Esra Kahya: “Bayılıyorum! İmgelere, çağrışımlara, metaforlara. Kelimelerle saklambaç oynamaya, ayan beyan serilmeye, bağırmaya-susmaya.”

Aynur Kulak

Çağdaş edebiyatımızdaki yolculuğuna iki öykü kitabı sonrası ilk romanı Tepsideki Melek ile devam eden Esra Kahya; “Kurguyla yazan bir yazar değilim. Önümü görmemeyi seviyorum ben. İlk cümle geldikten sonra, gerisini yazarken öğreniyor/yaşıyor/şaşırıyorum.” diyor. Melekli bir tepsinin ev halkından biri olduğu bir aile, ilişkiler ve çocuk olmanın gerçekte ve hayal dünyasında nelere tekabül ettiğini anlatan Esra Kahya; “Tepsideki Melek otobiyografik unsurlar barındırmakta. Bu Güliş’te gördüğümüz “ben”ler kadar, diğer kahramanların pek çoğunun roman kahramanı olmayacak kadar gerçek olmasından da kaynaklanmakta.” özetliyor romanı ve söyleşi boyunca incelikli, katmanlı cevaplarıyla güzel bir söyleşinin altına imza atmamızı sağlıyor. Esra Kahya ile Tepsideki Melek’e dair tüm ayrıntıları kapsamlı şekilde konuştuğumuz söyleşimiz için buyurun lütfen.

Çağdaş edebiyatımızdaki yolculuğunuzda Tepsideki Melek ile önemli bir dönemeç noktasındasınız diye düşündüm roman biter bitmez. “Kambur” ve “Benim Rüyalarım Hep Çıkar” öykü kitabınız sonrası sanki edebiyat içerisindeki yolculuğunuzu daha belirli kılmış gibisiniz. Bu üç kitaplık periyot sizce nasıl bir yolculuğa tabii olarak gelişti, büyüdü ve değişti?

Tepsideki Melek’te ve diğer kitaplarımda, kendime kulak vermekten çok kelimelere kulak verdim aslında. Öyle ki, her şey oluşurken, harfler ağlarını örer/cümleler kımıldanırken ben yolun sonuna varma arzusundan ziyade yolda olmanın hazzıyla yazdım, yazdım. Hal bu iken, yolculuğun mest haliyle seyrettiğini söyleyebilirim. “Nasıl bir yolculuğa tabii olarak gelişti, büyüdü, değişti?” diye sormuşsunuz. Kambur’dan sonra, geçen dört senede bir öykü ve şimdi bir de romanla görücüye/duyucuya/halden biliciye çıktım. Bu yolculukta şiddetle istediğim tek şey, yazmaktı. Her metnin ardından bir yenisini, sonra diğerini. Yazmanın şifasından mıdır nedir, yazdıkça hafiflediğimi, kendi kendime pek iyi geldiğimi fark ettim. Bana iyi gelen şeyin kelimeler olduğunu keşfettiğimde çocuk zamanlardaydım. Onlar -kelimeler- iyi bir dost, sırdaş, oyun arkadaşıydı. Ve benim onlara ihtiyacım vardı. Demem o ki yolun başı evveldedir. Tepsideki Melek en baştan, çocuk ben’den bugüne gelenlerdir. Yolculuğum kendiliğindendir. Geliştiyse, büyüdüyse ne mutlu bana, bize. Kelimelerime ve bana… Ne mutlu.

İmgelerle, çağrışımlarla kurduğunuz ilişkiyi, imge dünyanızı konuşmak istiyorum. Şu durumlardan çok etkilenirim, günlük hayatta şunlar ilgimi çekerden ziyade bu konuyu zaman (Özellikle “geçmiş”) ve nesneler (miras kalan, mirası olan) bağlamında konuşmak istiyorum. Romanlarınıza ve öykülerinize bakınca imge bağlantılarınızda bu iki durumdan güç alıyorsunuz sanki, ne dersiniz?

