Yazan: Nezihe Muhiddin
Gençliğinden beri müthiş dalgındı. O kadar ki… İstanbul’da doğup büyüdüğü ve önünden binlerce defa geçtiği bazan meşhur mağazaları unutur, önüne gelene “Lütfen bana falanca mağazayı gösterir misiniz?” diye sorduğu olurdu.
Bir gün vitrinin önünde durup içindeki eşyayı seyrederken bir geçene: “Lütfen bana Karlman mağazasını gösterir misiniz? Daha mı aşağıdadır?” diye sorduğu zaman, bir alaya maruz kaldığını zanneden abus ve ters tıynetli muhatabı çenesini çarpıtıp gözlerini fıldır fıldır oynatarak, “Şimdi sana Karlman gibi bir sopa atarım ki!” demek isteyen ustura gibi bir bakışla doğradığını görünce yaradana sığınarak kendini vitrinine baktığı mağazanın tam içinde bulunduğunu anlayarak ters herifin hiddetine hak vermişti.
Bir akşam mühim bir baloda bulunduğu sırada bir aralık arkadaşları dansa kalkarak onu masada yalnız bırakmışlardı. Şeşi beş görecek kadar atıştırdığı için dalgın ruhu tamamıyla “fayrap” bir haldeydi. Karşıdan mükellef bir smokin giyinmiş inadına kişmiri bir zatın geldiğini görerek edebiyata meraklı olduğundan “Hah bizim toplu iğne geliyor!” diye yarenlik ettiğini tasarlamış ve adamcağız tam masanın önüne gelince “Ahlen ve sahlen azizim,” diye elini uzatmıştı.
Muhatabı büyük bir hayretle “Ahlen ve sahlen Bek Afandi,” cevabını vererek küçük parmağında şahane bir zümrüt yüzük ışıldayan eliyle onun eline hafifçe temas etmişti.
Bu koyu garp şivesini işitince “toplu iğne” müstearlı tanınmış muharririn halk içinde garp taklidi yapacak bir laubaliliğe düşmeyeceği derhal kafasına dank eden “Dalgın” yaptığı gafın mahcubiyeti içinde buram buram terlerken, teklifsizce muhatap olmaktan doğan garip bir duygu ile kendini derhal toplayamayan zat da mütereddit bir sesle: “Bu leyli garra cidden fevkalade velakin izdiham ve harareti azime var!..” sözlerini mırıldanarak masadan uzaklaşmıştı.
Yakın masalardan fıkırdayan gizli kahkahaları işiten zavallı Dalgın bir bir üstüne iki kadeh şampanya yuvarlayıp kafayı iyice tütsüleyerek hararetini bastırmış ve o gece baloda tesadüf edince biri sağa öbürü sola tornistan yaparak bir daha buraya gelmekten kurtulmaya çalışmışlardı.
O gece Dalgın, şampanya üstüne şampanya yuvarlayarak mütemadiyen başını sallamıştı: “İnsanlar çift yaratılırlarmış yahu! Sanki yarım elma…”
Hayatında mütemadiyen gaf yapmaktan usanan zavallı dalgın artık kimselere selam vermemeye yemin etmişti. Fakat bu hâl de garip hadiselere sebep oluyordu: Mesela karşılaştığı tanıdık bir simaya uzaktan gülümseye gülümseye yaklaşırken birdenbire yemini hatırına gelerek nerelere saklanacağını kestiremez bir vaziyetle gözlerini ulu orta başka tarafa mıhladığını gören tanıdık adam da bu hakaret karşısında taş kesilmiş bir bakışla ona baktıktan sonra ağzının içinde herhalde hayırlı olmayan sözler mırıldana mırıldana geçip gidiyordu.
Neden sonra dalgın birdenbire sıçrayarak:
“Bizim Mehmed’di yahu!.. Amma da sersemlemişim ha!” diye başcağızını muştalıyordu.
