Kültigin Kağan Akbulut
Modern sanatımızın usta isimlerinden Balkan Naci İslimyeli MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde “Hatırla” sergisiyle karşımızda. Sanatçının eski işleriyle hiç izleyici önüne çıkmamış son dönem üretimleri tematik bölümler etrafında bir arada sunuluyor. İslimyeli’yle toplumsal hafızamızı ve sanatın dönüşümünü konuştuk.
Bu sergi aynı zamanda sizin 70’inci yaşınızın da kutlaması. Önce biraz genel bakışınızı merak ediyorum. Bu yetmiş yılda Türkiye’de ve dünyada sanat alanında neler değişti sizce?
Ben hep genç kalma iddiasında olduğum için yaştan söz etmeyi sevmiyorum. Ama eylül ayında açılacak sergiyi doğum günümle birleştirelim dedik.
1970 yılında başladı benim sanat hayatım. ’70 yılından bugüne kadar 60’ın üzerinde kişisel sergi açmışım, tabi yüzlerce de karma sergi. Profesyonel anlamda çok gelişti Türkiye. Çok az galeri vardı ve sanata ilgi bu kadar geniş değildi. Ama çok hakiki, içten bir ilgiydi. Sanat spekülatif bir alan değildi, para için alınıp yapılmazdı. Bir eğitim biçimi, varoluş biçimiydi. Türkiye’nin zor yıllarına rastladı ilk gençliğimiz, hatta ilk sergim. Buna rağmen sanatta direnmek yiğitlik isteyen bir şeydi. Benimle aynı ideolojiyi paylaşan arkadaşlar bile sanat yapmamı yadırgardı. Devrim kapıda ve artık sanatın anlamı kalmadı, denirdi. Ama bu benim varlık nedenim olduğu için ikisini birlikte yürütmeye çalıştım.
Galerilerin çoğalmasıyla sanatsal ilgi arttı. Fakat Türkiye’nin yapısı, dünya dinamikleri yönelimi değiştirdi. Büyük göç hareketiyle sanat kentleşmeye başladı. Bizde devlet korumasında kırsal kesim sanatı yapılırdı. Bu koruyuculuk iyiydi ama tekdüzelik hoş değildi. Hızlı kentleşme, yoğun bir kent kültürü oluşturdu. Biz de o kültürün başkaldırıcı kuşaklarından biriydik.
O dönem sanatı açısından ne gibi değişiklikler oldu?
Figüratif anlamda eleştirel, topluma öncülük edecek, onu yargılayacak ve dönüştürecek bir göz olarak farklı bir kuşaktık. Ağırlıklı olarak figüratif bir kuşaktık. Sanat alanına girişimimiz böyle başladı. Ve benim kuşağım da hiç terk etmedi alanı. Bir ucunda Altan Gürman, Neşet Günal vardı… En gençleri de bendim. Maçka Sanat’ta, Urart’ta sergiler açtık. Buralar sanatı ticaret olarak görmeyen, içten bağlı karakterlerdi.
Yani dinamik bir sanat ortamı var ama hala kendi kültürüne, kendi sosyolojik tablosuna kritik bir gözle, aydın gözüyle bakan ve bundan görsel bir sonuç çıkaran nesiller maalesef yetişmiyor. Trendler belirleyici oluyor sanatçının gelişiminde. Çünkü dünya iletişimi çok hızlandı ve kendi kültürünüzü oluşturamadıysanız dış etkilere açık oluyorsunuz. Her şeye rağmen sanat doğası gereği ilerliyor.