Bayılıyorum! İmgelere, çağrışımlara, metaforlara. Kelimelerle saklambaç oynamaya, ayan beyan serilmeye, bağırmaya-susmaya. Geçmiş ve nesneler, evet. Benim için çok kıymetli. Sadece yazınsal bir malzeme değiller kesinlikle. Onları bencilce arzularım için kullanmıyorum. Yaşamsal bir ihtiyaç, diyebilirim. Neden olmasın! Yaşamsal çünkü şimdiki zamanın ben’i, geçmişte mayalandı, şimdi kabardı/ kıvam buldu. Hatta hâlâ devam eden bir süreç bu, ondandır ki geçip giden her dakikayı seviyorum. Birdenbire yok oluşuna çok üzülüyorum. Hızla geçip giden “şimdi”den saklayabileceğim tek şey; onu yazmak. Bakın yine geldim kelimelere. Ve nesneler! Yaşamın sessiz, sinsi, muzır tanıkları. Onların bir ruhu olduğuna hep inanmışımdır. Bazılarından delice korkar, bazılarına acziyetle muhtaç olurdum. Onlarla konuşabilirdim, beni duyabilirlerdi. Geçmişe-nesneye sadakatim su götürmez. İmgelerim ve onlar arasında bağ kuracak olursam, o da zihnimin bir armağanı olsa gerek. Görünmenin vaktini bekleyen imgeler/ çağrışımlar/ söz zenginlikleri; metnin atmosferine uygun olacak şekilde çıkıyor ortaya. İmge bağlantıları için onlardan güç alıyorum yahut tam tersi, onlardan güç aldığım için imge bağlantıları kuruyorum. Net bir cevap veremem inanın. Lakin, yazarken aldığım haz enfes. Bunu bana yaptıran kudret her neyse onu çok seviyorum. İşte bu, her şeye değer.

Tepsideki Melek, yıllarca içinizde taşıdığınız bir hikâye gibi. Hatta şunu söylersem çok mu ileri giderim diye düşünüyorum aslında J Sanki “Kambur” ve “Benim Rüyalarım Hep Çıkar”ı –bilinçli veya bilinçsiz- Tepsideki Melek’i yazmak, olgunlaştırmak, kilometre taşları oluşturmak için yazmış olabilir misiniz?

Tepsideki Melek, benim sevgili Melekceğizim… Keşke size “Evet haklısınız, onu yıllarca içimde taşıdım,” diyebilseydim net bir şekilde fakat, heyhat! Bir gün yazılır, roman olur şuuruyla değil ama içimde bir yerlerde birikenlermiş meğer. Tepsideki Melek, tıpkı diğerleri gibi ilk cümlenin ardından geldi. Anlatacaklarım bittiğinde, roman olmuştu. Bu kısmı açıyorum hemen. Kurguyla yazan bir yazar değilim. Önümü görmemeyi seviyorum ben. İlk cümle geldikten sonra, gerisini yazarken öğreniyor/yaşıyor/şaşırıyorum. Eksik olmayın, olgunluk dönemi demişsiniz. Mahcubiyetle teşekkürler. Olmaya ve olgunlaşmaya yol var daha. Lakin yol güzel, yolcu heyecanlı. Ondandır ki heyecan bâki. Sorunun bu kısmına net bir şekilde “üzerine düşünülmüş” demem zor.

Fakat “üzerinde yaşanmış” diyebilirim açık yüreklilikle. Çünkü Tepsideki Melek otobiyografik unsurlar barındırmakta. Bu Güliş’te gördüğümüz “ben”ler kadar, diğer kahramanların pek çoğunun roman kahramanı olmayacak kadar gerçek olmasından da kaynaklanmakta. Tepsideki Melek kesinlikle bir dönem romanı değil. Dönem sadece arka planda Aydıncığıma neler olduğunun bir sebebi olarak var. Farkındaysanız, kamera o kısmı hep flu çekti. Olması gerektiği kadar. “Geçmişten bana kalan” kadar da diyebiliriz ki, otobiyografik kelimesiyle ilişkilensin. “Üzerinde yaşanmış”tan kastım buydu. Benim kitap kişilerim aslında hayatıma bir şekilde dahil olan, gördüğüm/görmezden geldiğim/ gör-ün-mek istediğim… kişilerdi. Yani benden, içimden, yaşadığımdan bana kalanlar onlar. Yazarken düşünmeye hacet bırakmayacak kadar sinmişler içime. Yapmam gereken tek şey, akışa bırakmak oldu. Kelimeleri.

