.

Kendini Arayan Tüm Kadınlara: “Çiçeklenmeler”

Melike Sönmezer

melikesonmezer@sanatkritik.com

Melisa Kesmez’in son romanı Çiçeklenmeler geçtiğimiz Ocak ayında İletişim Yayınları’ndan çıktı. Eser, hayatı ıskalamış ve yeniden yeşermeyi isteyen Türkan’ın yolculuğunu anlatıyor. Bu yolculuk her ne kadar kırkların sonu ellilerin başında kendini arayan Türkan gibi gözükse de biz kadınların ortak romanı olduğu aşikâr.

Türkan çocuk yaşta annesini kaybetmiş, çocuğu olmayan teyze ve eniştesinin yanında büyümüş küçük şehir insanıdır. Ortaokula başladığı gün otobüste gördüğü Orhan’a âşık olur. Bu, onun ilk aşkıdır. Küçük bir şehrin yaşam dinamikleriyle çarşıda, pazarda, okulda hep Orhan’ı görerek büyür. Orhan İzmir’e üniversite okumaya gider. Ardından güzelliğiyle herkesi kendine hayran bırakan Rüya’yla memleketine döner.

Bu hikâye küçük şehir insanı için oldukça tanıdıktır. Şehrinden üniversite okumak için çıkan insanlar evlerine geri dönmenin yollarını ararlar. Onlar için doğdukları yerle öldükleri yer bir olmalıdır. Orhan da tam bu düşünceyle hayatını doğduğu şehirde geçirir. Rüya’yla sürdürdüğü iki yıllık evlilik hayatları; aşkları, Rüya’nın güzelliği, şehirde bir masal gibi anlatılır. Bunları dinlemek, büyümenin arifesindeki Türkan’ın yüreğini burkar. Uzaktan uzağa izlediği Orhan ve Rüya’nın aşk büyüsü onun kalp acısına dönüşür.

Master için Orhan’ı bırakıp yurt dışına giden Rüya’nın ardından Türkan için bir umut doğar. Aşkına kavuşma ve mutlu sonla bitecek bir evlilik… Fakat Türkan’ın hayali, hayatın gerçekliğinde vuku bulmaz. Sevdiği adamla evlenmesi onun mutlu bir hayat sürmesi için yeterli değildir. Bir ömrü aynı evde ayrı yataklarda geçirirler. Türkan âşık olduğu adam tarafından sevilmez, arzulanmaz. Ama Türkan için Orhan’la bir hayatı paylaşmak bile yeterlidir. Türkan için aşk elindekilerle yetinmeyi bilmekten ibarettir.

Yaşam kümelerini ortak bir eve soluk yoldaşlığı kadar birleştirirler. Daha fazlası yoktur. Orhan emekli olduktan sonra evin arka odasında kendine bir yaşam alanı yaratır. Öndeki salon Türkan’ın yaşam alanıdır. Sabah kahvaltılarının ardından herkes odalarına çekilir. Orhan odasında kitap okur, müzik dinler, bir şeyler tamir eder. Gün içinde ya da yatmadan evvel önemli bir olayı konuşmak üzere bir araya gelirler. Sessiz bir anlaşma gibi herkes evin içerisinde payına düşen alanda yaşamını sürdürür. Ta ki Orhan hasta olup yataklara düşene dek. Hastalığının neticesinde Orhan’ın hayata vedası Türkan’ın yaşamında yepyeni bir eşiği aralar. Türkan, Orhan’ın ardından mateme bürünür.

Türkan’ın yasına Orhan’ın kız kardeşi Ayşe de eşlik eder. Türkan’a sadece bir omuz olur, sessizce dinler. Türkan, yasını ne kadar anlatmak isterse Ayşe o kadarını bilir, onu hiçbir şeye zorlamaz. Roman boyunca alışılmış gelin-görümce ilişkisi değil de gerçek bir kadın dayanışması görürüz. Bu tablo elbette bize iyi gelir.

