Arzu Gamze Kılınç: “Yaşar Kemal sahnede bizimle birlikte, anlatıyor ve izliyor.”

Aynur Kulak

Cihangir Atölye Sahnesi’nin yeni oyunu Yaşar Kemal’in 1977’de bir çocuk kitabı olarak yayımlanan “Filler Sultanı ve Kırmızı Sakallı Topal Karınca” metninin uyarlaması seyirciyle buluştu. Arzu Gamze Kılınç yönetmenliğinde Filler ve Karıncalar ismiyle uyarlanan oyun için; “Bir çocuk romanı olmasına rağmen.” diyor Arzu Gamze Kılınç; çünkü Yaşar Kemal’in bu az bilinen ve külliyatı içerisinde en az okunan eseri için aslında yetişkinler için yazılmış desek yanlış bir yorumda bulunmuş olmayız. Arzu Gamze Kılınç’ın da yetişkinler adına uyarladığı yeni oyunları Filler ve Karıncalar’a dair tüm ayrıntıları disiplinlerarası bir yaklaşımla konuştuk.

Öncelikle sizinle Cihangir Atölye Sahnesi’nin çıktığı nokta ile -yolculuğunuz 2017’de başlıyor- geldiği noktayı konuşmak istiyorum. Özellikle bu sene CAS önemli tiyatro ödüllerinin sahibi oldu. İsminizin daha görünür olduğu bu dönemde süreç nasıl ilerledi sizin için?

Tiyatro izleyicisi yeni yeni keşfetmeye başladılar CAS’ı. Hedefimiz bir arada üretmek ve mutlu yaşamak. Özde hedefimiz bu olduğunda, üretimlere ve üretimlerin seyirciyle buluşmasına da yansıyor. Haliyle ne kadar eleştirmen de olsa jüri de olsa -insanlar sonuçta seyirci koltuğundalar- tiyatro seyirci ilişkisi samimiyetle kuruluyor, kolektif üretim ve ortak akılla yapılmış oyunlar olduğu zaman. Türkiye’de biliyorsunuz 1940’larla birlikte Batı tiyatrosunun etkisiyle çok fazla kutsandı tiyatro. Evet, tiyatro hepimiz için çok değerli; tiyatro yurdumuz. Fakat tiyatrocu olmak bizi farklı kılan bir şey değil. Herkes işini nasıl yapıyorsa, biz de işimizi yapıyoruz aslında. Daha samimi olmak, seyirciyle hemzemin olmak bizim ilkelerimizin arasında. Zaten web sitemizde temel ilkelerimiz yazıyor ve bu ilkeler 2017’de yazıldı. CAS için yola çıkarken yazdığımız bu ilkeleri halen uyguluyoruz; çünkü Muhammet’le (Uzuner) birlikte en baştan itibarenne yapmak istediğimizi çok iyi biliyorduk. 

CAS’ın kimliğine dair şöyle bir görüntü oluşmaya başladı, ki aldığınız ödüllerde de, (mesela Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nden Genco Erkal Özel Ödülü almanız) bunun karşılığını görüyoruz. Bu bir misyon mu sizin için yoksa zaten tiyatronun özünü oluşturan bir varoluş biçimimi?

Alimin fikri neyse zikri de odur ya, sizin hayata bakışınızdan başlıyor her şey. Tiyatro sanatı kadim ve özünde de muhalif bir sanat. Muhalif dediğimiz zaman ne anlaşılıyor; var olan hükümete muhalefet anlaşılıyor. Hayır, aslında sanatın özündeki muhalefet her tür yanlışa, sağcısına da muhalefet, yeri gelir solcusuna da muhalefet etmek olmalı. Bunu sanatın kapsayıcı yapısında doğru şekilde inşa ettiğinizde ve tanımlayarak anlattığınızda sahneye koyduğunuz her işin niteliğine yansıyan, her tür karşılığını da -ister seyircilerden, ister eleştirmenlerden, ister jürilerden olsun- olumlu şekilde aldığınız işler ortaya koymuş oluyorsunuz. Bu anlamda özellikle politik tiyatro yapalım ya da özellikle edebiyat uyarlamalarına yönelelim diye bir tercihimiz yok. Fakat sistemin tüm parçaları bir araya geldiğinde sosyo-politik her konu sanatla doğru ifadesini bulabildiği için, disiplinlerarasılık meselesini de yadsıyamayacağımızdan politik olandan veya edebiyat metinlerinden ayrı bir üretim biçimi söz konusu değil.

