Çağnur Denişik
Şiddet, tarih kadar eski bir kavram. Uygarlığın huzursuz kontratına rağmen günlük yaşam eylemlerinden sosyal ilişkilere, sokaklardan evlere, dış dünyanın gerçekliğinden düşlemlere kadar her yerde, yer düzlemde şiddetin pek çok farklı biçimine rastlamak mümkün.
Freud (1930), saldırganlığın yok edilemeyeceğini söyler. Yok edilemeyen ve reddedilemeyen bu dürtüyü görmek, kabul etmek ve kontrol etmek sonsuz bir uzlaşma gayreti gerektirir. Denge her zaman mümkün değildir. Saldırganlık simgesel temsillerle yaratma gücüne dönüştürülebilir fakat temsillerin yetmediği yerde en çiğ hâliyle, şiddetle taşıp uygarlığın sınırlarını tarumar edebilir. Saldırganlığın şiddet hâlinde eyleme geçişi yasayı çiğnemek demektir. Böyle bir durumda uygarlık sakinleri medeniyetin varlığını tehdit eden bu tehlikeyi uzaklaştırmak için suçlunun peşine düşer (Freud, 1930). Peki saldırganlık arkaik bir varoluş gerçeğiyken, herkeste ve herkes içinken şiddetle karşı karşıya kalındığında suçun ne olduğuna ve suçlunun kim olduğuna nasıl karar verilir?
Kralın Laneti, okuru bu giriftle yüzleştiren bir kitap.

“Meleğin iyiliği nasıl bir iyilik ki kötülük barındırması gerekir? Mikail hangi suçu yüzünden şeytanı cezalandırır ya da hangi suçu işlemesine engel olmak için onu işler? Şans verilseydi belki şeytan da ona aynısını yapardı. Öyleyse ikisinin arasında ne gibi bir fark var? Bence mızrağı saplayan ya da mızrağı yiyen diye bir şey yok; sadece saplamak var.” (s. 186)
Başkarakter Joseph Malderoyce, resme meraklı ve bu konuda eğitim alan on yedi yaşındaki bir ergen olarak çıkar karşımıza önce. Bunu kariyere dökme konusunda kararsız olan Joseph, şehrindeki Modern Sanatlar Müzesi’nde açılan retrospektif bir sergide soyut sanatın öncülerinden olan Hollandalı ressam Piet Mondrian’ın eserleriyle tanışır. Eleştirmenlerin “sıradan gözler için fazla ağır” (s. 7) olarak tarif ettiği sergiyi gezerken Joseph’in ergenliğin yüksek perdeli yergi ve yüceltmeleri arasında gidip geldiğini görürüz. Tabloları başta kibirli, bıkkın bir tavırla eleştirirken Güneş Işığındaki Yel Değirmeni (The Windmill in Sunlight) ve Kırmızı Değirmen (The Red Mill) isimli eserler ile sarı çizgilerin kompozisyonunu gördüğünde Joseph’in yergisi dramatik bir hızla idealizasyona dönüşür. Tabloları resim sanatının ulaşabileceği en üst seviye olarak değerlendirip tanrılaştırır, öyle ki bu haset neticesinde resim kariyerinden bütünüyle vazgeçer.
Klein (1957), yaşamın erken dönemlerinde bebeğin yok edilmeye dair paraniod endişesiyle dünyayı ikiye böldüğünü anlatır. Paranoid-şizoid konum olarak isimlendirilen bu dönemde bebeğin ruhsallığı saf iyi ve saf kötü kısmi nesnelerle dolup taşmaktadır. En başta da annenin memesi; bebeğe şefkat gösteren, onu besleyen, haz kaynağı “iyi meme” ve geciken, bekleten, acı veren “kötü meme” olarak iki ayrı nesne hâline gelir. Burada devreye giren bir diğer savunma da yansıtmalı özdeşimdir. Bebek, baş edemediği saldırganlığını dışarıdaki bu kısmı nesnelere yansıtır ve onu persekütif bir nesne olarak algılar. Joseph’in tablolara ikinci bakışında “Artık bu kusursuz çizgiler gülümsemiyor, şeytanca bir hazla bana bakıyorlardı.” (s. 13) deyişi, yansıtmalı özdeşimin izi.