Ve finale geldiğimde, hesaplaşmaya tanık olduğumda, inanın “Oh be,” dedim, “dünya varmış!”

Sizi hikâyenin başına oturtan, bu hikâyeyi size yazdıran sebepler nelerdi? Aile, nostalji, geçmiş, ölüm, yas, çocukluk ve geçmişe ait nesnelerin çağrışımları, bir tür hesaplaşma, iç dökme oturup yazmanıza sebebiyet vermiş olabilir mi?

Kervan yolda düzülüyor bende. Ama ilerledikçe, kişilerim/onların dünyaları metnime dahil oldukça onların nereye varmak istediklerini tahmin edebiliyorum. Vesilem ilk cümlemdir.

“Annem yıllarca bir fotoğrafa bakıp ağladı.” Ve her şey bundan sonra oldu. Geçmişten şimdiye benimle gelen eşyalar, kokular, kişiler, korkular, sesler, aşklar, ölenler-ölemeyenler… her şey bir cümlenin peşi sıra dökülüverdi. Engel olmadım. Görünesileri gelmişti.

Böyledir zaten. Evvela birikir, sonra taşar. İşte bu dolup da taşmaya her şey bahanedir aslında. Sebep olmaktan çok sonuçtur. Dolmanın sonucu, taşma hali.

Nesne olarak “tepsinin” varlığının hikâyeyi yazdırma sebepleri ve “melek” figürünün hayalde, hafızada nasıl yer ettiği meselesi romanın her aşaması için çok önemli unsurlar. Biri nesne, biri imge, bu ikili yazılma sebebi olarak nasıl bir araya geldiler? Sanki hikâyede geçen melek figürlü tepsi sizde var, anneanneden kızına, kızından da kızına geçmiş gibi.

Somut bir nesne haliyle melekli tepsimiz hiç olmadı. Lakin romanda bahsi geçtiği şekliyle mutfakta musluğun üzerinde duran bir tepsimiz hep vardı. Meşrubatlar sunmaktan başka görevleri olan, hububatlar arasına gizlenmiş taşı, çeri çöpü ayıklamaya yarayan, taşıyan, getiren-götüren, dolan- boşalan bir tepsi. Evet, dediğiniz gibi bu romanda bir aktarıcı olarak kuvvetli bir rol oynadı melekli tepsi. Taa Isfahan’da hünerli bir babanın kızının çeyizi için yaptığı bir tepsi, romanın kadınları arasında kaderi, kederi, aşkı, hüznü, masalı, sesi, kokuyu… ne varsa taşıdı. Kanatlarının altındaki kara taşlardan kurtulmaları gerektiğini fısıldadı onlara. Bütün kadın kahramanların elinde onların aşklarıyla tutuştu, bir musluk üzerine tutuşturuldu. Sıradan bir nesne değildi, olduğu yerden gözetledi olanı biteni. Ve en son Güliş sayesinde duyulur-görülür oldu. Yok mudur böyle nesneler gerçek hayatta? Vardır elbet. Büyük ninemizden kalan bir yüzük, bir yelek, bir kahve fincanı, bir yastık kenarı… Bizi onlara yakınlaştıran, hatıraya hürmete çağıran yahut “Bunlar da yaşandı!” diye avazı çıktığı kadar bağıran şeyler vardır. Olmalıdır da. Çünkü hayat bizden önce de vardı. Çünkü insan ölse de eşyaları kalırdı. Hürmetim sonsuz. Eşyaya da sahiplerine de. Bazen, bazı şeylerin, bazı zamanların yaşandığına emin olmak için bir delil istiyor insan. Aklının onu kandırmadığına inanmak için somut bir “şey.” İşte o şey, o zamanlardan kalanlar, yani salt nesnelikten sıyrılıp ruha bürünenler. Melekli tepsi de ruha büründü. Anneler, iki kere anneler, üç hatta dört kere anneler arasında ne varsa taşıdı.