        

CAS’ın edebiyat uyarlamaları seçimlerine gelmek istiyordum ki, siz son cümlenizle konuya giriş yaptınız. Nasıl belirliyorsunuz uyarlayacağınız metinleri?

Bazen yaşamın öyle bir anındasınızdır ki, bir roman okursunuz, aslında on yıl önce de okumuşsunuzdur, on yıl önce size o kadar da etkilememiştir fakat o an sizi çağırır. Yani aslında oyunların, metinlerin, kitapların kendileri bizi biraz çağırıyor. Yıllarca bu işin içinde olan kişiler olarak birçok yazarın birçok metnini öğrenciliğimizden beri biliyoruz. Bir yazarla tanıştığınız zaman onun bir oyununu oynadığınız zaman o artık sizin yakın arkadaşınız gibi oluyor; ölmüş de olsa. Sizin hocanız, yol göstericiniz oluyor. Çünkü onun oyununu oynadığınız zaman onu çok iyi anlamaya çalışıyorsunuz. Mesela Dario Fo benim için öyle bir yazar, Ödenmeyecek, Ödemiyoruz’u buradan hareketle yapmak istedik. Herman Melville’nin Katip Bartleby metnini aynı düşüncelerle uyarladık.

Arzu Gamze Kılınç

Bu metinlerin ortak özelliği toplumsal meseleleri güçlü şekilde ortaya koymaları öyle değil mi?

CAS’ın muhalefeti veya söyleyeceği sözde aslında her zaman toplumsal meseleler var. Batı dünyasında; İngiltere ve Amerika’nın son on-on beş yılda yaptığı oyunlara baktığımızda birey psikolojisi, onların yalnızlaşması, onların dertleri; haliyle de tek kişilik, iki kişilik oyunlar söz konusu. Bu bireyselci yaklaşımlarda bir farkındalık oluşmuyor, bir duygusaldaşlık oluşuyor. Bu bir süre iyi gelebiliyor tabii fakat sonrası var, sorunun kaynağı orada durmaya devam ediyor. Asıl sorunun çözümü nerede diye bakmak lazım, yani o bireyi bu hale getiren temel sorun ne, yanlış nerede başlıyor sorusunu sormak, bu sorunun üzerine gidip düşünmek lazım. CAS’ın bünyesinde perspektifi bu anlamda biraz daha geniş tutmaya, tiyatro seyircisinin farkındalığını bu yönlere çekmeye çalışıyoruz.

Yaşar Kemal’in Filler Sultanı ve Kırmızı Sakallı Topal Karınca metnini tam da bu sebeplerden dolayı seçtiniz, öyle değil mi?

Evet, bir çocuk romanı olmasına rağmen. Dedim ki, bu bir çocuk romanı değil. Okur okumaz düşündüğüm ilk şey buydu. 1977 yılında yazılmasına rağmen bu kadar keskin bir bakış açısıyla tam da günümüz dünyasını anlatıyor oluşu hem de zamansızlık boyutu, her döneme uyarlayabileceğimiz bir metin olması, çok etkiledi beni.    

Yazarın en az bilinen ve az rağbet gören metinlerinden biri aynı zamanda.

