60 Öykücülüğünde Bir Çevirmenin Duygu Tercümeleri: Kamuran Şipal’in “Elbiseciler Çarşısı” Kitabına Tarihsel Bir Bakış

Aytuğ Kargı

Almanca edebiyat çevirileriyle -bilhassa Kafka ve Hesse- pek mühim eserleri Türkçeye kazandıran Kamuran Şipal, her ne kadar çevirmen sıfatıyla ön plana çıksa da 60 dönemi öykücülüğünde hatırı sayılır bir yere sahiptir. Şipal, bu dönemde hemen hemen her edebî üründe görülebilecek varoluş ve bireyselin bunalımı temalarını kendisine has, gayet nahif üslubuyla ince duyguları, sıradanlığın içinden çıkan psikolojik pürüzleri konu ediniyor. İkinci öykü kitabı olan Elbiseciler Çarşısı, okuruna tam da buradan -nahif duygulardan- sesleniyor. Okurunu ve karakterini bir açmazın içerisinde, yarıda bırakılmışlık duygusuyla bir başına bırakıyor.

Kitabın dönem öykücülüğündeki önemi, 1965’te Sait Faik Hikâye Armağanı ödülünü almasıyla sabit. Fakat görünen o ki kitap tekrar baskı yapmıyor. Bu durumu, Şipal’in daha çok çevirmen sıfatıyla ön plana çıkması ve dönemin konjonktürü gibi faktörlerle açıklamak mümkün. Fakat elbette bir kitabın değerini ne kadar baskı yaptığı belirlemediği bir gerçektir. Bu açıdan -belki de- unutulagelen bu kitabın önemi, döneminin öykücülük faaliyeti içindeki müstakil yerinden açıklanabilir.

Kamuran Şipal

Elbiseciler Çarşısı, yarıda (açmazda) bırakılan karakterlerin, okurun zihninde yankılanarak devam ettirdiği öykülerden oluşuyor. Şipal, sıradan -gibi gözüken- dünyaların içindeki pek zarif detayları, belirli objeler ve olaylar üzerinden metafor haline getirerek her birini karakterin anılarını anımsatacak hüviyette birer sembole dönüştürüyor. Böylelikle karakter, nesneyle ya da olayla karşılaştığında flash-back yaşayarak şu anda olduğu kişinin, karşılaştığı olayın izini geçmişte arıyor. Bu noktada, karakterin perspektifinde olaylar sinematik bir üslupla aktarılırken eşyalar sanat eseri hüviyeti kazanıyorlar. Olayla/nesneyle karşılaşan karakter, iç dünyasına gömülerek yoğun duygu çıkmazlarına sürükleniyor. Öyküler, okurun bundan sonra ne olacağını merak ettiği anda bitiyor. Aslında sayfanın sonuna koyulan nokta, okurun zihninde devam edecek olan kurgunun bir başlangıcını işaret ediyor. Çünkü okur, olayların bağlamını oluşturma istenciyle, bilerek yarıda bırakılan kurguyu kendi hayatıyla bağdaştırma refleksiyle öykünün içine dahil oluyor.

Şipal’in öyküleri 60 kuşağı öykücülüğünde yeni yeni başlayan kadın-erkek eşitsizliği, bireysel varoluş sorunu, amaçsızlık sorunu, nahif olan bireyin toplumdan dışlanması gibi bireysel izlekler üzerine oturtulmuş, toplumsal izlekleri olan konular üzerine. Bu temaların çıkış serüveni yeninin arandığı 50 kuşağının içselliği keşfi ile başlayarak özellikle Kafka, Beckett, Camus, Sartre çevirilerinin yaygınlaşmasıyla devam etmiştir. Çevirilerin 60 kuşağında düşünsel bir patlamaya sebebiyet verdiği çok açıktır. Bu pek mühim yazarlar, dönemin edebiyat ortamına derin bir iz bırakmıştır: bireysel psikolojik açmazlar. Bu noktada iki farklı ekolden bahsetmek gerek: Camus ve Sartre. Biri kendisini absürde adayıp hayatın saçma olduğu fikriyle kendi anlamını yaratırken diğeri amaçsızlık düşüncesi içinde daha melankolik bir tavır takınmıştır. Şipal’in Camus yolunda ilerlediği, öykülerindeki nahif duyguları anlatışından belli olmakla birlikte amaçsızlık duygusu ve psikolojik açmaz açısından Sartre’a yakın olduğunu, yani bir çeşit sentez yaparak öykülerini kaleme aldığı bilhassa Elbiseciler Çarşısı’ndan gayet nettir. Dolayısıyla kitapta yer alan öyküleri incelemek, Şipal’in bu kuşaktaki yerini belirleyecektir.

