısır ve Endonezya kökenli olduğu sanılan bitkinin, 16. yüzyıldan bu yana Avrupa’da tarımı yapılmaktadır. Yüksekliği 50–100 cm arasında değişir; parçalı yaprakları ve açık mavi renkli çiçekleri vardir. Yapraklarından salata olarak yararlanıldığı gibi sıcak yemek de yapılır.

“Hindibağların, ebegümecilerin en iyi boy verdiği yerler mezarlıklardı. Çiçeğe kaçmışların değeri olmadığından ilk yeşermeler başladığında ortaya çıkıverirdi Çingeneler. O zaman kapı önlerinde unutulmuş leğenleri, takunyaları, götürülebilecek gibi olan her şeyi toplamak gerekirdi. Akşam gün dönerken, mahalle aralarından geçerlerdi. Sıcak, sarıcı sesleriyle arsız sözlerden örülmüş şarkılarını söyleyerek yol uçlarında yok olurlardı Çingeneler.” (Füruzan, 2015: 66)

Hiroşima Mon Amour: (Sevgilim Hiroshima): 1959 yapımı, yönetmenliğini Fransız Yeni Dalgası’nın ünlü isimlerinden Alain Resnais’nin yaptığı çağdaş anlatılı bir filmdir. Yaşamını yitiren masum insanlara dönük çarpıcı bir ağıt ve etkili bir humanist eleştiri filmi olarak tarihe geçmiştir. Sevgilim Hiroshima, Alain Resnais!nin başyapıtı sayılmasının yanı sıra, çağdaş anlatı sinemasına örnek teşkil eden filmlerinden biri olarak kabul edilir.

“Galiba geçenlerde, parkta izinli bir asker avladı. ‘Senin gibi şöyle beyaz olaydım, hanım’ diyor, şimdilerde. Dün gece, ‘Sevişmeyi nasıl kıvırıyor acaba bu köylüler’ diye konuştuk kocamla. O işte, Japonlarla Hintliler yamanmış. Bazı kitaplarımız var bu konuda. Yanında kim olursa olsun, resimlerine baktın mı saldırırsın vallahi! Öylesine et dolu kitaplar. Hiroşima Mon Amour geldi aklıma birden. Ne filmdi o ama! ‘Sen Hiroşima’da bir şey görmedin’ diye yinelemesi yok muydu adamın, tam özetiydi filmin.” (Füruzan, 2015: 18)

Jose Feliciano:  Porto Rikolu şarkıcı ve gitaristtir. Kendisi doğuştan kördür ve 17 yaşında, ailesini geçindirebilmek için okuldan ayrılmıştır ve çeşitli yerlerde sahneye çıkmaya başlamıştır. Gençliğinde 50’li yılların rock müziğini dinlemiştir. “Rain”, “The Gypsy”, “California Dreaming” gibi şarkılarıyla ünlüdür.

Müzik çalabilir miyim? Beethoven istersin sen, ben sana yeni bir şey çalacağım. Bugünlerde Jose Feliciano adı var önde. Adamda da bir ses var yani, baş döndürüyor…” (Füruzan, 2015: 21)

Jose Feliciano

Jules et Jim (Jules ve Jim): Henri-Pierre Roché’nin aynı adı taşıyan romanından uyarlanan, yönetmenliğini  François Truffaut’nun yaptığı 1962 yapımı bir Fransız filmidir.

Hiroşima Mon Amour geldi aklıma birden. Ne filmdi o ama! ‘Sen Hiroşima’da bir şey görmedin’ diye yinelemesi yok muydu adamın, tam özetiydi filmin. Jules ve Jim’i de çok sevmiştim” (Füruzan, 2015: 18)

kovuşturma: Suçlu olduğu ileri sürülen biri için gerekli araştırma ve soruşturmayı yapmak, takip etmek.

“Lisedeki cıvıl cıvıl arkadaşlarımı üniversite yıllarında yanımda bulamadım. Çoğu yarıdan döndüler. Sınıfımın en zekileriydi çoğunluk dönenler. Eğitimin yanlışlığıydı onları döndüren, bunu şimdi iyice biliyorum. Bir Nadide vardı, bir Sezai vardı, kovuşturma kitapları edinip okuduğumuzda ders araları birbirimizi taşkınlık dolu aramalarımız, o yaşta bile bulduğumuz doğrular, onları üniversiteye dek getirmeliydi.” (Füruzan, 2015: 25-26)

“Kul sıkılmadıkça Hızır yetişmez”: Yardımın hep en zor anda geldiğini ifade eden bir atasözü.