Ama en çok “kanatların altındaki kara taşlar”ı göstermek istedi. Onlardan -kanatları aşağı çeken şeylerden- kurtulmanın mümkün olduğunu, kara bir taş kanadının altına kondu diye meleğin melekliğinden bir şey kaybetmediğini göstermek istedi.

Güliş, Tepsideki Melek’in çocuk karakteri, fakat çocukluğunu bize anlatan yetişkin bir karakter aslında. Bol anneanneli bir evde büyüyen (sanki birkaç anneanne varmış gibi hissettim) annesini çok seven bu kız çocuğu için ebeveynleri tarafından görülmek ve sevilmek çok önemli, her çocuk gibi aslında. Fakat bir yas duvarına çarpıyor sürekli ve sürekli. Güliş’in kendisine ait olmayan, başkaları tarafından örülmüş duvarlarından bahsedebilir miyiz?

Güliş, canım Güliş… Yazarken en keyif aldığım karakterlerden biri. Altını çizdiğiniz cümle çok doğru. Görünmek istiyor, evet. Her çocuk gibi. Aslında her insan gibi görünmek istiyor. Çünkü yaşadığını, değer gördüğünü, bir birey olduğunu duymaya ihtiyacı var. Bir gize ortak olmanın sancısıyla büyümek bir çocuk için ağır bir yük. Çocuk olduğu için dolduramadığı birçok boşluk, saklaması gereken bir gizin ağırlığı ve diğer yanda normal seyrinde akıp giden bir yaşam. Ruhunu kemiren şeyler onu yaşamın lezzetinden de alıkoyuyor. Esasında çok muzip, hayal gücü umman, empati yeteneği gelişkin bir kız lakin kanadının altında kara taşlar… Bu çelişki yüzünden o duvara sürekli tosluyor. Azıcık gülüverecek olsa “gülme ağlarsın”a tosluyor mesela. Bir sevmenin peşinden ikinci gelecek mi diye karşısındakilerin ruh halini gözetliyor mesela. Bir masal daha duymak için büyümemiş olmayı yeğliyor mesela… Duvarları koyan o değil ki, yıkabilen o olsun. Canım Güliş, ne de güzel anlatıyor oysa, yaşarken hiç de güzel olmadığını. Sürekli bir iç hesaplaşma halinde olmak insanı yorar. Hele ki bir çocuğu. Aman Allah! Bir de bu çocuk zekiyse, iyi bir gözlemciyse, hayal gücü şeytana pabucunu ters giydirecek denli zenginse ve üstüne bir de aşıksa. Of! İşte bu yüzden Güliş bana kendini yazdırırken çok keyif aldım. Onu tanımak çok güzeldi. Roman boyunca finalde Güliş’e ne olacağının merakıyla yazdım. Günlüğün ardından nesnel zamana geldiğimde, Güliş’in hesaplaşmasına tanık olduğumda muazzam bir rahatlama hissettim. Günlüğünü gömmemiş olmasına üzüldüm diyemem. Kelimeleri hep onunla olacak. Ne şanslı…

Ki aslında duvar dedim ama ebeveyn ve çocukları hikâyelerinde çok az rastladığımız şekilde Güliş’in anne ve babası birbirlerini çok seviyorlar. Güliş’in istediği, arzuladığı sevgiyi bir tür dışarıda bırakılmışlık duygusuyla tam olarak alamamasın sebebiyet veren bir sevgi bu. Romanın odağındaki sevgi meselesini tam da bu noktadan konuşabilir miyiz?