Bölme savunması, temelde, iyi olanı kötülerden ayırmak ve korumak için kullanılır. Bunun için iyiyi içeride tutup kötüyü uzaklaştırmak her zaman yeterli gelmez. Bebek bazen kötü nesneyi kontrol edebilmek için içselleştirir, bazen de iyi nesneyi kendi yıkıcılığından korumak için dışarı yansıtır ve onu idealize eder. Haset de kötü nesneye değil, işte bu iyi nesneye karşıdır (Klein, 1957). “Resim bitmişti.” der Joseph, haz kaynağının tamamını elinde tutan kusursuz tablolara bakarken. “Ben artık bir ressam olmayacaktım. Resim yapmayacaktım. Mondrian denen bu adam, bunu benim elimden almıştı.” (s. 14). Onu hazdan yoksun bırakanın kötü anne olduğuna inanan bebek gibi Joseph de onu resimden Mondrian’ın mahrum bıraktığını söyler.
Zamanla ve hayal kırıklıklarıyla bütünleşen kısmı nesneler saflıklarından arınıp gerçekçi formlara dönüşür. Kötü nesneye yansıttığı saldırganlığının iyi nesneye de zarar verdiğini gören ve onu kaybetmekten korkan bebek, hissettiği yetersizlik duygusuyla depresif konuma girmiş olur. Joseph de ilgi duyduğu alanda idealize ettiği Mondrian için “Müzede dururken, Hollanda’da doğmuş olmasaydı Mondrian’ın o yel değirmenlerinin hiçbirini yapamayacağını düşünmeden edemedim;” der, “Bence onun çapraz kolları olan şu tek renkli yel değirmeni, sonraki karelerinin ve çizgilerinin atası sayılmalıydı. On yedimdeyken, insanların her açıdan özgür olduklarına inanmak istiyordum, ama Mondrian yaşadığı zamanın ve mekanın ürünü olmaktan öte bir şey değildi. Yani, hepimiz öyle olmalıydık.” (s. 14). Bu depresif vazgeçişle birlikte, babasının izinden giderek hukuk okumaya karar verir.
Ödipal karmaşa, psikanalizin temel konularındandır. Kurama göre erkek çocuğun ilk sevgi nesnesi olan anne ile kurduğu derin libidinal bağ, babanın bir üçüncü olarak araya girmesiyle tehdit altına girer. Baba, annenin asıl sevgilisidir. Bebek, annenin sevgisi için babayla rekabete girdiğinde baba tarafından kastre edileceğinden endişelenir. Beklenen çözüm, anneden vazgeçip anne gibi yeni bir sevgi nesnesi bulması ve bunun için babayla özdeşleşmesidir (Freud, 1905).
Ödipal karmaşanın çözümlenme biçimi, yaşam boyu süregelen nesne seçimleri ve ilişki biçimleri için belirleyici niteliktedir. “Muhtemelen, hukuk fakültesine girme sebebim, stratejik bir kaçıştan başka bir şey değildi; küçükken de hukukçu olmak isterdim, çünkü babam bir avukattı.” (s. 16) der Joseph de. Resimden vazgeçtikten sonra kariyerini inşa ederken; insan hakları konusunda çalışmış, yardımsever, bu alanda girdiği önemli davalarla takdir kazanmış bir avukat olan babasıyla özdeşleşir.
Beklediğinin aksine oldukça sıradan geçen hukuk günleri de uzun sürmez. Anne ve babasının tüberküloza yakalanıp ölmesiyle Joseph artık yüklü bir miras sahibidir. Çalıştığı firmadan istifa eder ve şehirden uzakta, ormanın ortasına kurulmuş bir eve yerleşir. Kasabanın doktoru Michael ve komşusu Diana dışında hemen hemen hiç kimseyle sosyal temas kurmadığı bu huzurlu inzivası seneler boyu sürecektir, yağmurlu bir günde verandasında dayak yemiş, baygın bir çocuk bulana dek.
