
Ali Bulunmaz
Bir Zamanlar Olduğumuz Burası Yok
Yaşamın sonlu bir şey olduğunu bilmemize rağmen günlerimizi o hiç bitmeyecekmiş gibi geçiriyoruz. Bütün ilişkilerimizi bunun üzerine inşa ediyor, planlarımızı buna göre yapıyoruz. Anlattığımız hikâyeler de dinleyip okuduklarımız da hep bu minvalde.
Yaşamı umutla dolduran da bu sonsuzluk hissi. Yaşayamadığımız ama hayata (en azından geride kalanlar için) dâhil olan şeyi ünlü filozof Ludwig Wittgenstein hayli güzel özetlemişti: “Ölüm, yaşam olaylarından biri değildir; ölüm yaşanmaz.”
İşin içine kurmaca girdiğinde, ölümün nasıl bir şey olduğu tarif edilebilir. Bunu bir ölü bile anlatabilir pekâlâ.
Anna de Marcken, Sonsuza Dek Sürüyor Derken Bitiyor’da yaşam, acı ve ölüm üzerine kalem oynatırken iç içe geçmiş hikâyelerle buluşturuyor bizi. Hüzünden komediye, düşünmeye ve hesaplaşmaya son derece ince geçişler gerçekleştirirken yiten ve geriye kalanlar üzerine kafa yormaya davet ediyor herkesi.
Hepimiz Aynı Yerden Geldik
Romanın anlatıcısı, geçmiş ve bugün arasında salınırken hem hatırlıyor hem de sorguluyor. Bu sırada ölümü ve yaşamı düşünürken yaşam içinde ölüm sayılabilecek depresyonla uğraşıyor; “hayatının yasını tutuyor.” Başka bir deyişle kayıpların ve elde kalanların muhasebesini yapıyor.
Kendisine de etrafına da yabancılaştığını hissettiğinden anlatıcı için hatırlamak önemli. Hatırlarken de geçmişteki ve bugünkü hâlini karşılaştırıyor: “Hayattayken dünyanın sonu hakkında kefarete benzer bir şey hayal ederdim. Bir çeşit arınma olacağını düşünürdüm ya da en azından bir basitleşme. Eksiltme yoluyla ıslah. Boş şehirleri, doğanın kendini yenilediği toprakları gözümde canlandırırdım. O, gelecekti. Buysa şimdi. (…) Şimdiki benle o zamanki ben arasındaki temel fark korkuya tahammülüm. Sanırım bunun acıyı soyutlamakla ilgisi var. Fiziksel acı. Duygusal acı. Başkalarının acısı. Benim acım. İrkilme duygusu hâlâ var. Sanırım acının kendisi de orada bir yerlerde. (…) Ölüp gittiğimiz zaman, eğer bir gün öleceksek bizden geriye kalan şey bu. Fosilleşmiş acı.”
Anlatıcı, geçmişe bakıyor, sağında solunda olup biteni gözlemliyor, hayata karışmaya çalışıyor, kayıplarını hazmetmeye uğraşıyor ve kendisiyle benzer durumdakilerin hâl ve hareketlerini anlamlandırmaya gayret ediyor. Ardından, nereden geldiğini kavramak isterken bir ses işitiyor: “Buraya hepimiz aynı yerden geldik. (…) Buraya hayattan geldik. İç karartıcı ve amaçsız bir dünyadan, belirsizliğin ve kendini kandırmanın dünyasından, merhamet kılığındaki şiddetin, düzen maskesi altında gizlenen açgözlülüğün dünyasından. Rütbelerin, sınıfların ve ırkların dünyası. Hayat. Korkunun tükettiği bir dünya. Tek avuntusu tanrı ve bilim fantezileri olan korkunç bir dünya. Hayat. O dünyayı reddediyoruz. Hayatı reddediyoruz. Adaletsizliklerine sırtımızı dönüyoruz. Bayağılıklarına. Sanrılarına. Yeni bir dünya yarattık! Ona, bu yeni dünyaya ne isim vereceğiz?”