Güliş şanslı bir çocuk aslında. Birbirlerini deli gibi seven anne ve babası var. Onun tek sorunu annenin gizine tanık olmanın yakıcı ağırlığı. Aklının kesmediği sorularla baş edemiyor. Bir yandan annenin değişken ruh hali, yakışıklı babaya duyduğu hayranlık. O kadar hayran ki Aydın’a, babası onu sevdiği zamanlar mahcubiyet hissediyor. Kitabı çok açmak niyetinde değilim. Okura keşfedeceği alanlar bırakmak istiyorum. Ama Güliş’e haksızlık edemem. Sevildiğinin farkında ama hiçbir şeyden emin değil. Kafasının içinde türlü çelişki, türlü entrika. Onun cephesinden baktığımızda bir çocuk için ağır bir yük. Bir annenin sırrını canlı canlı izlemek. Neler döndüğünü bilmemek, neler olabileceğine kafa yormak. Ve susmak. Sıranın ona gelmesini beklemek. Finaldeki ters köşe tamamen Güliş’in isteğiydi, ben sadece aracı oldum.

Tepsideki Melek nesillerden nesillere geçen anneanneler, kızlar ve kız çocuklarının hikayesi. Şu dikkatimi çekti; özellikle de ilişkiler, evlilikler, eşler ve buralarda ortaya çıkan hikayeler hangi senede yaşanırsa yaşansın, dönem ne olursa olsun birbiriyle benzerlikler gösteriyor. Eşler birbirini çok sevmiş, çocuklar önemli elbet ama bir şekilde dışarda kalmışlar ve bir sonraki neslin genç kızı hep eşine tutunmuş, onunla var olmuş. Enver mesela, Aydın mesela. Babalar yani, var ama yok figürler. Onlar yok olunca kadınlar da yok oluyorlar, yaşamlarına devam ederken üstelik. Bu ilişki biçimi ve çocukların bu ilişki biçiminin arasına girememeleri Tepsideki Melek’in hikayesini farklı kılan en önemli özelliği, ne dersiniz?

Bu roman, sizin de dediğiniz gibi kadınların hikâyesi. Erkekler var ama yok, demişsiniz. Aslında var ama varlar. Sadece olması gerektiği kadarıyla yer buldular romanda. Çünkü ben kadınlarımı ön planda tutmak, kamerayı hep onlara çevirmek istedim. Arka planda güçlü babalar görüyoruz. Hukem, Ali, Enver, Aydın. Hepsinin ortak özelliği güçlü karakteri ve aşkları. Dünyaları aşkla şekillenen bu insanlar, saygıyı yitirmeden/ her şeye rağmen birbirlerinden güç alan karakterler. Çocuklarını da çok seviyorlar, bunun izlerini romanda görmek mümkün. Altını çizmek istediğim, aşktı. Ey aşk! Ah aşk! Tepsideki Melek’i farklı kılan özellik aşkın aslında güzel bir şey olduğuna vurgu yapmasıydı. İki kişilik bir dünya kurmaya sadece aşkın gücü yeterdi. Hesapsız kitapsız aşkların, karşısındakini sorgusuz sualsiz sevenlerin, o ölünce dayanamayıp ölüverenlerin romanı Tepsideki Melek. Tabii bunun dışında pek çok katmana sahip. Durup durup güldüren deli bir ağlama gibi…

Travmaları konuşmak istiyorum sizinle ve hiç kendini göstermeyen taraflarını konuşmak istiyorum. Çünkü tüm bu sevgiye teşne olan ve çeşitli sebeplerden tam olarak yaşanamayan yarım kalan evlilikler, ebeveyn ve çocukları, anne ve kızları, baba ve kızları ilişkilerinin temelinde tam olarak kendini belli etmeyen travmalar var. Daha doğrusu siz bu travmaları çok belirgin hale getirmeksizin, ilişkilerin özüne önem vererek ortaya çok da çıkarmamayı tercih etmişsiniz.

