Uzun Bir Süre Sevgiyle Okuduktan Sonra – I

Hakan Kaynar

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra[1], bu sadece bir kitabın ismi değil. Başak, romanın karakteri, böyle uzun isimler verirmiş yaptığı resimlere. Umut’un sesinden öğreniyoruz bunu: “Notta da o cümlelerden biri yazılıydı. Ama şimdi unuttum, paralel gittiğini, sonra da insanlara anlayamayacakları bir şeyler anlattığını söylüyordu galiba(…)” (s. 131) O cümlenin bir kısmını kapakta gördük önce, sonra Başak çizdi: “Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım.” (s. 79) Burada yazar bir kadının intiharını anlatıyor demeye hazırlanıyoruz. Ama hayır, zannettiğimizin aksine tek bir anlamı yok bu cümlelerin, çünkü tek boyutlu bir anlatı değil okuduğumuz. Neden? Bir, gerçek insanlar var Başak, Umut, anneleri Türkan, anneanneleri Nanna, arkadaşları Nergis’le Abidin (evliler, oğulları Can), bir de ölü Başak’la yer değiştirip Nanna’yla telefonda konuşan Canan. Taziye ziyaretleri, babaya verilen kötü haber, birbirlerinin delirmesinden korkan anneyle oğul. İkinci boyut örtük. Ne Başak ne Umut ayrı ayrı insanlar olabilir sanki, anneleri de onlarla bir. Bu üçü birbirlerine çok yakınlar. Abidin’in söylediğine göre “Aralarına kimse sızmasın diye her yeri sıkı sıkı kapatmışlar.” (s. 32) Başak okulda yazdığı bir kompozisyon ödevini hatırlarken “o satırları yazanın gerçekten de ‘başka biri’ olduğunu ve bu başka birinin de içinde bir yerde olduğunu” söyler Umut’a. (s. 30) “Başak Resim Yapıyor” isimli bölümden şu satırlar: “Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hâlâ canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der” (s. 98) İkinci boyutta intihar bir metafor. Birincil görevi metne dolaşık hüznü kitabın hemen başında bize bulaştırmak. Bu iki boyutlu anlatının belki de bir amacı var. Şu bahsi geçen “kompozisyonu” beğenmiş olacak ki öğretmeni Başak’a “bunu sen mi yazdın” diye sorar. Bölümün ismine dikkat edelim: “Bunu Sen Mi Yaptın?” (s. 29) Sezdiğim şu, sadece öyküyle roman arasında bir türlerarasılık kurmuyor anlatı, şiire hatta resme selam çakıyor. Resimler üçüncü boyutu bakışımızla buluştuklarında edinirler ya, biz de bu metnin iki boyutunu gördüğümüzde, hep hareket ettiğinden görüntüsünü bir türlü zapt edemeyeceğimiz bir heykelle karşı karşıya olacağız.  

Aslında çözemeyeceğim bir kördüğüm Bıçakçı’nın dokuduğu. Fark edebilsem, rengi sürekli değişen iplerin uçlarından tutacağım ama tamam dediğimde, işte şimdi açılacak; biliyorum ki olmayacak. Çaresiz kesip biçeceğim derdimi anlatmak için. Diyor ya intihar ettiğini sandığımız Başak: “Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım diyeceğim.” (s. 79) Ben de kötü niyetli değilim. Sorun, demişti bir başka yerinde romanın Umut, böyle bir resmin olup olmaması değil, “Asıl sorun anlayamayacağımız şeyler anlattığını söylemesinde. Bu yanlış. Çünkü insanız. Anlarız.” (s. 135)Tıpkı Nanna gibi, sanırım ben de anladım, anlatayım.