Abel’in gelişi, Joseph’le birlikte romanı da değiştirir. Joseph yeni bir nesne, yeni bir yaşam amacı bulmuş gibidir. Tıpkı ailesinden kalan mirasın hayırsever babasının kariyeriyle örtüşmeyen yanlarını inkar edişi gibi, Abel hakkındaki tereddütlerini de geçiştirir ve Abel’i sorgulamadan hayatının orta yerine dahil eder. Ancak bu beraberlik, ikili arasında karşılıklı bir şiddet dansına evrilecektir.
Çatışmanın ilk emaresi, Abel’in, yaralarını sarmak için gelen doktor Michael’a karşı ırkçı söylemlerinde hissedilir. Joseph bu durumu küçük uyarılarla örter. Zaman içinde Joseph, Abel’i bir uzantısı gibi hayatının her köşesine sürükler. Birlikte kitap okurlar, yemek yerler, arkadaş davetlerine Abel de eşlik eder. Hatta, Joseph’in “benim için bir tür ibadet gibiydi” (s. 28) diye tarif ettiği ve metaforik açıdan önemli bir temsil sunan orman yürüyüşlerinden birine Abel de dahil olur.
“Ormandaki bir sabah yürüyüşü için gereğinden hızlı yürüyordu ve onu bir türlü yavaşlatamıyordum. Ne zaman ondan yavaşlamasını rica etsem, bana ayıp olmasın diye bir süre yavaşladıktan sonra yeniden hızlı adımlarla yoluna devam ediyordu. Kendi hızım kesildiğinde, şu tarafa ya da bu tarafa sapmayı teklif ederek onu yolundan çevirmeye çalışıyordum, ama bana aldırış bile etmeden, bildiği yoldan aynı hızla gitmeye devam ediyordu. Sonunda pes ediyor ve her defasında ona ayak uyduruyordum.” (s. 72) der Joseph bu yürüyüş için. Abel, Joseph’in kurallarını tanımadığı gibi kontrolünü de zedeler. Talepkarlığıyla süperegonun sınırlarını zorlayan id gibidir. Neticede acıktığını söyleyerek yürüyüşü sonlandırır.
“Abel’in yürüyüş tarzında şiddet dolu bir şey vardı. Bana ya da ağaçlara saldıracakmış gibi durduğunu, ya da yürürken ayaklarını öfkeyle yere vurduğunu falan söylemek istemiyorum. Sanki bedeninde, dışarıdan bile fark edilebilen, patlamaya hazır bir enerji fazlası vardı. Kırmızı gömleği ve öne taradığı saçlarıyla olduğundan büyük görünüyordu, tıpkı av partisine çıkmış bir zengin çocuğu gibiydi.” (s. 72)
Abel ile Joseph arasındaki çatışma giderek şiddetlenir. Joseph kendi evinde tutsak gibidir. Başta Abel’i sakinleştirmeye çalışırken bir süre sonra ona şiddetle karşılık vermeye başlar. İğnelemeler manipülasyonlara, manipülasyonlar yasaklara, yasaklar fiziksel saldırılara dönüşürken ikili arasında değişen dengeler, iyi ve kötü arasındaki sınırları silikleştirir. Öyle ki bir noktadan sonra saldırgan tarafın kim olduğu belirsiz hâle gelir. Okuru da peşinde sürükleyen bu gerilimli akış, sarsıcı bir sonla nihayetlenir.