Orhan’dan kalan hiç kullanmadıkları sarı bir karavan vardır. Türkan bu karavan ile bir arsa işi için yollara düşer. Bu yolculuk Orhan’la evlendikten sonra hiç araba kullanmayan Türkan için bir devrimdir. Çünkü evlenmeden önce zevk alarak araba kullanmasına rağmen evlendikten sonra Orhan seyahat etmeyi sevmediği için Türkan araba kullanmayı bırakır. Bu basit olay o kadar tanıdıktır ki… Türkan da kocası, araba kullanmasına sıcak bakmıyor diye yıllarca ehliyetleri cüzdanın arka kısmında kalan kadınlardan sadece biridir. Ayşe’nin desteğiyle, yıllar sonra direksiyona geçer ve sarı karavanla yollara düşer. Bu yolculuk basit bir yolculuktan çok daha fazlası olacaktır.

Yolculuk esnasında birkaç gün dinlenmek için bir kamp alanında konaklarken Ulaş ile tanışır. Yasını omuzlarında, gözlerinde taşıyan bu kadın, her birimizin zaman zaman yaptığı gibi hiç tanımadığı birine içini açıverir. Bu iç açmalar çok tanıdıktır. Bazen kendimize bile itiraf edemediğimiz birçok duyguyu henüz tanıştığımız birine çok rahat anlatabiliriz. O rahatlık nedenini, niçinini düşünmeden içimizi açma motivasyonuyla paylaşılır. Sebepleri önemli değildir. Biz anlattıkça eteğimizdeki taşlar dökülür, tohumlarımız yeşerir. Ulaş ve Türkan’ın arkadaşlığı işte böyle bir yerde filizlenir. Türkan, Ulaş ile dağlara tırmanır, denize girer, yüzmeyi öğrenmek için çabalar, yasını paylaşır. Yeniden kendini, kadınlık duygusunu hatırlar. İltifat aldıkça utanmayı hatırlar. Utanmanın bu türlüsü her an başımıza gelen bir duygu değildir. Bildiğimiz, tanıdığımız ve kızarmamıza neden olan o utanmayı âşık olunca yaşarız. Saçlarımızdan, gözlerimizden, gülüşümüzden utanırız. Türkan da Ulaş ile sohbet ettikçe bunu yaşar. Ondan aldığı her iltifat yeniden utandırır, kalbini hisseder.

Türkan, yola koyulmadan evvel yanına aldığı, Orhan’dan kalan kitabı Ulaş’a hediye eder. Arkadaşlıklarından bir anı kalması adına. Bu kitabın içerisinden Rüya’nın Orhan’a yazdığı mektup vardır.

Bir yaz sıcağında, köy meydanında yıllarca en değerli duygularını beslediği Orhan’ın, Rüya’yla iletişimini sürdürdüğünü bilmesi elbette Türkan’ı yaralar. Evliliklerinde bir gölge gibi hissettiği bu kadın gölgeden fazlasıdır. Rüya, el yazısıyla Türkan’ın evinde misafir olmuştur. Türkan, evliliği boyunca Orhan tarafından Rüya kadar sevilmediğini iyi bilir. Dışarıdan “sıradan” bir evlilik gibi görünse de yıllar yılı aynı evde yapayalnız sürdürdüğü evliliğine, sevdiği adamla aynı evi paylaşma pahasına razı olmuştur. Fakat bu mektubun varlığı o razı geliş durumunu aşar. Demek ki evlilikleri sürecinde Orhan ve Rüya birbirleriyle iletişim kurmaya devam etmişlerdir. Türkan bu durumu öğrenince hayal kırıklığı yaşar.

Fakat kadınların iyi bildiği bir şey vardır: Kırıldığı yerlerden çiçek açmak! Yüzyıllardır reçetesi olmayan fakat her neslin kendinden önceki nesilden kolektif biçimde aldığı formüller bütünüdür bu reçete. Elbette Türkan da o reçeteyi uygular. İner, çıkar, batar ama dener. Her kadın gibi yaşatmayı bilir. Bu defa yaşatma sırası kendindedir.

Orhan’la kurduğu ama bir türlü kendini ait hissedemediği evini boşaltır. Karavanı satar. Hayatında hiç gitmediği İstanbul’un yolunu tutar. İstanbul; kendini arayanların durağıdır, bu defa Türkan’a ev sahipliği yapar.

