
Aytuğ Tolu
Şükrü Erbaş’ın Yarasaların Avlusunda adını taşıyan 80 sayfalık şiir kitabı 2025’in Şubat’ında Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. “Kenar Notları,” “Bulanık Suların Derini” ve 27 parçalık “Yalımlar” adlı üç bölümden oluşan bu kitabın son bölümünde mensur şiirler yer alıyor. Kitabının adında geçen “yarasa” sözcüğü hakkında şair şu bilgiyi veriyor: “Yarasalar çıkardıkları seslerin nesnelere çarpıp dönmesiyle yollarını bulurlar.” (s. 7).
Bu bilginin bilimsel temelini Dr. Tuba Sarıgül (2020) şu şekilde açıklıyor:
“Yarasalar yönlerini belirleyebilmek ve çevrelerindeki besinleri tespit edebilmek için yankıyla konum belirleme özelliğini kullanıyor. Bu sayede tamamen karanlık bir ortamda bir sivrisineğin bile yerini belirleyebiliyorlar. Yarasalardan çıkan ses dalgaları bir nesneye çarptığında yansıyor. Yarasalar yansıyan sesi duyduklarında nesnenin yerini, büyüklüğünü ve hatta şeklini belirleyebiliyor.”
Şükrü Erbaş’ın bu kitapta ele aldığı temel sorun varoluş ve ölüm gerçeğidir. Bu bağlamda yarasanın şiirde yer alması bilinçli bir tercihin ürünüdür. Geleneksel ve evrensel şekilde insanın düşünme yapısında ölüm, karanlık (gece); yaşam, ışık-aydınlık (gündüz) ile eşleşir. Şairin, ölüm gerçeği etrafında inşa ettiği şiirlerde ölüme yaklaşmış bireyin hüznü ve yaşamın anlamının sorgulanması dikkat çeker. Şiir öznesiyle yarasa arasında kurulan ilişkide ölümün karanlığa açılan kapısında sesin önemi vurgulanır. Görmek, tanıklık etmektir; ses ve kavram sanatı olan şiir ise dünyaya eser/iz bırakmaktır.
Ölümün kıyısında çıkarılan seslerin insanın iç dünyasında yankılandığı, şair tarafından şu şekilde ifade edilir: “Siyah ipek uçuşlarıyla/ Karanlığı biçen yarasalar var bir de/ Kendi içime yolculuk yapmayı da/ Yarasalardan öğrendim.” (s. 13). Bu dizelerde yarasalar karanlığı (insan da ölümü) biçer çünkü yarasalar karanlıkta uçar, karanlığın içinde görünmeden yaptıkları inişli çıkışlı uçuşları “siyah” ve “ipek” kavramlarıyla nitelenerek halk arasında ölümle ve uğursuzlukla ilişkilendirilen bir kuş, şair tarafından olumlu çağrışımlarla eşleştirilir. Aynı şekilde yarasaların yaşadığı yerlerin izbe ve ürkütücü olduğu gerçeği söz konusudur. Ölüm de insan için ürkütücüdür çünkü şairin de belirttiği gibi “İnsanın en büyük trajedisi öleceğini bilerek yaşamaktır.” (s. 66). Bu açıdan yarasaların avlusunda yaşamak, çıkarılan sesin yankısının sahibine bumerang gibi geri dönmesinin bilincinde olmaktır. Bu yüzden seslenilen/muhatap da sesin sahibidir. İletilen sesin göndericisi ve alıcısı aynı varlıktır çünkü insanın evrensel ve bireysel gerçeği olan ölüm konusundaki duygularının/çığlığının yankılandığı duvarlarla çevrili kapalı alan insanın iç dünyasıdır (ek olarak mezar/lık çağrışımı): “Yarasaların avlusunda/ İçimize bağırıyoruz:/ Ölüm ile ayrılığı tartmışlar…// Kapılarımız/ Gidenlerin yeni şarkılarla döndüğü/ Zamanlara açılmıyor artık.” (s. 15).