Bunu istemedim çünkü ben toplumsal travmalara sebep olan elim günleri arka planda bir sebep olarak vermekle yetindim. Daha fazlası, romanı “dönem romanı” olarak adlayacaktı. Oysa ben bir dönem romanı yazmadım. Ön planda üç kuşak, “Bir Masal” bölümünde de masalla okur karşısına çıkan iki kuşak kadın daha. Ben sadece, beş kadın arasındaki aktarımlara dikkat çekmek istedim. Görünmek, giz, hesaplaşma. Bunların peşinden gittim. Yol boyu gördüklerim nedenselliği okura sunacak kadarıydı. Detayları elbette yazabilirdim ama o zaman romanın odağı kayacaktı ve bu benim istediğim şey değildi.

Hikâyenin sonundan tabii ki bahsetmeyeceğim fakat Güliş’in yaşayamadığı aşkı, yaşanmamış hayatı ve buna bağlı olarak nevrozlarının hikâyeyi son çeyrekte nasıl bambaşka bir yöne çevirdiğini böyle bir son düşünüyor muydunuz yoksa hikâyeyi yazarken ve sona yaklaşırken mi böyle bir son oluştu diye sormak isterim.

Yukarıda da bahsetmiştim. İlk cümle bana Allah’ın armağanı. O, bağışlandıktan sonrası ise içimde yazılmayı bekleyenlerin yolculuğu. Yok hayır, finalle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Bu fikirsizlik hali, yazarken beni daha özgür kılıyor. “Su akar yolunu bulur”culuk benimki. Su aktıkça bulduğum yolda ilerlerken kitabı okuyan bir okur neler hissediyorsa aynı şeyleri yaşıyorum. Bazen şaşkınlık, bazen keder, bazen hadi ya! Güliş’te de öyle oldu. Son bölüme geldiğinde elinde yaşanmamış/ötelenmiş/ belki değer bulunmamış bir aşk ve eteğinde onu yerin yedi kat altına çeken olaylar/anılar/görüntüler… Güliş o mahalleye dönmeyi kendi istedi. Herkesin hesaplaşması kendine. Güliş de kömürlükte hesaplaştı evvela kendiyle, sonra onu aşağı çekenlerle. Yaşı kırkı geçmişti. Hafiflemişti. Belki de yaşanmamış aşkın tam zamanıydı. Kim bilir!

Romanın içindeki masalı konuşmadan geçmek istemem. Bu masalın görevi sadece masalmış gibi ama hikâyeye, nesiller arası bağlantılar adına özellikle, eşik atlatıyor. Masalı bu yönüyle konuşabilir miyiz?

Isfahan’da bir göz değimi ile başlayan bir aşkın İstanbul’un yedi kamburundan birinde, denize nazır bir evde tomurlanıp çiçekleneceğini yaşayandan başka kimse bilemez. Ben de bilmiyordum, yazana dek. O tatlı masalın asli görevi, iki kere annenin iki evvelini romana dahil etmekti. Atlanan eşikle birlikte, sahne arkasında dönemler değişti, evler değişti, ölenler-doğanlar oldu, doğanlar büyüdü. Aşk yeniden, oldu.

Masal, romanın çeşnilerinden biri. Her anlatıcı sonrası bir çeşni sundum okura. Masalla iki kuşak evveline giderken, “Bir Kâbus” ile Nevra’nın sırrına erdik. “Doktor Raporu” ile Aydın’a neler edilmiş, onu gördük, “Bir Günlük” ile de 17 Nisan 93’ü Güliş’in satırlarından okuduk. Türler arasında ufak yolculuklar, anlatıcı dilinin değişmesi, üslubun türe uygun farklılık göstermesi okur için de tatlı nefeslenmeler olmuştur diye umuyorum.

Tepsideki Melek’te Kambur’a ve Benim Rüyalarım Hep Çıkar’a atıf ya da bu hikayelerden el alma, gönderme yapma gibi durumlar var sanki. Bu durumu sizinle konuşmak istedim, çünkü yazarın hikayelerinin yolculuğunun hangi aşamalardan geçtiği, nasıl eşiklerden atlandığına dair nüveler barındırıyor içerisinde, bu da çok kıymetli oluyor yazarı takip eden okurlar için.