Ulaş’ın dostu, marangozluk yapan Ali abisi Türkan’ı karşılar. Ona sımsıcak bir çay biraz bisküvi ve yol yorgunluğunu atacak temiz serilmiş çarşaflı bir yatak verir. Misafir olunan ilk gece uykularını iyi biliriz. Atılması gereken salt yol yorgunluğu değildir. O çekilen uyku, biraz da ardımızda bıraktığımız hayatın, hayal kırıklıklarının tozunu üzerimizden atmaktır. Türkan’ın İstanbul’daki ilk gece uykusu tam da budur. Ondan sonraki sabah gerçekten de yeni hayatının ilk günü olur. Türkan’a İstanbul’da, Ali’nin dostluğu da iyi gelir.

İstanbul’da denize çıkan yokuşların birinde 1+1 ev tutarlar. Ellili yaşlarının başında küçük kentinden kalkıp geldiği taşı toprağı altın denilen o görkemli şehirde kendini aramaya başlar. Tarihi Yarımada’da yürüdükçe yasını sağaltır, Ali’nin dükkânında çıraklık ettikçe gözyaşlarını kurutur. Tohumlarını yeniden toprağa gömer. Kendi sesini dinlemeyi öğrenir.

Ulaş da, çıktığı yolculuktan Zuhal ile evlenerek döner. Bir bebekleri olur, Mavi. Zuhal Ankara insanıdır. İstanbul’un iklimine ayak uyduramaz. Bildiği yere, bozkıra geri döner.

Türkan, Mavi’yle beraber büyür. Yeniden sever yaşamı. Bir bebekle öğlen uyuduğu uykuların tadını, balkonda seyredilen kuşların zevkini, karşılıksız sevginin ne kadar da kolay olduğunu öğrenir. Sımsıcak bir temmuz günü, Türkan’ın doğum gününü kutlamak üzere Ali, Ulaş, Mavi, Türkan, pikniğe giderler. Bir Yeşilçam sahnesini andıran bu ana Ayşe’nin çiçekleri eşlik eder. Türkan seçilmiş ailesiyle yeniden nefes aldığını, sonsuz sevilmenin ne büyük sermaye olduğunu iliklerine kadar hisseder.

“Bu insanlar bana verilmemişti, ben onlara doğmamıştım. Onları yeryüzünde arayıp bulmam gerekmişti. Kabilemi bulmuştum. Öyle hissediyordum. Aile sanıldığı kadar tesadüfi bir şey değildi, kuradan çıkmıyordu, onu bulmam veyahut oturtup kendi ellerinle yapman gerekiyordu.” (Kesmez, 2025)

Türkan yaşadığını hissettiği anda yanı başında onu bekleyen Ali’yi fark eder. Ali’nin ona, kendisinin de Ali’ye olan aşkını. Bunu yıllarca fark edememiştir. Çünkü Orhan’ın yası, Mavi’yi büyütürken kendi çocukluğunu büyütüşü, bir kadın olarak yaşama geç kalmışlık duygularıyla mücadele etmek zorundadır.

Temmuz ayının o gün batımında, güneşin kendisi için doğduğunu, kuşların kendisi için şarkılar söylediğini fark eden Türkan, hayatın kenarında dolaşmaktan vazgeçip merkeze yönelir. Ruhunu yeni yollara açar, açtığı her yol çiçeklere dönüşür. Hislerin bize miras kaldığı her bir yolculuğumuzun eşlikçisi bu roman bize bir nefes arası olur. Bu nefes arasında şunu düşünmeden edemeyiz; gerçekten de yaşamak kadim bir ayrıcalık ve sandığımız kadar zor değil.

Romanı bitirirken şu sözler döndü kafamda:

“Bir sıcak söz, bir demlik çay, işte sevmek bu kadar kolay.” [1]

Yazarın, kendini arayan tüm kadınlara hediye ettiği bu romanı okuduktan sonra lütfen bir bardak çayı Türkan adına için. Zira gündelik akışın içerisinde hep geç kalmışlık duygularıyla boğuşurken Türkan’ı tanımak bana çok iyi geldi, onun için kalkıp bir bardak çay koydum.

Kesmez, M. (2025). Çiçeklenmeler. İstanbul: İletişim.


[1] Ezginin Günlüğü, İlk Aşk albümü, “Sevmek Kolay”.