
Erendiz Atasü
Ahmet Büke’nin Deli İbram Divanı, Türk edebiyatının son yıllardaki roman verimi içinde hemen seçilen önemli bir örnek. Vedat Türkali Ödülü zaten bu öneme işaret ediyor. Deli İbram Divanı, insanı sadece toplumsal ilişkiler içinde değil, doğanın içinde ve diğer canlılarla ilişki içinde kavrayışıyla, Yaşar Kemal’den, Halikarnas Balıkçısı’ndan, Yaman Koray’dan hatta Hemingway’den (İhtiyar Adam ve Deniz) esintiler taşısa da yepyeni, kendinden başka hiçbir eserle kıyaslanamayacak bir yapıt. Anlatılan, 1950’lerin Türkiye’sinde, Egeli yoksul bir balıkçı ailesinin çocuğu olan Osman’ın yetişkinliğe ulaşmasıdır bir bakıma. Ancak bu yüzeyin altındaki asıl tema, çarpık kapitalizmin hız kazanmaya başladığı 1950’lerde, açgözlülüğün emeği, emekçileri nasıl sömürerek doğayı tahrip edişidir. Yani bugün fiilen yaşadığımız, acı bir durumun kökleridir. Romanın adındaki divan sözcüğünün yapıtla ilişkisinin irdelenmesini edebiyat bilimcilere bırakarak, şunu vurgulamak isterim.
Romanı okuyup bitirdikten sonra bende kalan duygu Osman’ın ya da Leyla’nın dramındansa, yoksulluğun değil de yoksulların, doğanın ve doğayla uyumlu yaşam tarzının kahredilmesine duyduğum şiddetli tepki oldu. Sanki roman değil, bir “destandı” okuduğum, bir halkın hikâyesiydi. Bu izlenim yapıtın değerini gölgelemez. Gölgelemez çünkü yazarımız çarpık ve cahilce bir sanayileşme uğruna insanların ve doğanın kahredilişini okurun hem zihnine hem duygularına seslenerek verebilmiştir.
Peki destansı etkiyi yaratan nedir? Kanımca bireysel duygu değişimlerinin, duygu alaşımlarının üstünde fazlaca durulmaması. Ancak kahramanlarımız, yaşam/ölüm makasının iyice daraldığı bir hayatın insanlarıdır. Dar koşullarda yaşam savaşı veren insanların duyguları, kök duygulardır, dallanıp budaklanacak, çeşitlenecek zamanı bulamaz ki duygular… Romandaki biraz deli, çokça bilge Deli İbram karakteri var olabilecek tüm duyguları sindirmiş bir halk adamı, bir ayrıksı örnektir. Hemen belirteyim ki ana duyguların aktarımında roman çok başarılıdır: Örneğin, anasız babasızlığın acısının kısa ama yoğun ifadelerle verilmesi:
Anasızlık kuyunun dibinden sessiz dünyanın gürültüsünü dinlemekti. Yukarısı günlük güneşlik, ama Leyla’yı oradan çekip çıkaracak ana eli yok… (s. 111)
Yetimlik, öksüzlük, melodrama düşmeden ancak bu kadar yoğun anlatılabilir.
Destansı etkiyi yaratan bir diğer öge, anlatılanların bir kökünün doğaya dayanmasının yanında, diğer kökünün bugün yaşadığımız hayatın başlangıcına yani yanmış yıkılmış Osmanlı’nın küllerinden doğan Cumhuriyetimizi var eden savaşlara uzanmasıdır. Osman’ın babası, Osman’ı büyüten Yusuf reis, deli namlı İbram, İstiklal savaşına, Çanakkale savaşına katılmışlardır. Korkmuşlardır, evet, çünkü insandırlar; ama kahramandırlar aynı zamanda…
Savaşta da barışta da kahraman: İkinci Dünya Savaşı’na katılmasa da savaş koşullarından fazlasıyla etkilenmiş yurdumuzda 1940’larda, yani gazilerin orta yaşında hatta yaşlılığında yaşanan, yoksulluk değil, yoksunluktur, kızıl açlıktır! (s. 21) Ve sonra ne olur, Ecz. Süleyman gibiler halkçı Cumhuriyet devrimini çalar!