“Kul sıkılmadıkça Hızır yetişmez.” Sıkılmışlardı, donmuşlardı, üşümüşlerdi, aç kalmışlardı, ölümü görmüşlerdi. Gene de o kapı hala açılmamış, Hızır yetişmemişti.” (Füruzan, 2015: 73)

Molière (Jean-Baptiste Poquelin): 17. yüzyılda yaşamış bir Fransız oyun yazarı ve oyuncu.

“Mutfak masrafı artıyor. Yeni gelene bir görünmem gerekecek. Evine yağ, reçel taşıyor bu. Bana Recep Ustayı aratmasınlar. Hizmetçilerle birlik yaparlar. Bunları idare etmek ayrı bir yetenek canım” derdi. O kendi kendine yüreklendirici konuşmalarını sürdürürken ben koltukta oturmuş Corneille, Racine ya da Molière  çalışıyor olurdum. Biliyorsun tiyatroyu çok severim.” (Füruzan, 2015, p.16)

 plak: Sesleri kaydetmek ve kaydedilen sesleri yeniden pikap veya gramofonda dinlemek amacıyla hazırlanan plastik daire biçiminde yaprak.

“Düğüne yetişsem, hiç olmazsa iskemle taşımlarına yardımcı olurdum” diye düşündü. “Kemal Abilerin pikabını alacaklarmış, taksisinden çıkarıp. Hem onda iyi plaklar da varmış. Çoraplarım da bacaklarımın inceliğinden kayıyor, gergin durmuyor.” (Füruzan, 2015: 88)

posta treni: Genellikle ticari mal veya posta ulaşımını sağlayan tren.

“Posta treni uğrardı bizim istasyona. Bozdu, kapanıktı istasyon binası. Babamın, hareket memuru şapkasıyla orada yabancı biriymiş gibi durması tuhaf olmuştu o gün.” (Füruzan, 2015: 41)

Racine (Jean Baptiste Racine): 17. yüzyıl Fransız edebiyatının önde gelen şairlerinden ve trajedi yazarlarından olan Racine iyi bir eğitim görmüştür. Özellikle Yunan trajedi şairi Euripides’den etkilenen Racine, Fransız klâsik trajedisinin gelişmesinde büyük rol oynamıştır.

“Mutfak masrafı artıyor. Yeni gelene bir görünmem gerekecek. Evine yağ, reçel taşıyor bu. Bana Recep Ustayı aratmasınlar. Hizmetçilerle birlik yaparlar. Bunları idare etmek ayrı bir yetenek canım” derdi. O kendi kendine yüreklendirici konuşmalarını sürdürürken ben koltukta oturmuş Corneille, Racine ya da Molière çalışıyor olurdum. Biliyorsun tiyatroyu çok severim.” (Füruzan, 2015:16)

Rimbaud (Jean Nicholas Arthur Rimbaud): 19. Yüzyılda yaşamış sembolizmin en büyük temsilcilerinden, şair. Bilinen ilk şiiri Revue Pour Tous dergisinde yayımlanan “Öksüzlerin Yılbaşı Armağanları”dır. Henüz 16 yaşındayken evden kaçıp Paris’e gider. Bundan sonra evden savaş ortamında iki kere daha kaçar fakat perişan halde geri döner. Bu sırada Paris’in meşhur kafelerinde şiirler yazıp, çağın sanatı, siyaseti hakkında tartışmalara katılır ve absint içip, afyon yutmaya başlar. En son evden kaçışında, mektup ve şiirle dostluğunu pekiştirdiği dostu Verlaine’nin evine sığınır. Bundan sonraki dönemde yazdığı şiirler olgunluk dönemine ulaşır. 1873’te ilk şiir kitabı Cehennemde Bir Mevsim yayımlanır. Verlaine’nin eşiyle arasının açılması ve Rimbaud ile eşcinsel ilişkilerinin başlamasıyla; Fransa’da dışlanan ikili Almanya ve Belçika seyahatlerine başlarlar. Verlaine, Rimbaud’u Brüksel’de bir tabanca kurşunu ile yaralamasının ardından, eşcinsel ilişkileri yüzünden başları belaya girer. Verlaine kürek mahkumu olarak hapse atılır, Rimbaud ise serbesttir. 1875’te son kez görüşmelerinden sonra bir daha asla görüşmezler. Bu tarihten sonra da şiir yazmayı bırakır.   

