E
Er: Erken.
“Sabahın bir er saatinde gelsek […]” (82)
Erinç: Hiçbir eksiği, üzüntüsü ve acısı olmama durumu, dirlik, rahat, huzur.
“Çekiden erince giden bir yol var mı ki?” (56)
Ermek: Ne olduğunu anlamak, akıl erdirmek.
“Çok-luk, çoklu-luk karşısında bir şeylere zorlandığımıza ereriz, ister istemez; …” (46)
Esenlemek: Selamlamak.
“[…] Büyükelçi ile konuşkan karısını yeni görmüş gibi davranarak esenledi, buyur etti[…]” (73)
Esenleşmek: Selamlaşmak, vedalaşmak
“Herkesle esenleşir, fazladan tek söz etmez, üç karışlık bir yerde görkemli iki ortanca yetiştirir…” (124)
Eslemek: Önem vermek, aldırış etmek.
“Kedi adamları, kedi adamlarının isteklerini eslemeği öğrenmiştir.” (67)
Evin: Bir şeyin içindeki öz.
“Bir şeylerin evini, özü, özeyi.” (58)
F
Fıslamak: Fısıldamak.
“[…] birileri kulağına fıslamış…” (76)
G
Geçenek: Koridor.
Sular çekilmeli, sahne arkasını, geçenekleri, kapıları, yolları boşaltmalı. (47)
Genlik: Periyodik hareket.
“Ödünç bir genlik mi?” (11)
Genlik: Bolluk, refah.
“Yapsak da, bu işlerin hiçbiri bize genlik sağlamayacaktır herhalde.” (44)
Gereksemek: Bir şeyi kendisi için gerek saymak, ihtiyaç duymak, muhtaç olmak
“…oyuncu gereksemeyen bir sahneyi derinleştiriyor.” (138)
Gezmen: Gezgin.
“Gezmen kızlara halıcının kendini beğendirmesi de gerekmiyor hanidir.” (71)
“Burada sürekli göç halinde görünen göçer gezmenler de hesaba katılınca neredeyse kocaman, tıklık tıklım dolu bir otele dönüşüyor köy.” (110)
Göçer: Göçebe
“Burada sürekli göç halinde görünen göçer gezmenler de hesaba katılınca neredeyse kocaman, tıklık tıklım dolu bir otele dönüşüyor köy.” (110)
Gönül bulantısı: Sıkıntı veya üzüntü.
“[…] yolumuzu şaşırmanın verdiği gönül bulantısını yaşayarak […]” (64)
Görüngü: Duyularla algılanabilen her şey, fenomen, numen karşıtı
“Öbür ülkelerde ise kendi kültürümüzün en sıradan, en ayağa düşmüş belirtisi, örneği, görüngüsü karşısında içimizin inançla dolduğunun farkına varırız zaman zaman.”(123)
Gülüm: (Metinden hareketle) gülümseme, gülme.
“Oysa çırak, kendisine bakıldığı zaman gülümlerin silivermesine çoktan alışmış.” (70-71)
H
Hanidir: Ne vakittir.
“Şapkasını gözlerine örtmüş, sesi çıkmıyor hanidir.” (102)
Harmani: Bütün vücudu saran, kolsuz ve bazen kukuletalı bir tür üst giysisi.
“[…]erguvan renkli gölgeliğin altında pembe gibi görünen harmanisine, buralarda kimsede görmediği bu başkalıklara uzun uzun bakabilmek olanağını buluyor[…]” (70)
Hava basmak: Büyüklenmek, gururlanmak.
“Kimdi hava basmakla yetinen?” (80)
Hintinciri: Kendiliğinden doğada yetişen bir kaktüs türünün meyvesi olan dikenli incir, halk ağzında Frenk inciri, kaynanadili de denir.
“… duvarın dibinde her yeri meyva ile donanmış hintinciri –ya da daha yaygın adıyla kaynana dili-…” (128)
Hurdahaş: Onarılamayacak biçimde kırılıp parçalanmış, paramparça
“Kendikilerinden başka bir geleceğin, hurdahaş olmuş bir arabanın yırtık sacıyla kesilip atıldığını gördükten sonra…” (106)