Çarpık kapitalistleşme, herhâlde, Demokrat Parti’den çok önce uç vermiştir, ama gelişme koşullarını iyice bulması, bu partinin iktidarı ele geçirmesiyle başlar. Roman ucuz politikaya asla gönül indirmez, ama bu gerçeği edebiyatın meşrebince anlatır. Ecz. Süleyman ve benzerleri, asker sivil bürokrasiyi de kullanarak kurdukları yağ fabrikası için, hammadde olarak efsanelerin bir tür kutsallık atfettiği yunusları seçmişlerdir. Oysa yunuslar, doğanın dengesinde küçük balıkları kıyılara püskürtmekte, böylece kıyı köylülerinin dalyan balıkçılığı yapmasına imkân hazırlamaktadır. Köylüler, yalan vaatlere kanarak ya da gözleri korkutularak -hedefledikleri iktisadi girişim(!) adına elini kana bulamaya hazırdır ağalar, beyler ve onların paralı maşaları- bu işe alet olurlar. Yunuslar avlanır, soyları tükenir, küçük balıklar kıyılara gelmez olur, fabrika kapanır, balıkçı köyleri haritadan silinir, köylüler, büyük kente yani İzmir’e göç eder, kapıcılığa, sokak satıcılığına, inşaat ameleliğine, ev işçiliğine yollanır. 1950’lerde Türkiye’de yaşanan köyden kente göçün bir Ege çeşitlemesidir bu. Evet, roman bir halkın hikayesidir.
Peki Eczacı Süleyman şimdi ne yapacaktır? Vurgunu vurdu; şimdi yeni bir gecekondu sanayileşmesi örneğiyle uğraşacaktır herhâlde; roman zamanının sonrasında.
Romanın çok ilginç bir kurgusu var. Askerliğini yapan delikanlı Osman’la ve onun ortamıyla karşılaşırız önce. Sert bir emir-komuta zinciri. Osman’ın terzi olduğunu öğrenen komutanı yüzbaşı, ondan bir kadın paltosu dikmesini talep eder. Herhâlde pek usule uygun bir davranış değildir yüzbaşınınki. Okur, bu iş nereye varacak acaba derken, sanki anlatı düzleminde bir kuyu açılır ve içine düşeriz: Osman, komutanına çocukluğunu anlatmaktadır ve okur kendini 1930’ların yoksul Türkiye kırsalında bulur. Köstenceli (şimdiki adıyla Uzunada) çocuk Osman’ı açlıktan esirgemek isteyen anası, onu İzmir’de yaşayan eski bir denizci akrabasına, Yusuf Reis’e emanet eder. Yusuf Reis’in evinde Osman’la birlikte bir yetim daha yaşar: Leyla. İkisinin arasında ilerde, genç yetişkinlikte bir şeyler kıpırdayacağını sezeriz. Derken, gene sanki bir zaman kuyusuna düşer, gencecik Osman’ın balıkçılık deneyimini, koca bir yunusla olan macerasını okuruz; bütün sosyal ortam silinmiştir; hayat sadece derya, çocuk-delikanlı balıkçı ve balık arasındaki yani Osman ve koca yunus arasındaki can pazarından ibarettir!

Böyle zaman kuyularına ine ine, Çanakkale Savaşı’na kadar varırız, ve sonra kuyudan yukarıya 1950’lere, aç gözlü ve açıkgöz, yağmacı, erdemsiz bir çarpık kapitalistleşmeye çarparız. Doğayla insan arasındaki, işgalci düşmanla vatanı savunanlar arasındaki can pazarı, yoksullarla varsıllık merdivenini ne pahasına olursa olsun tırmanmaya azimli aç gözlü açık gözler arasındadır artık!
Romanda ilk bakışta inandırıcı olmayan öge, dapdaracık yaşam/ölüm kıskacında, kolayca ölen ve öldüren adamların dünyasında büyüyen Osman’ın, amiri teğmenin ondan talep ettiği cinayeti işlemekten kaçınması değildir de -Osman temiz yürekli bir delikanlıdır- onun bu işten sıyrılmak için kurduğu düzendir. Roman bizi Osman’ın ayrıntılı plan yapıp uygulayacak kişilik yapısıyla karşılaşmaya hazırlamamıştır. Ne gam, imdadımıza Deli İbram karakterinin hem gayet inandırıcı, aynı anda masalsı karakteri yetişecek, roman hem gerçekçi hem masalsı bir sonla Osman’ın yol göstericisi olan Deli İbram’ın doğaya karışmasıyla bitecektir. Deli İbram gibilere, insanların kurduğu bu yeni dünyada yer kalmamıştır; ama onlar pes etmez. Deli İbram derya ile bütünleşirken, Osman’a el verip de öyle mi sığınacaktır doğanın kucağına?
Roman özgün bir sonla kapanır. Özgünlük edebiyatta, alışılmış değerlendirmelere sığmayan bir ögenin yapıtın diğer kısımlarıyla kaynaşarak alışılmamış bir güzellik yaratması değil de nedir?
*Ahmet Büke, Deli İbram Divanı, Can Yayınları, 6. baskı, 2022.
İlk yorum yapan olun