Bu kırpılmış cümleyi okumadım, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, gördüm. Bir resim olabilir kitap diye elimde tuttuğum, roman değil de hareketli bir imge, ısrarlıyım! Barış Bıçakçı’nın birimi, arkadaşlarına (Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin) yazdığına göre, Kurbağalara İnanıyorum’da cümle değil imgeymiş: “O kadar ‘cümleci’ olmama rağmen benim için de yazının birimi cümleden çok daha karmaşık bir şey. Mesela, bütün ciddiyetim ile, benim birimimin ‘dolaşık hüzün’ olduğunu söyleyebilirim.” Soyut resim üzerine düşünürken soruyor, bir ressamın birimi nedir, “çokluğu oluşturan varlıkların her biri anlamında, çizgi mi renk mi?” Hayır demiş, “çok daha karmaşık bir şey.”[2] Kendi birimine, imgesine sonra geliyor: “Dolaşık Hüzün”.  Bütün kitapları için mi söylüyor bunu Bıçakçı; muhtemelen.

Resimle romanın ismi aynı, bu bir. Ama buna işaret ederken az önce gördüğüm bir detay uçup gitti gözlerimin önünden. Demek istediğim, Barış’ın da çok sevdiğini bildiğim Adam Philips’in kendi mesleğiyle, psikanalist, şairlerinki arasındaki benzerliklere işaret eden yazısındaki gibi bir hal, “Şiir, tıpkı iyi bir yorum gibi, eylem halindeki dildir.”[3] Bıçakçı’nın metni üzerine yazarken şöyle bir hisse kapılıyorum, sanki anlamı yakaladığım anda elimden kayıp giden bir şey var, gördüm sandığım an birdenbire kaybolan. Ne demeyi hayal ediyordu Canan Nanna’ya: “Hep beraber içinde olduğumuz bu cehennemi, bu sıkıntıyı, intiharı…” (s. 13) Üstelik söyler misiniz, kim bırakmış kendisini de balkondan aşağı sonra da bir süre yere paralel uçabilmiş? Bu da iki.

Neyse ki izlediğimiz kitabın bir başlangıcı var, başlangıç derken kapağı, birinci sayfası, ilk bölümü gibi ardışık bir zamansallıktan bahsediyorum. Ama bir resmi okur gibi yapıp istediğiniz bölümden de dolaşabilirsiniz. Yine de baştan başlayalım. Daha kitabın ilk bölümünde hüzün bize de bulaşacaktır. Türkan, yaşlı annesi Nanna’nın torununun intiharını bilmesini istemez. Bir arkadaşından rica etmiş, acaba kızı Canan…? Üniversite sınavına girmiş, iki defa, kazanamamış, tiyatrocu olmak istiyor. Ondan talep edilen arada bir Nanna’yı arayacak, birdenbire doktora yapmak için Amerika’ya giden Başak gibi konuşacak. Önceleri sıkılır bu görevden, yapmak istemez, alışır ama sonra. Hatta şöyle düşündüğü bir zaman bile gelir: “Ona bir gün her şeyi anlatabileceğimi düşünüyorum. Hep beraber içinde olduğumuz bu cehennemi, bu sıkıntıyı, bu intiharı…” İçinde olduğumuz nedir peki? Canan’ın sıkıntısı hepimizinki ile aynı sanki, “Hayat,” der “nefret ettiğim akışını kazandı tekrar. Ev ile dershane arasında gidip gelen örümcekler.” Bir başka bölümde Umut, sevgilisi Selma’yla telefonda konuşur, onun da canı sıkkın. Kahvaltı yaparken o gün gazetede bir haber okumuştur, “Örgüt evi diye” yapılan bir “operasyonda” ölenlerden birini tanıyormuş üniversiteden, son görüştüklerinde tartışmışlar, korkak demiş Umut’la Abidin’e. Sonra yıllar önce gazetede okuduğu bir başka haberi hatırlar. Arkadaşıyla iddiaya giren bir adam lop yumurtayı çiğnemeden yutmuş, sıcak yumurta midesini yakınca da ölmüş. Hiç unutmamış bunu Umut: “Ben sanki o yumurta haberini okuduğumdan beri, bir armağan, bir mucize olduğu söylenen şu hayatın saçma sapan bir şekilde bitebileceğinden korktum hep. İçimde böyle bir korku varken de hayatın tam da bu şekilde, saçma sapan sürdüğünü anlamadım. Asıl bundan korkmam gerektiğini anlamadım.” Sürüp giden hayat işte, Başak’ın dışına çıktığı, bizimse büyük çaresizliğimiz!