“Fakat günışığında dillendirilirken komik gelen şeyler, bilinçaltında çok korkunç bir hale gelebiliyor. Sanının pek çok insanın bilinçaltında, başkasından duyduğunda komik gelebilecek birtakım karanlık fikirler vardır.” (s. 144)
Tekinsizlik kavramı tanıdık olanın yabancılığıyla ilişkilidir. Abel’in tekinsizliği, geldiği ilk andan itibaren hissedilir. “Abel” ismi “Habil” anlamına gelir ve Abel, bir yansıma gibi tam da Joseph’in yağlı boya resim yapmaya başladığı yaşlardadır. Çocuk olduğu yer yer vurgulansa da zekası ve söylemleri yaşından ileridir. Sanki aynı anda dürtüsel bir çocuk, bağımsızlık mücadelesi veren bir ergen ve manipülatif bir yetişkindir. Romanda Abel’in yaşı dışında geçmişine dair de kesin ya da detaylı bir bilgi verilmez. Bu tekinsiz, köksüz, zamansız hâliyle adeta Joseph’in saldırganlığının dış dünyadaki temsili gibidir. Yaşanan onca şeye rağmen Joseph, Abel’i evden göndermez.
“O sadece hayatımın bir parçası olmakla kalmamış, düşüncelerimin de bir parçası haline gelmişti. Onu evden atmakla, elimi kesip atmak ya da duygularımı ve hatıralarımı söküp atmak arasında bir fark göremiyordum. Dahası, bir açıdan bakıldığında, o bende -şimdiye dek anlattıklarımdan çok daha kötülerini de yaptığım- birtakım şeytani heveslerin doğmasına sebep olmuştu ve bunların üstesinden gelmemde de bir rolü olması gerektiğine inanıyordum; hala da böyle düşünüyorum.” (s. 140)
Abel’in bir çocuk mu yoksa yetişkin mi olduğunun tayin edilemeyişi, Joseph’in ona çocuk gibi davranmasıyla da ilgilidir. Hayatına bir yetişkin gibi dahil ettiği, birlikte kitaplar hakkında konuşabildiği, zekası ve bilgisine hayranlık duyduğu Abel’i çocuk olarak görmek, Joseph’i de yetişkinleştirecektir. Oysa ara sıra gelen “oğlum” vurgusuna rağmen nesil farkını çizecek bir yasa ne Joseph tarafından gelir ne de Abel tarafınca kabul edilir. Roman boyunca Abel ve Joseph, neredeyse Habil ve Kabil gibi, birbirilerinde denk rollerdedir. Bu denklik, roman boyunca okuru bir taraf seçip onun yanında durma konforundan da mahrum bırakır. Şiddet adeta bulaşıcıdır. Joseph’in babasının yakalandığı tüberkülozun annesini de öldürmesi gibi, Abel’den Josephe’e sıçrayan şiddet, dilemmasıyla okura da hikaye boyu kendi saldırganlığının sınırlarını sorgulatır.

Ve nihayet roman, akıllarda ikircikli bir soru bırakarak noktalanır: Şiddeti durduran şiddet meşru mudur?
“Abel, bir fahişeden tüberküloz kapmanın ahlaki sonuçlan hakkında ilginç bir noktaya değindi: Çok hasta bir adam vardır ve bu adam bir fahişeyle görüştüğünün öğrenilmesinden utandığı için hasta olduğunu kabul etmez, bu yüzden de hastalığı ailesine bulaştırır; dolayısıyla utandığı bir şey onu utanç verici başka bir şey yapmaya iter – kötülük kötülüğü doğurur.” (s. 61)
Kötülüğe dair ahlaki sorgulamayı tüberküloz çerçevesinde okumamız da bu ölümcül bulaşıcı hastalığın şiddet temsili bir metafor olduğunu anımsatır gibidir. “Her yıl milyonlarca insanın ölümüne sebep olmasına rağmen, son derece sessiz, mütevazı ve kabullenilmiş bir hastalık olduğundan, diğer ölümcül salgınlar gibi toplumsal bir karmaşaya ya da gelecekle ilgili bir endişeye asla yol açmamıştır. Daima insani bir durum olarak algılanmış ve son derece doğal karşılanmıştır. Bazı doktorlar onu yok etme hayali kursalar da, onsuz bir hayat düşünülemez.” (s. 175) söylemi, aslında tüberküloz yerine kötülük öznesiyle okunabilir nitelikte.