Aradan seneler geçtikten sonra bizim Dalgın talihin lütfuna uğrayarak birdenbire parlamış, mühim ve nüfuzlu bir mevkiye geçip kurulmuştu. Bir dediğinin iki olmadığını görenler bilhassa tavsiye muhtaçları ona yaklaşmak için can atıyorlardı.
Gelgelelim Dalgın yeminine ihanet etmekten son derece bir itina ile sakınıyordu.
Bir güzel gündü, Dalgın, mutadın haricinde otomobilsiz olarak Beyoğlu caddesinde ağır ağır haraman oluyordu. Bütün manasıyla keyfi üstündeydi. Hızla karşıdan gelen tramvaya gülümseyerek dalmıştı. Araba tam önüne gelince iradesiz bir hareketle elini şapkasına götürerek sahanlıkta kendisine dikkatle bakan bir genci selamladı. Bu hareketinin arkasından selam verdiği genç bu selama canını feda edercesine yıldırım gibi uçan tramvaydan atlayarak pardösüsünün eteklerini havalandıra havalandıra arkasından koştuğunu görünce, canını kurtarmak istiyormuş gibi hemen dar bir sokağa sapıverdi. Hızlı hızlı birkaç adım attıktan sonra dönüp arkasına baktı: Gelen giden yoktu!
-Oh, dedi, hele şükür kurtuldum! Bunu da nereden çağırdım yahu? Herif beni çiğ çiğ yiyecek gibi arkamdan kovalıyordu! Eski huyum tepti galiba…

Adımlarını yavaşlatarak gülümseye gülümseye yoluna devam ederken bir de karşı taraftan aynı hürmetkar telaşla deminki gencin uçarak yolunu kestiğini görünce bir put gibi sokağın ortasına mıhlanıverdi.
Genç adam reveransla yaklaştı ve şapkasını dar sokağın çamurlarına sürterek selam verdi:
“Ah efendimiz bendenize bu ne devlet! Bu ne inayet!.. Çoktan beri arz-ı ubudiyete can attığım halde bir türlü cesaret edemiyordum. Halbuki efendimiz kolunu iltifatlarıyla ihya buyurmak tenezzülünde bulundular.”
“Lakin ben… şey… sizi?” tanımıyorum diyecekti. Fakat deli gibi önüne gelene selam verdiğini nasıl itiraf edebilirdi?
Genç adam fırsatı kaçırmak istemiyordu: “Kerem buyurunuz efendim. Naçiz bendenizi hatırlamak gibi bir mucize izhar buyurunuz… Adeta keramet gibi imdadıma yetiştiniz. Çoktan beri açıktayım. Şirketten altı ay evvel yol verdiler… Hâlbuki çalışkan ve namuslu bir kulunuzum. Lütfen müdür beye yazacağınız iki kelime bendenizi ihya etmeğe, hiç şüphesiz teryit maaşla tekrar istihdamıma vesile-i hüsniye olacaktır. Çoluk çocuğa da karışmış bulunuyorum.”
Dalgın, keyfini daha ziyade kaçırmamak ve beladan kurtulmak için yaptığı gafın cezasını çekmeye katlanarak bir kartvizitin üstüne birkaç kelime yazarak gencin eline tutuşturdu.
Sonra bir gazinoya girdi. Bira kadehinin önünde keskin hafızası canlanıverdi:
“On sene evvel bizim şirketin alık kâtibi ha!.. Nereden tanıyacağım!..” diye duble birayı bir hamlede dikti.
***
On sene evvel yanında küçük bir memurken birdenbire parlayarak ve bir dediği iki olmayan nüfuzlu ve mühim zatın tavsiye kartını parmaklarının arasında evirip çeviren müdür zoraki bir tebessümle eski alık kâtibe on lira zamla yerleştiğini müjdeledikten sonra içinden mırıldanarak başını salladı:
“Şu budalanın bulup bulup da tavsiye ettiği serseme bak hele!.. Yarım elma hikayesi…”


İlk yorum yapan olun