Kitap dokuz öyküden oluşuyor: “Gece Lambalarının Işığı Altında”, “Bilinmez Ki”, “Bir Nikâh Töreni”, “Onbaşının Bavulu”, “Büyük Oğul”, “Bu Taybınlar Kaçıncı Manganın”, “Tohtor Mu Ki”, “Rebeka”, “Elbiseciler Çarşısı”. Bazı başlıklara bakıldığında 60 öykücülüğünün konuları kapsamında olduğu açıkça belli oluyor. Sadece başlıklardan bile insanı düşündürtüyor: Bilinmezlik sorunu, bireysel olarak insanı bir açmazın içinde bırakır. Toplum, bireyin içselliğinin farkında -ve elbette umurunda- olmadığından bireyi tekdüzeleştirir. Böylelikle toplum, bireyi adeta yer, sindirir ve duyguları olmayan bir “araç” olarak dışarı atar. Gece lambaları, şehrin o saatinde uyu(ya)mayan aylakların yolunu aydınlatır. Belirli bir alanı aydınlatabilirler, çapları sadece kendileri kadardır, karanlığı kıramazlar ama direnirler.

Nitekim başlıklardan çıkarlan bu düşünceler de öykülerle gayet uyum içinde. Karakterler flash-backlerle yaşadıkları andan -dolayısıyla toplumdan- kopuyorlar. Buruk bir hatırlama oluyor bunlar. İçlerinde bulunduğu gerçekliklerden kaçıyor, zamanında yaşadığı duyguları ve hisleri tekrar yaşama istenciyle doluyorlar. Ne yazık ki çoğu zaman hüsranla karşılaşıyorlar. Çünkü gerçeklik, onların hayal ettiği bir düzlemi yansıtmıyor. Karakterler ise kendi gerçekliklerini yaşamayı tercih ettiklerinden toplumsal düzeyde “yabancı” kabul ediliyorlar. Toplum dışı davranışları, nahiflikleri ve düşünceleriyle dışlanan karakterler aslında kendisini keşfetmiş bireyi işaret ediyor. Bir noktada şöyle de denebilir: Birey, toplumdan ne kadar uzak durursa o kadar kendisini keşfetmiş demektir. Öyle ki bireyin artık toplumla iletişim dışında bir işi kalmamıştır. Camus’nün şaheseri Yabancı’da olduğu gibi. Şipal’de aynı izleği “Büyük Oğul” öyküsünde okumak mümkün. Annesini zihninde annelik görevinden azletmiş bir bireyin öyküsü bu. Sebebi ise oldukça basit: umursamazlık. Meursault gibi. Çünkü kendisinden başka birine ihtiyacı yok.

Kitaba ismini veren öyküyü de bu açıdan okuyabiliriz aslında. Karısını umursamayan bir adam var, sonradan insanları umursamadığı da ortaya çıkıyor. Çünkü kendisiyle kalmayı istiyor. Çocukluğunda annesinin yetiştirme tarzından ona miras kalan sevgisizlik, insanları ve yaşamı sevmemesine sebebiyet veriyor. Adamın tek isteği gerçekten de yalnız kalmak. Yabancı olmayı bilerek istiyor. Zaten topluma ve yaşayışa yabancı olduğunu elbiselerin satıldığı çarşıda anlayabiliyor. Çarşıdaki esnafın yakınlığını garipsiyor ve psikolojik bir açmaza sürükleniyor. Bu açmazdan (realiteden) kaçış yolu kitaplar ve sessizlik. Bu yüzden karısından tek isteği onu rahat bırakması oluyor: “Beni rahat bırak! Beni rahat bırak! Nolur rahat bırak beni! Senden yalnız huzur istiyorum, yalnız huzur! Başka bir şey değil, huzur!”

“Rebeka” ise çocukluk anılarının nostaljik hissinden okura seslenen bir öykü. Anılarını şimdiyle birlikte yaşayan/yaşatan bir adamın öyküsü bu. Çocukluğunu geçirdiği mahalleye giden adam, yaşadığı duyguların fiziksel kanıtlarını (mekanlar) aramaya koyuluyor. Âşık olduğu kızın (Rebeka) babasının şekerci dükkanının önünden geçerken, seyyar şeker satıcılığı yaptığı günleri hatırlıyor. Dükkândan içeri girdiğinde eski günlerin hatırına şeker satın alıyor. Satıcı kız, ilkokul çağlarındaki -Rebeka’ya âşık olduğu yıllar- Rebeka’nın kızından başkası değil. Kız şeker kavanozuna uzanmaya çalışırken eteği yukarı doğru çekildiği anda flash-back devreye girerek adamın içinde karmaşık bir duyguya sebebiyet veriyor. İlkokul yıllarında hissettiği aşkın bu sefer farklı bir varyasyonuyla karşılaşıyor. Yardım edeceği anda duruyor, çünkü karakter Rebeka ile tam bu anda -kavanoza ulaşmaya çalışırken- yakınlaşmıştı. Şimdi ise bir zamanlar sevdiği kızın kızıyla karşı karşıya. Burada bir çeşit geçmişle yüzleşme olduğunu söylemek çok mümkün görünüyor. Gerçekten de geçmişle yüzleştiğimiz anda anın gerçekliğinden çıkıp kendimizi nostaljik bir duyguya kaptırırız. Hatta geçmişte yaşamak isteriz, daha doğrusu geçmişteki duygu yoğunluğunu. Çünkü çocukken ve bir şeyleri çok da fazla bilmiyorken hayat daha heyecan vericidir. Bu yüzden buradaki karakter gibi kimi zaman geçmişte yaşamak, oraya gitmek, aynı duyguları yaşamak isteriz. Bu da bireyin modernist yaşantıdan kaçma istenciyle örtüşür.