“Paris’teyken alabildiğine uzanan Notre-Dame’ı girip görmüştüm. Org sesleri, bunalmanın koyuluğunu öylesine tanımlıyor ki, anlatamam. Bununla şunu demek istiyorum: İnsanın sanki yaşama deneyi arttıkça, istese de bunalımını engelleyemiyor. İçtiğimiz zaman, arada Rimbaud okuduğumuzda, dizelerinin yüklendiği her şey, ayıp, günah, sapıklık, nasıl doğruluk kazanır bilemezsin…” (Füruzan, 2015: 13)

Jean Nicholas Arthur Rimbaud

Saint Joseph (Lisesi): Saint-Joseph Lisesi, 1860 yılında Fransa‘nın Reims şehrinde Saint Jean-Baptiste de la Salle tarafından temelleri atılmış olan Fransız Rahipleri Cemiyetine (Frères des Ecoles Chrétiennes) bağlı bir kurumdur.

“İhtiyar dedimse, kırk beşinde Saint Joseph bitirmişlerden… Çiftliğin iki tarım yüksek mühendisi, babamın arkadaşlarının tanışları çıktı, her yanı gezdirdiler bize.” (Füruzan, 2015: 8)

Sirkeci Garı: Sirkeci Garı ya da İstanbul Garı: İstanbul‘un Sirkeci semtinde yer alan TCDD’ye ait ana tren istasyonudur. 3 Kasım 1890’da hizmete giren istasyon, 1955-2013 yılları arasında TCDD tarafından işletilen B1 (Sirkeci – Halkalı) Banliyö Treni’ne hizmet vermiş, Marmaray projesinin inşası kapsamında 12 Ağustos 2013’te kapatılmıştır. Sirkeci Garı günümüzde TCDD Taşımacılık tarafından işletilen Marmaray (Halkalı – Gebze & Ataköy – Pendik) Banliyö Trenleri’ne hizmet vermektedir.

“Taşralılığını yıllardır yitirmemiş olan görüntüsüyle aykırı düşen kırmızı yabanıl giyimi, zehir hırkası, sıcakta, pençe pençe al basan yanaklarıyla Sirkeci Garı’nın orada durdu.”  (Füruzan, 2015: 130)

şişe çekmek (bardak çekmek): Akupunktur noktaları uyarılarak yapılan tedavi yöntemidir. Anadolu’da da kullanılan yöntemin Çin ve Moğolistan bölgesinde bulunan Uygur Türkleri’nin bu tedavi yöntemini ilk kullananlar arasında olduğu bilinmektedir. Bardak içerisindeki oksijenin tüketimesi esasına dayanan yöntem için eskiden Anadolu’da kâğıt ya da alkollü pamuk kullanılmıştır.

“Dokuz günü çıkarırsa, kızım, Azrail’i kovdu demektir. Çok soğuk almış, çok. Sırtındaki şişelere bak, nasıl kabarıyor etleri.” (Füruzan, 2015: 68)

taflan (karayemiş): Gülgiller familyasından küçük beyaz renkli çiçekler açan, daha çok rutubetli ve gölgeli yerlerde yetişen 5–15 m boyunda, yaprak dökmeyen bir ağaç türü. Türkiye’de çeşitli yöresel adlarla bilinmektedir. Yaygın olarak taflan adıyla bilinen bitki, “Gürcü kirazı”, “Laz kirazı”, “Laz üzümü”, “Laz yemişi”, “Tanal”, “Tçkoo” adlarıyla da bilinmektedir.

“Taflanlar yeni budanmıştı. Kesilen yerleri aktı daha.” (Füruzan, 2015: 9)

taksim: Klasik Türk müziğinde faslın başında ve ortasında çalgıcının doğaçlama yöntemiyle yaptığı müzik.

Taksim bölümünün bitmekte olduğu, müziğin hızlanmasından belliydi. Kalaycı çırakları, ustalarının çağırma korkusuyla tedirgin, söylenecek şarkının başlaması için sabırsızlanıyorlardı. Çünkü tüm şarkı sözlerini kendi zor yaşamalarıyla eş anlamda bulurlardı. Seslerin kalınlıktan çıkıp iki ışıklı ince bölüme geçtiği yerin ortasında tamburcu, güzel, göğüsten yükselen sesiyle şarkıya başladı. (…) Tamburcunun başladığı şarkı, küçük kızın gözlerine, iki adamı gördüğünde beliren bakışı yenide getirdi. Sensiz bırakıp gitme bu akşam yine erken / Öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken.”    (Füruzan, 2015, p.177)

Tokat Bir Bağ İçinde : La karar sesiyle Hicaz makamında icra edilen bir türkü.  

“Herkes içkili, gevşekti… Kolay çağrışımlı duyarlılıklarının tadını çıkarıyorlardı. Sade ve akıllıydın sen, hep ilk gördüğüm günkü gibi. Nerden deşilmiştim sana doğru? Ha, bir türkü. Oraya aykırı bir türkü sızmıştı yan kahveden. ‘Tokat bir bağ içinde’ diyordu türkünün sözleri. Bence türkünün anlamı bir bağdan öteye varamazdı.” (Füruzan, 2015: 8)

Yalova’nın Şen Kızını, Kandıralım, Alalım ”: Beste ve güftesi Mustafa Yesâri Âsım Arsoy’a ait Nikriz makamında icra edilen bir şarkı. 