Dikkatiniz için teşekkür ederim öncelikle. İncelikli bir okursunuz ki bu göndermeler dikkatinizi çekmiş. Evet, bunu bilinçli olarak yaptım. Kambur’dan Müsemma Hanım’a, Acibe’ye ve Bahriyeli Faruk Nafiz’e selam verdim. Rüyalarım’dan da Umay Ana’ya. Çünkü oracıkta unutulsunlar istemedim. Kendi nazarımda. Çünkü roman kişisi bile olsalar vefayı hak ettiklerini düşünüyorum. Kelimeler, yazılan her şeyi görünür/ bilinir kılıyor. Kelimeler, roman yahut öykü insanlarının vücudu oluyor. Aksini iddia etmek mümkün olsa da benim için onlar var ve hep var olacak. Ondan sebep, her yeni kitapta bir öncekine-öncekilere selam göndereceğim. “Sizi unutmadım” demenin romancası😊Bir sonraki kitapta Güliş’i göreceğiz belki de. “Ah!” diyecek üç kere annesi gibi… Çünkü neden olmasın! Kurguyla gerçeği keskin bir biçimde ayırmak, kelimelerin hakkına girmektir. Yazmak gerçekle kurgunun karıştığı bir evren. Paralel falan da değil hem. Bizzat evren içinde evren. Bunca mümkünü bize sunan bu ummanda ben de her şeyin yazılıp tüketilmesini kederli buluyorum. Arada bir silkelenmeli, havalandırılmalı, yerleri değiştirilmeli ki anlasınlar nasıl kıymetli olduklarını. Varsın gezsinler romanlar, öyküler, şiirler arasında.

Roman mı öykü mü, böyle bir ayrım yapmanızı istemiyorum elbet, fakat ikisinin de zorluklarını ve keyifli yanlarını düşünürsek sizin için hangisi yazmak istediğiniz hikâyeyi daha iyi ifade etmenizi sağlıyor?

Soruyu okuyunca gülümsedim. Annem geldi aklıma. “Hangimizi daha çok seviyorsun?” sorusunda havaya kalkan eliyle, dikkat çektiği beş parmağıyla. “Hepiniz bir elin parmağı, hangisini diğerinden ayırabilir insan?”

Yazdıklarımın annesi olarak, annemden rol çalarak, ben de diyorum ki “Bir elin parmakları onlar.” Ancak ifade kısmı var bir de sorunun. Oraya hemen bir tırnak açabilirim. Roman! Öykülerimi incitmekten çekinerek diyebilirim ki roman yazarken müthiş özgür hissediyorum. Yerim dar değil, yenim dar değil. İstediğim sokağa dalabiliyor, istediğim insanı görebiliyorum. Betimliyor, geçmişine iniyor, geleceğe zıplayabiliyorum. Evlerin, kokuların, komşuların, gözlerin, dillerin, her şeyin içine girebiliyorum ki boğulma riskim -öyküye göre- yok. Baktım su boyumu aşıyor, hooop toparlan dönüyoruz. Geveze bir ben için kışkırtıcı bir özgürlük. Sanırım bu kışkırtmaya koşarak gideceğim😊

Tepsideki Melek yeni yayınlanmışken çok erken bir soru olabilir ama sonraki kitabınız roman mı olacak yoksa öykü koleksiyonu mu?

Hım… Güzel bir şey olacak. Yeniden doğmak gibi. Kamburumdan kurtulmak gibi. “Son değil” diyerek biten bir romana bir son yazmak gibi. Eski dostlara selam vermek, onları biraz süslemek, konuşturulmayanları konuşturmak gibi… Üstü kapalı oldu biraz lakin anlayanlar olmuştur beni. Bir roman gelecek ancak yeni değil😊ve sonrası “Ya nasip!”

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*