“Tohtor Mu Ki”, bir köylünün modernist yaşam karşısında çektiği güçlüğü yansıtması bakımından oldukça değerli. 60’ların sonlarına doğru öykülerde görülen toplumsal izleğin filizlerini bu öyküden görmek gayet mümkün. Köylü yaşantısı bireyi bulunduğu ortamda yabancılaşmaya iterek ötekileştirilmiş bireyin bir anlatısını sunmuş oluyor. “Tohtor Mu Ki”, köylünün elindeki doktor raporunu okuyamadığı için içinde bulunduğu topluma yabancılaşmasını anlatan bir öykü. Yabancılaşma duygusu, bu sefer hem bireysel hem de toplumsal bir muhteva kazanıyor. Köylünün hissettiği korkuyla karışık çekingenlik ve emin olamama, onu açmazın içerisine sürüklüyor. Anlatıcı karakter bu köylüyü gözlemleyerek onu farklı kişilere yönlendiriyor. Aslında kâğıtta da yazdığı üzere boğaz buruna yönlendirilen köylü, hastalığının ne olduğunu anlamaya odaklandığından cevaplardan bir türlü tatmin olmuyor. Herkes benzer cevaplar verdiğinden çaresizlikle düşüncelere dalıyor. Öykü, konu itibarıyla modernizmin eleştirisini gerçekleştiriyor. Sadece hastalığını öğrenmek isteyen bir adam var. Ama ona verilen cevaplar muayeneye gitmesi yönünde. Peki neden? Hastalığı bilse gidecek belki. Fakat köyüne gitmek istiyor. Çaresizce bahçe kapısından çekip gidiyor. Belki köyüne, belki boğaz buruna… Ama muhtemelen başka birine sormaya.

“Bilinmez Ki” ise bireyselliğinde -yalnızlığında- eriyen bir adamın öyküsü. İçselliğini yansıtamayan, nahif bir karakterin davranışları ve düşüncelerinin iç boyutunu görüyoruz. Adamın her nesneye ve eyleme duygusal bir anlam atfetmesi, anlamsızlık düşüncesine karşı bir refleks olarak yaşamak için bir dala tutunma çabasını yansıtıyor. Boşanma sürecinde olan adamın eşiyle olan ilişkisinde dışarıya vurduğu karakterinin düşündüklerinden ve hissettiklerinden bambaşka olduğunu okuyoruz: “Her vakit düşüncelerden öte bir gücün ellerine ayaklarına dolandığını, onu düşündüklerini değil de düşünmediklerini yapmaya zorladığını hissetti.” Hâliyle adam, iç sesi ve dışa yönelik eylemleri arasında bir ikilem içinde olduğundan eyleme geçmekte oldukça zorlanıyor. İçinde bulunduğu ikilemden kaçarak kurtulmaya çalışan adam parka gidiyor, kuşları besliyor ve bir çocuğu gülerek seyrediyor. Bu, oldukça sinematik bir sahne. Kendi içindeki çocuksu sesi ve duyguları bastıran adam, karşısında bir çocuk gördüğünde ona tebessümle bakabiliyor. Belki de kendi içindeki çocuğu çoktan öldürmüş bu adamın çocuğa bakışı insanın içindeki masumluğun en saf temsilini sunmuş oluyor.

Görüldüğü üzere Şipal, kitabın yayım tarihi olan yıllardaki (1964) öykücülüğün içinden bir sesle, mutlaka çevirdiği eserlerin de etkisiyle, özgün bir içtenlik yakalamış oluyor. Bu öykülerin 60 kuşağı öykülerinden ayrılan en önemli özelliği, karakterlerin olumluyu arama çabaları gibi gözüküyor. Her öyküde insanın içinde gizlediği güzelliğe ve çocuksuluğa vurgu yapan Şipal, varoluş sorununu irdelerken karakterleri gibi nahif bir tavır takınıyor. Özellikle Türkiye’de varoluşçuluğun melankoli ile eşleştirildiğini düşündüğümüzde Şipal’in varoluşçu tutumu özgünlük kazanıyor. Camus’nün absürt fikrinden, Nietzsche’nin çocuksuluğu yükseltme çabasından açığa çıktığını düşündüğüm bu sentez, içerisinde Sartre’ın melankolisini de barındırdığından harika bir sentezi sunmuş oluyor. Şipal’in öyküleri toplu halde, Gece Lambalarının Işığı Altında adıyla, 2009’da Yapı Kredi Yayınları tarafından basıldı. 2. baskısı 2022 tarihinde yapılan kitap, Şipal’in Türkçe öykücülük tarihindeki yeri ve önemini anlamak açısından oldukça önemli bir derleme.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*