İpin ucunu görmüştüm az önce, cehennem, tutmalıyım hemen. Canan ilk defa kullanmadı bu sözcüğü, annesine sitemkâr, “her köşesini zebanilerin tuttuğu evin cehennemliğini görmüyor.” Hemen arkasından, daha ikinci bölümde Umut annesinin komutuyla aradığı babasına “Başak öldü” der, “intihar”. Oğluyla çok konuşmaz baba: “Bana anneni ver.” Çoktan ayrılmışlar. Az, çok az konuştuklarından, belli, hâlâ buz gibi araları. Bittikten sonra o zoraki telefon konuşması, taziyeye gelmiş arkadaşlarının arasına dönen annesi hakkında şöyle düşünür Umut: “Annem, eski bir cehennemi içinde taşıyor, babamın inandığı bir Tanrı’nın önünden düşe kalka, ama korkmadan kaçıyordu.” İçinde cehennemi taşımak tamam da, neden eski? Demek ki bir de yenisi var.

Eskisi malum, ölülerin kimi orada. Yenisinde ise mesela Ahmet’in annesiyle babası yaşıyor. Ahmet, son sevgilisi ressamın. Resim yapıyor Başak. Gittiği çerçeve dükkânında küçük bir parçası “Y” şeklinde yırtılmış resmi görünce, tamir edebilirim demiş. Tuvali yüklenip gelmiş Ahmet, Başak’ın şehre uzak semtlerden birindeki evine. Tanışmaları böyle, sevgili de olacaklar. Resimdeki hasarı daha iyi görmek için çıktıkları balkonda söylüyor bunları Başak: “Anneniz ile babanız (…) en ufak hayat belirtisi göstermiyorlardı. Duvara asılı çerçeve örneklerinin önünde… O üzeri halı kaplı tezgâhın arkasında… Ne garip… Yaşamaya değil de ceza çekmeye gelmiş gibi görünüyorlardı.” Bu ikisini, oğulları şöyle tarif etti bölümün hemen başında: “Birbirleriyle ancak çok gerektiği zaman konuşuyorlar, bir işi birlikte yapmak zorunda kaldıklarında. Hiçbir şeye arzu duymuyor gibiler.” Demek ki cehennem böyle bir yer, arzusuzluğun mekânı. Garip olansa Başak bunları söylediğinde, –yani karı-kocanın yaşamaya değil, ceza çekmeye geldiklerini hayata(!)– Ahmet’in hissettikleri. Ne, diyor benimle ne bizimkilerle ilgisi var “sanki söylediklerinin.”  Ahmet’in duygusu şu: “Aramızda birden bir yakınlık oluyor. Yakınlık…” (s. 21) Bir başka ipin ucu işte bu. Birincisi cehennemdi, şimdi yakınlık. Tutalım.

“Ağrıyan yeri ovmak” isimli bir sonraki bölümde köyde yaşayan Abidin’le karısı Nergis, “kuluncunu kırayım” diye bağıra bağıra gezen masajcı kadının sesi ve görüntüsü eşliğinde sohbet ediyorlar. Başak hakkında. İyi değilmiş. Nergis’le konuşmuş. Diğer söyledikleri arasında şu dikkatini çekmiş Nergis’in: “Bütün sevgililerinden, ağabeyi ve annesiyle yakın olduğu kadar yakın olamadığı, olmayacağı için ayrılmış.” İlerleyen satırlarda şöyle diyor Nergis: “Yani tamam, biz de buraya bizimkilerin yanına geldik. Ama Başak’ın dediği başka… Umut’ta da var bu. Yaşamalarına engel olan bir şey, bir yakınlık bu, aralarındaki. Onları içine kapatan bir şey. Aralarına kimse sızmasın diye her yeri sımsıkı kapatmışlar. Sürekli tehdit altındaymış gibi yaşıyorlar.” Abidin tanıyor bu “yaşamaya engel olan gerginliği”, Umut’u biliyor çünkü. Bir sonraki cümle Barış’ın mı, Abidin mi konuşuyor belli değil: “Çocukken saplanan bir ağrı yüzünden iki büklüm olan, kıvranan insanlar.” Peki, tam burada, bu masajcı kadın Barış olabilir mi, diye sorsam. Çünkü işte onun da bütün bunları yazarken yaptığı aynı şey değil mi, ağrıyan yeri ovmuyor mu? Hem “kulunç” dedikleri de bir düğüm, sırtımızda.