Anlatıcının ve yanındakilerin bir arafta kalma durumu var; her iki tarafı da görüp karşılaştırmalar yapabiliyorlar. Söz konusu hâl, aynı zamanda çelişkiler de yaratıyor. Bu durum, bazen bir rüyayı veya bir kopuşu bazen de başka bir dünyadaymış hissi uyandırıyor.
Bahsi geçen hissin, anlatıcının zihninde harekete geçirdiği başka bir düşünce ise akış ve son arasındaki çizginin, ne zaman ve nereye çekileceği: “Sonun geldiğini sonrasına dek bilmiyorsun ya da kabul etmiyorsun. Geriye bakınca görebiliyorsun ve ondan sonra geçen bütün zamanın, sanki çoktan bitmemiş gibi devam etme çabasından ibaret olduğunu fark ediyorsun.”
Geçmişi Hatırlatan Tuhaf Emareler Var
Marcken, anlatıcı aracılığıyla boşluklara, sessizliklere ve noksanlıklara dikkat çekiyor. Anlatıcı, bazen ana yoldan ayrılıp ara yollara sapıyor, ardından tekrar oraya dönüyor. Ana yol ve ona bağlanan ara yollar, hatırlamaya denk geliyor. Anlatıcı hatırladıkça sorguluyor, sorguladıkça daha çok düşünüyor, düşündükçe zihninin derinlerine attıkları yüzeye çıkıyor: “Karar vermek için harcadığım onca zamanı düşünüyorum. Neleri kaçırdığımı zihnimde canlandırıyorum. Bütün hayatım. Tümünü seninle kaçırdığımı bir kez daha anlıyorum. Neredeyse tümünü. Bunu tekrar fark etmek her zaman öyle kötü ki. Ama aynı zamanda seni hep en çok o zaman seviyorum. Midemdeki marazi yumruk ile kalbime benzeyen bir şeyin zaman atlamalı çiçek açışı şimdi el ele gidiyor.”
Anlatıcı hep yolda; bazen fiziksel bazen de zihinsel olarak hareket hâlinde. Zamanda ve mekânlar arasındaki bu seyahat, aynı zamanda anılardan anılara doğru bir yolculuk. Dolayısıyla hatırladıklarının önemli bir bölümü onu hüzünlendiriyor, hatta ona acı veriyor. Bu duygunun adı tam olarak yoksunluk: “Bir süre sonra yeniden duyabiliyorum. Sessizliğin kendine özgü gürültüleri. Açlığı arıyorum ama yalnızca yokluk var. Kargayı yokluyorum ve boş kalan yerini buluyorum. Sonunda yoksunum. Her şey yolunda olacakmış gibi yaptım çünkü sürekli elveda demek imkânsız görünüyordu. Yabanmersinlerine. Okyanusa. Kuzgunlara. Pelikanlara ve yağmurkuşlarına. Karabataklara. Saat dörtte oturma odasının duvarına vuran güneş ışığına. Senin yan odadan gelen sesine.”
Anlatıcı, yolculuğuna devam ederken geçmiş ile şimdi, son ile öncesi arasındaki ilişkiyi anlamaya uğraşıp “orada burada, geçmişin sondan önceki her şey olduğu bir geçmişi hatırlatan tuhaf emareler var” diyerek ölülerin ve dirilerin yanından geçiyor. Zaman içinde zamanı, şeylerin içinde şeyleri fark ediyor ve geleceğin ölerek geçmişin parçasına dönüştüğünü düşünüyor. Diğer taraftan korku ve umut arasında bocaladığını hissederken yasıyla, yalnızlığıyla ve yabancılığıyla baş başa kalıyor: “Bir zamanlar olduğumuz burası yok.”
Marcken’in kaleme aldığı hikâyenin özü, anlatıcının hayatının ortasına düşen boşluğu anlama çabası; hem benliğiyle hem de kaybettikleriyle arasındaki mesafeyi ölçmeye çalışıyor o. Savruluyor ve ayak bastığı her noktada bu gizemle karşılaşıyor. Yitip gideni kabullenme ile reddetme arasında kalma durumu bu. Tam bir dilemma…
Sonsuza Dek Sürüyor Derken Bitiyor, Anna de Marcken, Çeviren: Nesrin Demiryontan, Metis Yayınları, 156 s.
İlk yorum yapan olun