Tüberküloz, özellikle 19. yy itibarıyla edebiyatta sıkça işlenen bir hastalık. Viktorya Dönemi İngiliz romanlarından Notre Dame’ın Kamburu’na (Victor Hugo), Sefiller’den (Victor Hugo) Budala’ya (Fyodor Dostoevsky) çeşitli kült eserlerde; Türk edebiyatı için de de örneğin Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda (Peyami Safa), Aşk-ı Memnu’da (Halid Ziya Uşaklıgil), çağdaş dönem içinde Füreya’da (Ayşe Kulin) bu hastalığa rastlamak mümkün.
Korkutucu semptomlar yaratmayışı ve ıstırapsız sonuyla zarif bulunan, genellikle aşk ve tutkuyla ilişkilendirilen hatta romantize edilen tüberküloz, Kralın Laneti’nde de saygınlığını koruyan bir yere sahip.
Romanda anne ve babasının tüberküloz yüzünden ölmesiyle Joseph, bu hastalığa karşı takıntılı bir ilgi besler. Hastalığın tarihine ve doğasına hayranlık duymaktadır. Bu bir yandan telafi, bir yandan bilginin gücüyle kuşanılan savunma mekanizması gibidir. Abel’e de araştırmaları için “‘Sadece bu sebeple okumaya başlamıştım, (…) Ama hemen sonra hastalığın gerçek kişilere bulaştığını unutuverdim.’” (s. 44) der Joseph. Bir yandan da bulaşması için yakın temas gerektiren bu hastalığı sosyal bağlarla ilişkilendirir. “İnsanlar ne kadar yakın ve samimi bir şekilde yaşarsa, sanki iyilik mantıksal olarak kötülükle eşleşmek zorundaymış gibi, hastalığın yayılması da o ölçüde artar.” (s. 176) Sosyal temasla bulaşabilecek kötülüklerden, kötü kısmi nesnenin zulmünden sakınabileceği son derede korunaklı yaşamı içinde Joseph, kötülük hastalığına evinin içinde yakalanır. Ya da belki bu hastalığın asıl taşıyıcısı Joseph’tir ve Abel, semptomları görünür kılan bir aracı rolündedir, kim bilir?
“İnsan benliğinin ve kimliğinin herhangi bir dengesi ya da temel yapısı var mıdır; yahut birey olarak adlandırabilecek değişmez bir öz olabilir mi?” (s. 176)
Romana ismini veren “kralın laneti” ifadesi, tüberkülozun kralın dokunuşuyla iyileşebileceğine dair eski bir inançtan gelir. Başlangıcı bilinmeyen bu temas şifası fikri tüberküloz salgını sırasında özellikle 18. yy. İngiltere’sinde oldukça kabul görmüş, halk tarafından II. Charles ve Kraliçe Anne’in de hastaları bu yöntemle tedavi ettiği düşünülmüştür. Romanda ise temas, şifa vermesinin aksine lanet bulaştıran niteliktedir. Bu inanç için “Artık onu, kralın işlediği ya da en azından işlenmesine izin verdiği bir günah olarak görüyordum.” der Joseph. Ona göre “Ülkesini tanrısal bir hakla yöneten bir kral, ülkesinde olup biten her şeyden, hatta doğal hastalıklardan bile sorumlu olmalıdır.” (s. 177).
Freud (1913), hem kutsal hem kirli olan tabuyla temas etmenin, kişiyi lanetleyeceğine dair dehşetli bir inançtan bahseder. Krallar da babanın bir totemi olarak bu lanetli güce sahiptirler. Haliyle kralla temastan korunmak gerekir, bu mümkün olmadığında da laneti engelleyecek bir tören icat edilir. Rahip kralın evine ayak basanın öleceği fakat içeri giren kişi sol omuzunu açarsa ve rahip kral buraya dokunursa bu lanetin savuşturulacağı inancını örnek verir Freud. Kişinin toteme dokunması ölümcül bir tabuyken totemin kişiye teması karşıt bir anlamla yüklenip şifalı dokunuşa evrilmiştir. Ona göre bu hükümdar tabusu, kraldan korunmaktan ibaret değil, kralı korumakla da ilgilidir. Zira kral, Joseph’in de sorumlu tuttuğu gibi, halkın iyiliği ve kötülüğü üzerinde tanrısal bir güce sahiptir.