Bıçakçı’yı tanıyorum, Barış demem o yüzden. Hakkında yazmak istediğimi söylemiştim, bir defasında ama dedi sen benim arkadaşım olduğundan seviyorsun yazdıklarımı. Sevmemde sorun yok sanırım, sorun överek anlatmamda. Bir başka arkadaşı Behçet (Çelik) diyor ya: “Bir arkadaşımız bir kitap okumuş ve çok beğenmişse, elimizdekini bırakıp onu okumaya başlardık. Okuyunca biz de severdik o kitabı, ama biraz da arkadaşımızı sevdiğimiz için, o bu kitabı nasıl sevdiğini anlatırken bizi etkilediği için severdik.” Benimki bir tür aynı hesap Barış’a göre. Yazdıklarına ona olan sevgimden bağımsız bakamıyorum. İşte bu yüzden, başlarken söylemeliyim hemen, yazarın arkadaşıyım. Öte yandan yazılı olsun görsel veya işitsel, sevginin karşımızdakiyle hakiki bir ilişki kurmakta işe yaradığını düşünüyorum. Yazdıklarını sevmesem hakkında yazamazdım, böyle uzun uzun. Ama şunu da söylemeliyim, arkadaşlığı gurur verse de Barış’ın, roman karakterleri kadar mesela, Abidin’le Umut’tan bahsediyorum, yakın olmadık hiç. Anladınız, sözü elimdeki ipin ucuna getirmeye çalışıyorum, yakınlığa.

Ama yakın olanlar arkadaşlar değil, hatırlayalım. Başak, Umut ve annesi, babaları uzun yıllar önce terk etmiş evi, bir aile, eksik. Nergis’e ne demişti Başak, annesi ve ağabeyine olduğu kadar yakınlaşamıyormuş sevgililerine, bunun için ayrılmış hepsinden. Şu da Selma’nın düşünceleri, Umut hakkında, onlar da iki yıl önce ayrılmışlar: “Ah Umut! Güldüren, heyecanlandıran, kucaklayan. Ama kapalı biri. Ne yapsan açılmayacak biri. Kız kardeşi ve annesiyle kurduğu dünyaya kimse giremez.” (s. 45) Kitabın bir başka bölümünde, kısacıktır, meçhul bir ses Selma’yla konuşur. Umut gibi insanların ne kimseyi mutlu edeceklerini ne de mutlu olacaklarını söyler, en çok duymak istedikleri de şu cümleymiş: “Böyle bir dünyada yaşaman mümkün değil.” (s. 71) Acaba annesi ve Başak’la kurduğundan farklı mı bu sonuncusu, iki farklı dünya mı var? Tıpkı eskisi yenisiyle iki cehennem olduğu gibi. Yaşadığımız hayatsa eğer bu cehennemlerin yenisi, Başak intihar etmek yerine, birinden diğerine uçuyor olmasın dünyaların? Yuvarlak olduğuna göre zaten bu dünya dediğin, ancak bir süre yere paralel gidebilirsin!


[1] Barış Bıçakçı, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.

[2] Barış Bıçakçı, Behçet Çelik, Ayhan Geçgin, Kurbağalara İnanıyorum, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, 110.

[3] Adam Phillips, Hep Vaat Hep Vaat, (çev. Ferit Burak Aydar), Metis Yayınları, İstanbul, 2007, 41.