Yaşar Kemal’in kendisini ve metinlerini çok sevmeme rağmen itiraf etmeliyim ki ben de bilmiyordum. Üç yıl önce, atölyemiz için bir oyun seçimi sırasında, ben bir Yaşar Kemal metnini uyarlamak istiyorum dedim. Her yeni atölyede bir de yeni mezun bir yönetmen asistanı seçiyoruz. Asistanım Boran Özsaygı’ya -ki kendisi oyunumuzun yönetmen yardımcısı oldu bu üç yılın sonunda- yazarın tüm külliyatına bakalım, dedim. Okuyoruz, bakıyoruz, araştırıyoruz ama bir türlü, işte bu olmalı dediğim bir şey olmuyor. Bir gün Boran bir kitapçıda Yaşar Kemal’in kitaplarına ayrılan bölüme göz gezdirirken Filler Sultanı ve Kırmızı Sakallı Topal Karınca’yı görüp alıyor. Sonrasında beni arayıp, hocam bir metin buldum mutlaka okumalısınız, diyor heyecanla. Şunu da yapabilirdi; bu bir çocuk kitabı deyip, göz attıktan sonra kitabı rafına geri bırakabilirdi. Boran sayesinde tam da arayıp bulamadığım bir metinini bulmuş olduk Yaşar Kemal’in.

Sahne tasarımınızı ve hayal dünyamızı harekete geçiren böylesine güçlü bir metnin canlandırılmasının zorluğunu nasıl bir çalışmayla sunduğunuzu konuşmak istiyorum. Sahneniz küçük ama filler büyük, karıncalar çok, iki taraf arasında savaş ortamı ve bir tür var olma veya bulunduğu alanı koruma mücadelesi var. Romanı okurken tüm bunları sahneye nasıl yansıtacaklar sorusunu merakla düşünerek izledim oyunu.

Temelde çok basit bir yerden yola çıktık: Biz Yaşar Kemal’in Filler Sultanı ve Kırmızı Sakallı Topal Karınca metnini seyirciye bir tiyatro eseri olarak izletmek istiyoruz. Yani dolayısıyla roman bize ne söylüyorsa aslında ben onu yapıyorum. Çünkü ben yazara hizmet eden ve bundan çok hoşlanan bir yönetmenim. Yani yazarın metin boyunca anlattığı hikâyeyi ben nasıl uyarlayabilirim, böyle temel bir eksen oluşturuyorum kendime. Şunu çok iyi biliyorum; iyi yazar tiyatrocunun dostudur, Yaşar Kemal sahnede bizimle birlikte, anlatıyor ve izliyor. Benim için çok kıymetli olan bu duygu ve hissiyata sıkı sıkı tutunuyorum. 

Koreografi de çok etkiliydi. Aynı soruyu –nasıl sorusunu- koreografi için de sorabiliriz öyle değil mi? Sahnede 11 oyuncu var ve yeri geldiğinde fil, yeri geldiğinde karıncalar olan bu ekip son derece uyumlu bir senkronizasyon içerisinde hem metnin bütününe hem de sahneye konulan uyarlamaya çok güzel hizmet ediyorlar.  

Tabii ki sorabiliriz. Çünkü sorduğumuz soruların hepsi anlam odaklı. Metnin anlamını seyirciye en iyi şekilde nasıl geçirebiliriz, buna odaklandım bu üç yıl süren çalışma boyunca. Görsel show, hüner vb. değil, bizim amacımız Yaşar Kemal’i seyirciye anlatmak; aracı iletken olarak görüyoruz kendimizi. Tabii ki roman alınıp okunabilir, ama bunun tadı başka, ki çok fazla okumayan, kısacık görselleri seven bir kuşakla da karşı karşıyayız, dolayısıyla bunu nasıl sahneleriz, nasıl görünür kılarız, gençlere nasıl ulaşabiliriz konuları da bizim için çok önemli. İzlediğiniz oyunda 11 kişi var. Bunların 7’si konservatuarımızın mezunu. 4 tanesi atölyemizin dört yıllık aşamasından mezun oldular. Bu karma yapı birbirlerinden çok şey öğrenmelerine sebebiyet veriyor. 