“Yalova tatiline gittiğimizde Termal Otel’de kalacaktık bir hafta. O yıllarda hâlâ andığım bir şarkı kalmış aklımda: ‘Yalova’nın şen kızını, kandıralım, alalım.’” (Füruzan, 2015: 8)

yazlık sinema: Yazlık sinema ya da açık hava sineması, bir bina içerisinde olmayan ancak etrafı dışarıdan seyredilmeyecek şekilde duvar ve perdelerle engellenmiş olan sinemalar. Türkiye’de 1914 yılında Erenköy’de kurulan yazlık Erenköy Sineması, Kadıköy’deki ilk sinema olarak bilinmektedir. Havaların ısınması ile birlikte genelde Mayıs’tan Eylül’e kadar çalıştırılan, tahta sandalyelerin perdenin önüne dizilmesi ile oluşturulmuş sinemalardır. Yazlık sinemalar, 1980’li yıllar itibariyle televizyonun yaygınlaşmasıyla kapanmaya başlamıştır. Son dönemlerde bu kültürün canlandırılması için girişimler bulunmaktadır.

“Sabahları yiyeceğini hazırladıktan sonra az uyumuş birini kaldırırkenki üzzüntüyü yinelemeye gücü yoktu. İçini uslandırmak için ayıpları sermişti önüne. Ay aydınlığı eskiden bu yana onu yanıltırdı. Utandığı coşkuları teper çıkarırdı ortaya. Kızken yazlık sinemaya gelen filmin seslerini duyduğunda, sokağın kaldırım taşlarına akan çeşmenin, orda kavga eden kedilerin seslerini duyduğunda, ayın mezarlığa doğru iyice yükseldiği saatlerde, çarpıntılara tutulup bekleyip dururdu.” (Füruzan, 2015: 72)

Yeni Cami (Valide Sultan Camii): İstanbul’da 1597 yılında Sultan III. Murad’ın eşi Safiye Sultan’ın emriyle temeli atılan ve 1665’te zamanın padişahı IV. Mehmed’in annesi Turhan Hatice Sultan’ın büyük çabaları ve bağışlarıyla tamamlanıp ibadete açılan camidir. Şehrin silüetine ve görselliğine önemli ölçüde katkı sağlayan Yeni Cami, İstanbul’da Osmanlı ailesi tarafından yaptırılan büyük camilerin son örneğidir. Osmanlı dönemi Türk mimarisinde yapımı en uzun sürede tamamlanabilen cami olarak bilinir. Mimar Davut Ağa tarafından yapılmaya başlanmış, Mimar Dalgıç Ahmed Ağa devam ettirmiş ancak Safiye Sultan’ın ölümü ile yarım kalan inşaat, başlangıcından 66 yıl sonra dönemin mimarbaşısı Mustafa Ağa tarafından IV. Mehmed zamanında bitirilebilmiştir.

“Yeni Cami’nin ordaki güvercinler saatçinin küçümseyen davranışlını içlerinden silip götürmüştü çıktıklarında. Maviliğe doğru kıvançla uçuyorlardı. Kasketli bir adam, taş duvarların dibine çöküş, bir dal yontuyordu. Müslümanlığa sığınmış ezik dilenciler ellerini uzattığında, annesi yirmiveş kuruş vermişti gülümseyerek. Dilencilerin gözleri kapalı bir sandıkta küflenmiş gibi günışığında kırpışıyorlardı. Susamlı sıcak simitlerden almış, doygun, şen, iskeleye yönelmişlerdi.” (Füruzan, 2015: 86)

Zürafa Sokak: Karaköy’de genelevleriyle meşhur Arnavut kaldırımlı bir çıkmaz sokaktırKaraköy İskelesi’nin hemen arkasında bulunur. Surp Pırgiç Ermeni Katolik Kilisesi bu sokaktadır. Sokağın yakınında Saint Benoît Fransız Lisesi ve bir Gürcü sinagogu vardır.

“Dışarı, Beyoğlu’na çıktıklarında, yerlerine talaş dökülmüş bir muhallebicide Leman’la birlikte keşkül yemişlerdi. Sıcak yayılıp duruyordu cadde boyunca. Buz gibi şişe suyu içmişlerdi. Suyun soğuk buğusu içlerini serinletmişti. Leman da, onun gibi, yenilerdendi Zürefa’da. Ayıbı yitireli epey olmuştu. Ama bu salt evdeki durma bağlıydı.” (Füruzan, 2015: 105)