“Yani kral yalnızca iyi işler yapmaya çalışıyor olabilir, ama ülkesinin bir köşesinde bir adam, adı sanı bilinmeyen bir hastalıktan ölürse, bu onun günahıdır. Birisi bir cinayete kurban giderse, bu onun günahıdır. Bunun tam tersi de olabilir: Kral sadece kötülük yapmayı düşünen zalim bir kral bile olsa, yine de ülkesinde çiçekler açmaya ve kadınlarla erkekler birbirlerine aşık olmaya devam edecektir. Bunlar da onun sevaplarıdır. Sanırım ne tek başına iyilik, ne de tek başına kötülük diye bir şey vardır. Bunlar birbirlerinin gölgesi olduğundan, biri olmadan diğeri var olamazdı: İyilik ve kötülük birbirlerinin ayrılmaz parçasıdır.” (s. 177-178)
Joseph hastalık ve şifa, lanet ve lütuf, iyilik ve kötülük kavramlarını sorgularken tüberkülozu kralın, şiddeti Abel’in etkinliğine bırakır. Böylece kendi saldırganlığına karşı da edilgen bir tutum takınır ve suçluluk duygusunu hafifletmeye çalışır. Buna yönelik bir başka girişimi de Abel’in adını çocuğuna vermek isterken çıkar karşımıza. Diana ona Yahudi geleneklerinde yeni doğan bebeğe yaşayan birinin ismini veremeyeceklerini söyler. Oysa Joseph, Abel’i tıpkı Kabil’in Habil’e yaptığı gibi öldürmüş ve gömmüştür. Abel’le birlikte Joseph’in saldırganlığı da gömülür. Bilinçdışı ormanında yarattığı mezar öyle derinlerdedir ki Joseph kasabayı terk ederken mezarı son bir defa görmek ister fakat bulamaz. Bastırma mekanizması devreye girmiştir, suç yoksa suçluluk da yok demektir.
2024’ün Haziran’ında Zeynep Enez çevirisiyle Jaguar Kitap’ta yeniden yayımlanan Kralın Laneti, Amerikalı yazar Will Heinrich’in ilk romanı. Bir nevi okurla ilk temas olan bu roman, lanetli ve şifalı bir dokunuş gibi. Okuru karanlık bir ormanının kıyısında kendiyle yüzleştiren sarsıcı, sürükleyici ve etkileyici edebi deneyim.
Çağnur Denişik
(pskcagnur@gmail.com)
Kaynaklar:
- Freud, S. (1905). Cinsellik üzerine üç deneme. S. Budak (Haz.) Cinsellik üzerine: Cinsellik teorisi üzerine üç deneme; fetişizm, bekaret kabusu, kadın cinselliği ve diğer çalışmalar içinde, (s. 29-151). İstanbul: Öteki Yayınevi.
- Freud, S. (1913). Totem ve Tabu. (A. Tekşen Kapkın, Çev.) Dinin Kökenleri içinde, (s. 41-151). İstanbul: Payel Yayınları.
- Freud, S. (2011). Uygarlığın Huzursuzluğu. (H. Barışcan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 1930 tarihlidir.).
- Heinrich, W. (2024). Kralın Laneti. (Z. Enez, Çev.). İstanbul: Jaguar Kitap.
- Klein, M. (1957). Haset ve şükran. S. Kılıç (Haz.) Nesne İlişkileri Haset ve Şükran ve diğer yazılar 1946-1963 içinde, (s. 222-297). İstanbul: Öteki Yayınları.




İlk yorum yapan olun