Oyunla ilgili atlamadan konuşmak istediğim; dil kullanımı ve çeviri meselesi. Oyunda HüdHüd kuşlarının başı Ulukepez fillerin konuştuğu dili karıncalara, karıncaların konuştuğu dili fillere çeviriyor. Sonrasında asimilasyonun ilk olarak dilde nasıl başladığını seyrediyoruz. Siz bu çeviri anlarını büyük bir yelpaze ile gösteriyorsunuz bize, son derece minimal bir anlatımla.

Birbirinin dilini bilmeyen iki taraf var romanda ama biz Türkçe okuyoruz romanı. Yani ne filce yazılmış bir hikâye var karşımızda ne de karıncaca; dolayısıyla ne filce bir dil uydurabiliriz ne de karıncaca; bu dili nasıl anlatabiliriz peki? Bu soru üzerine günlerce düşündüm. Yelpaze kullanma fikri -dilden bağımsız olarak- hep vardı kafamda. Çünkü asıl olarak hem HüdHüd kuşlarının başı Ulukepez’in kanatları olarak kullanmak amaçlı hem fil kulakları hem de sahnenin hareketliliğine estetik bir anlam kazandırması adına önemliydi benim için. Bunu dil çevirisinde de kullanabiliriz fikri uzun düşünüşler sonrası geldi, iyi ki geldi, çok yerinde ve güzel oldu.

Bir de şunu da söylemek isterim; biri bir yerde takıldıysa, bu ben olabilirim, oyuncu olabilir, yönetmen yardımcısı, asistan kim olursa olsun, herkes o tıkanan yerle ilgili fikrini söyler. Bir gün o pat diye bulunan şey, bütün düşüncelerin bir araya gelmesiyle oluşuyor. Hatta çok mu basit oldu yelpazeyi, dil çevirisini anlatmak için kullanmak diye de konuştuk fakat şimdi sizin burada bu konuyu atlamadan konuşmak istemeniz doğru bir şey yaptığımızı gösteriyor.    

Konsevatuar ve atölye çalışmalarınız hangi aşamada? Bu bağımsız tiyatrolarda görmeye pek alışık olmadığımız bir yapı, bu yüzden sormak istedim.

Konservatuardan üçüncü kuşak mezunlarımızı verdik. Dördüncü kuşak ikinci sınıftalar bu sene. Konservatuar tarafı sınavlı ve karşılıksız tamburslu. Oyunda ilk kuşak mezunlarımız var. Bir de bizim atölyelerimiz var. İlk yıl sınav yapmıyoruz, herkes gelebiliyor; bir hobi gibi ve sosyal etkinlik gibi. Herkesin tiyatro yapma hakkı var, bu yüzden bir yaş sınırı da koymadık. Diyelim birinci sınıfı okuyup, ikinci yıla devam etmek istiyorum diyorsa o arada bir sınav var; dört aşamalı. İkiden sonra devam etmek istiyorsa üçüncü sınav var ve artık konservatuar sınavı gibi, diksiyon, teori, şan, uygulamalı sınavlar derken aslında alaylı başlayan yolculukları konservatuar düzeyinde mektepli bir sürece dönüşüyor. 

Konservatuar için “Karşılıksız tam burslu” dediniz. Çok elzem gereksinimlere gebe olan (Sahne, ışık, kostüm vb.)  İşin ekonomik kısmını nasıl çeviriyorsunuz?   

Çok zor, çok etkileniyoruz elbet. Fakat ben ve MuhammetCAS’ın garantörleriyiz bir yandan. Dizi gelirlerimizi, gişe gelirlerimizi tamamen CAS’a aktarıyoruz. Çünkü zengin olmak, daha lüks yaşamak gibi bir derdimiz yok. Derdimiz tiyatro ve tüm maddi manevi gücümüzü buraya aktararak yaşamımıza anlam katmak için mücadele ediyoruz.