Enis Batur’un “Elgin Taşlar: doksanüç loş hikâye”si Üzerine

Enıs Batur,

Abdullah Ezik

“Vaktim olsaydı, daha kısa yazardım,” doğru.

Vaktim kalmamış olabilir, doğru.

Bu hikâyeleri uzaktaki bir kuyudan çektim.

Taşların menşei sahiden şüpheliydi.

Derine indikçe azalıyordu ışık, loş doğru.

Enis Batur

Enis Batur’un küçürek öyküye yaklaşan, her bir metninde farklı bir referans ve öz üzerinden hareket ettiği Elgin Taşlar: doksanüç loş hikâye’si, atmosferin sürekli değişse de hep bir arayışın/yolculuğun söz konusu olduğu bir kitap.

Meselesini başlığı ile beraber ortaya koyan, işaret ettiği noktalara sıkı sıkıya bağlanan kitap, öncelikle “elginliği” ile dikkat çeker. “Garip, doğduğu yerlerden ayrı düşmüş olan, gurbette yaşayan, yabancı” anlamlarına gelen “elgin” kelimesi, bir çoklu anlam kümesi olarak değerlendirilebilir. Batur’un kitap için düşündüğü ana hatta da bu başlıkların/meselelerin dikkat çektiği ifade edilebilir.

Gariplik, kitapta yer alan her bir metnin vurguladığı, dışa yansıttığı, altını çizdiği ilk mesele olarak değerlendirilebilir. Bu küçürek öykülerin her biri bi’ gariptir, çünkü başı sonu yoktur. Her bir metin, bir olaya, hikâyeye, duruma tam orta yerinden dalar ve hiçbir şeyin üzerinde durmadan, her şeye bi’ göz atıp geçer. Bu da metinlerin nasıl bir düşünce ile kaleme alındığını ortaya koyar. Nihayetinde bu garip metinler/taşlar, yerinden kıpırdatması/oynatması zor bir yolu döşemek üzere hazırlanmıştır.

Enis Batur’un Elgin Taşlar’ı, uzun bir yola sağlam/güçlü taşlar döşemek için kaleme alınmış metinlerden oluşur. Burada başta garip görünse de bir süre sonra anlaşılacağı üzere her bir taş nihayetinde ortaya bir bütün çıkarır. Anlatıcı, sürekli gözü dışarıda bir tavırla hareket eder ve başka taşlara, başka hadiselere, başka anekdotlara dalıp gider. Onun için bir odaksızlık, bir akışkanlık, bir arayış söz konusudur. Öyle ki kitap boyunca anlatıcının üzerinde yürüdüğü yol bu taşlarla döşenir. Bu garip taşlar okurla beraber anlatıcıya da yeni kapılar aralar, yeni monologların önünü açar.

Gurbette olmak ve yabancılık, hem anlamsal olarak birbirine çok yakın iki insani hâli/hattı işaret eder hem de bu durum karşısında insanın aldığı konumu yeniden ön plana çıkarır. Anlatıcının birçok farklı burçta dolaşmakla beraber nihayetinde yine aynı noktaya, kendi yabancılığına/gurbetine dönmesi de biraz bundandır. Nihayetinde söz konusu doksan üç hikâye, bu ruh hâli ve anlatıcının tavrı ile bütünlenir/bütünleşir ve ortaya bir toplam çıkarır.

Loşluk, hikâyelerin üzerine kurulu olduğu ve merkezinde yer alan temlerle örtüşen bir diğer başat unsur olarak değerlendirilebilir. Anlatıcı, hiçbir zaman belirgin bir hattı takip etmez, hemen her zaman belirsiz bir alana işaret eder ve yer yer kendi de oraya sığınır. Anlatılanlar bir bellekten dışa vuran/sarkan parçalardır ve hiçbir zaman spot ışıkları altında belirmez. Belirsiz zamanın koynunda, loş bir ışığın altında gün yüzüne çıkan, kendisi hiçbir zaman görünmese de gölgesi daima takip edilebilen bir yapıdır burada söz konusu olan. Her bir sayfaya öylecene yerleşen metinler/öyküler(hikâyeler), başlıksız, paragrafsız, uçsuz bucaksızdır. Her şey birkaç cümlede olup biter, dile getirilip sönümlenir. Böylelikle söz konusu doksan üç hikâye birbirinin peşi sıra akar gider.

Elgin Taşlar, bir rüyadan uyanma hâli ile, belli belirsiz bir aydılıkla başlar. Anlatıcı gözlerini açar ve işittiği seslere kulak kabartır. Daha bu ilk cümleler, kitabın nasıl bir hat üzerine inşa edildiğini göstermekle beraber anlatıcının bilincini de dışa vurur:

“Uykumda tanıma gelmez sesler duydum ve uyandım, zorladım karşılıklarını bulmak için, düğüm üstüne düğüm, açıklanamayan bölgelerle dolu Evren, burada kıvranıyoruz. Başka mercekler yapmaya çalışıyorlar, yetmez, bize asıl gereken bambaşka gözbebekleri. Lukyanos’un gemisiyle aya gidilmeli, yardım istemeli, belki organ nakli. Sonra daha huzurlu uykular bekleyebilirim. Sessizliklerden oysa korkarım.”

Hemen ardından bir hatırlama/anımsama hâli ile metinler devam eder ve böylelikle kitabın gövdesi anlatıcı tarafından ilmek ilmek birbirine bağlanır: “Ben o yıllarda uzaktaydım, Thomas de Quincey ile geceleri güney Londra’nın salaş pub’larında buluşur, litrelerce bira eşliğinde, Yahuda İşkariyot hakkında sonu gelmez konuşmalara dalardık. Sonra döndüm, Nakkaştepe’de, mezarlığın ucundaki iki katlı eve yerleştim. Bahçemi ektim, güvercin besledim, deniz kıyısına her inişimde içimde kabaran boğulma isteğini bastıramayınca bir daha kıyılara gitmedim. Thomas’ın mektupları üst çekmecede.” Mektuplar, notlar, anekdotlar, günlükler, anılar, kâğıt parçaları yavaş yavaş dile gelir ve doksan üç hikâye boyunca bunlar kendilerine birer karşılık bularak kitabın taşlarını döşer.

Enis Batur, Elgin Taşlar: doksanüç loş hikâye başlıklı yeni kitabında küçürek öykünün peşinden gider ve her bir metinde başka bir imge dünyası ile hareket eder. Bellek, belirsizlik, loşluk, yabancılık ve gurbet, kitabın ana hattını inşa ederken anlatıcı yola döşediği her bir taşla okura yeni dünyaların kapısını aralar.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*