Serginizin adını Hatırla olarak belirlemişsiniz. Hafıza, bellek, hatırlamak gibi kavramlar toplumsal olarak ne anlam ifade ediyor?
Hatırlamak bizim toplumumuzun en büyük eksikliği. Aslında çağımızın bir hastalığı. Kapitalist sistem hafızayı sürekli yenilemeyi öngörüyor. Çünkü düşünceleri, nesneleri hızla tüketen sistem yenisini kabul ettirmek için unutturmaya çalışıyor. Tüketim olgusunun sonucu hafızayı örselemek. Öte yandan travmatik bir dünyada yaşıyoruz. Unutmak neredeyse bir sağaltım yolu oldu. Bizim toplumda da katmanlı bir biçimde artıyor, çünkü çok travmaları olan bir toplumuz. Düşünün çocukluğumdan bu yana kaç tane darbe gördüm. Bütün bunların altından kalkabilmek zor. Bu da unutkanlığı getiriyor, unutkanlık bir tedavi yöntemi. Sergim buna eleştiriler getiriyor.
Peki, sizin sanatınız açısından nerede duruyor bu kavramlar?
Benim sanatımda bellek çok önemli. Aslında sanatın kendisinde çok önemli. Çünkü belleği olmayan insan sanat yapamaz. Tarihin belleğini taşımıyorsanız, günümüze aktaramıyorsanız ve geleceğe yansıtamıyorsanız sanat yapmak mümkün değil. Bellek, kimlik, geçmiş, gelecek ve zamansızlık olguları benim bütün sanatımda da görülür.
Hem kendi sanatsal geçmişime bir bakış, bir hatırlama süreci olarak, hem de unutkan bir topluma mesaj olarak bu ismi koydum sergime. Yeni kuşaklar eski işlerimi hatırlayacak, bazıları için yepyeni olacak.
Serginin seçkisini nasıl oluşturdunuz?
Son 30 yıllık işlerden oluşuyor.Kronolojik bir sıralama oluşturmadım, tematik bölümler oluşturdum. Belli temalar etrafında 30 yıl içinde oluşturduğum bir seçki göreceksiniz. Bellek, kimlik gibi konular başlıklar altında yer alıyor. Bu tür sergiler için yeni bir deneme. Bu şekilde sürekliliği izleyebiliyorsunuz. Ortak noktalarınızın bir araya getirilmesi seyircide büyük bir bütünlük kurmaya yardımcı oluyor. Bunu yapmadığınızda ölü fragmanlar olarak görülüyor. Halkaları birbirine bağlayan unsurları göstermek açısından böyle bir formül bulduk.
Küratör Erkan Doğanay’la nasıl çalıştınız?
Erkan Doğanay eski bir dostum. Ben sergilerimin her noktasında marazi ölçüde titiz bir adamım. Dolayısıyla bir küratör için olumlu bir durum değil. Yaratıcı enerjisini her alana projekte eden bir sanatçı olarak uzlaşmak önemli. Erkan birçok sergide birlikte çalıştığımız bir arkadaşım, dolayısıyla onunla çalışmayı tercih ettim.
Yönetmen Halit Refiğ sizin işlerinizle ilgili şöyle bir cümle kurmuş: “Balkan Naci’nin resimlerinde değişmeyen tek özellik onun batının akılcı tasarımcılığı ile kendi öz kültürümüzün derin duyarlığını birleştirebilmekteki başarısıdır.” Bugünden baktığımızda Doğu-Batı meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Doğu-Batı çelişkisi her zaman olduğundan daha şiddetli hissediliyor dünyada. Aslında bizim coğrafyamız doğuyla batıyı barıştırmaya en yakın coğrafya. Biz sadece doğu ve batı değil, kuzey ve güney arasında da bir yerdeyiz. Ama bunu politik nedenlerle kullanamadık. Dolayısıyla biz evrensel bir kültürel teklif oluşturacak, sanatsal açıdan öncülük edecek bir ülkeyken bu tercihlerin altında ezildik. Batıya bağlanmak da, doğuya bağlanmak da tehlikeli.
Mezopotamya zaten dünya kültürünün ana rahmi. Buradaki bir imgenin dışarıya değil, kendi derinliklerine bakması lazım. Görsel alanda bunu yapamadığımız için, barışı da sağlayamadık. Hatta son dönemki politikalarla tahrik de ettik. Bu Türkiye’nin büyük bir şans yitimi bence. Bu politikalar değiştiği zaman dünya kültürüne de alternatif sunan kişilikli bir görüntü sunacağız.

Sergi için lirik bir metin yazmışsınız. Orada resmin sizin için ne kadar önemli olduğundan bahsediyorsunuz. Hayatınız boyunca resim nerede durdu?
Resim konuşmayan bir toplumda kendi sözünüzü söyleme direnci aslında. Çocukluğumdan bu yana topluma yabancı olduğumu hissettim. Gördüğüm tepki beni kendime, kendi zenginliklerime dönmeye, onları çoğaltmaya yöneltti. Sanat bu konuda rahatlamamı sağlayan tek kanal oldu.
Resim hem kendimle, hem toplumla konuşma biçimim oldu. Sergi açarak bir şeyler söylüyorsunuz insanlara. Olumlu veya olumsuz bir karşılığı oluyor. Gerçek diyalog da bu. Söz uçar, resim ve belge kalır. Sanat toplum için de çok daha kalıcı bir dil biçimlerinden biri. Bir de tabi ki özgürleşmenin yollarından biri.
Bir yandan da yıllardır akademisyenlik yapıyorsunuz. 30 yılı geçkin bir hocalık hayatında öğrencilerinizle olan ilişkiniz nasıl oldu?
Marmara Üniversitesi’nden emekli olduktan bu yana çeşitli üniversitelerde ders vermeye devam ediyorum. Beni okulda tutan gençlerin sıcaklığı, onların masumiyeti. Gençler düzenin suç ortağı olmamışlar henüz, o nedenle hataları en çok bağışlanacak kesim. Aslında bize geldiklerinde biçimlenmiş oluyorlar ama buna rağmen kalıcı birkaç iz bırakabilmek önemli. Sanat bunların en güçlü araçlarından biri. Öğrenciler, öğretim üyesini sadece sanat açısından değil, kimlik ve duruş açısından da inceler. Dolayısıyla hocalık sanatçı yetiştirmek kadar insan yetiştirmektir de.
Son olarak, izleyici açısından sergi sizce nasıl bir etki oluşturacak?
Sergi bir geçmiş sergisi değil. Hatırla ismi belki onu ima ediyor ama son beş yıldaki hiç sergilenmemiş işlerimi de içeriyor. Gençler için ilham verici olabilir, orta yaşlılar için sarsıcı olabilir, yaşlılar için de ayıp olabilir. Çeşitli karşılama biçimleri olur. Zaten sanatın yaratmak istediği şey de toplumsal dinamiği hızlandırmak. Sanat benim için ticari bir anlamdan çok, kolektif ve kültürel bir etkinlik. Mümkün olduğu kadar çok görülmesini istiyorum.


İlk yorum yapan olun