Bu düzlemde “bırakıp gitme” üzerinden işaret edilen ölüm gerçeği “Puhu kuşlarının akşamında.” (s. 16) dizesindeki ölümle ve uğursuzlukla algılanan (halk arasında) “puhu” (baykuşgillerden bir kuş) ile ilişkilendirilir. Şairin “hiç gelmemişe dönmek” diye işaret ettiği ölümün karşısında insan, bir yalnızlık lekesi olarak Leke şiirine yansır; bir gün zaman susup leke kuruyunca dünya biter çünkü dünyanın son cümlesi ölümdür. Kendi iradesi dışında dünyaya gelen insan, dünyaya atılmış bir varlık olarak yalnızdır ve ölüme de yalnız yürür. Bu ve bir başka şiirde Bâkî’nin “Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal/ Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” dizelerine telmihte bulunularak “Bir gün/ Herkesin öldüğü bir eski sokakta/ Dönüp gelmeyen bir yankı.// Hepsi bu…” (s. 32) ve “Merhaba, dedi/ Ben insan yalnızıyım/ Zamanın dilsiziyim/ Anlam gerekmiyor/ Sadece bir ses/ Uçuruma bir soluk/ Baksam yeter.” (s. 50) dizeleri oluşturulur.

foto: poetryinternational
İlk şiirde geçen, herkesin öldüğü eski bir sokak dünyayı, dönüp gelmeyen ses ise ölümü çağrıştırır. Bu psikolojinin dilsel ifadesi olan “Hepsi bu…”, üç noktayla bitip Gülten Akın’ın “Bir roman kadar uzun bu tümce/ Sonra işte yaşlandım” dizelerini hatırlatır. İnsan yaşamı bir gün gibi algılanır. Bu süreç bağlamında Şükrü Erbaş’ın şiirlerine yansıyan yaşam-ölüm gerçeği “kandil, ateş böcekleri, gece, akşam, ışık tomurcuğu, yıldızların ışıyan şarkıları” gibi kavramlarla eşleştirilip şiirin kavram haritasına yerleştirilir. Bu düzlemde “ses” kitaptaki şiirlerde şu görevlere sahiptir: Sesin; muhatabına ulaşması öleceğinin bilincinde olan yaşayanlarla söyleşmenin, insanın içinde yankılanması ölüm gerçeğinin bireyselliğinin vurgulanmasının aracı olmasıdır. Bunlara ek olarak ses ve kavram sanatı olan şiirin yazılması da dünyada eser/iz bırakmanın aracı olmasıdır, şiir (ses) karanlığı yırtan bir mevzide konumlandırılır.
Ölüme yalnız yürünmesi bağlamında kitaptaki şiirlerde en sık geçen kavramlardan biri “yalnızlıktır”. Bu yalnızlık tanrının ve babanın mirası olarak ölüm karşısında tutunmaya çalışan insana verilir: “Budur bizim büyük hapishanemiz/ Tanrı, yalnızlığından üfledi/ Hepimizin mutsuzluğunu” (s. 19) ve “Babamın bize bağışlayacağı büyük yalnızlığa/ Çok az kaldığını bilmeden/ Babamı sessizce sevmeye çalıştım.” (s. 27). Bu dizelerde dikkat çeken noktalardan biri ölüm ve yalnızlık gerçeğine insanı doğuran “varlıkların” sevilmesinin insan açısından bir tür “çelişki” taşımasıdır fakat bu yalnızlığın bile olmadığı yer ölümdür. Bu yüzden “Yalnızlık Bile Yok” şiirinin sonunda ölüm “böyleyse” tanrıya hiçbir şikâyetinin olmadığını bildiren bir şiir öznesi görülür. Ölümden önceki son anlar zamanın göreceliliğiyle ilişkilendirilerek canlandırılıp öyküleştirilir: “Ne kadar sürdü bilmiyorum/ Bir saniye, bin yıl/ Zaman yoktu/ Yüksek ateşle bayılmıştım.// Ölüm böyleyse iyi, dedim/ Acı yok. Bellek yok/ Arzu yok. İnsan yok/ Unutmak yok hatırlamak yok/ Yalnızlık bile yok.” (s. 37). Bu dizelere yansıdığı şekilde ölüm tam olarak “sıfır” noktasıdır, yaşamı “yutan elemandır”. Sıfıra yaklaşacağının bilincine erişilip gerçekle yüzleşilen yaşlarda dünyanın ve maddenin sürekliliği “ışık” kavramı merkeze alınarak materyalist bilinçle dizelere dökülür: “Ben görsem ne, görmesem ne/ Kandil sönecek bir gün/ Ama dünyamızda ateş böcekleri/ Hep yanacak.” (s. 12). Tekilin yaşamı “kandil” kavramıyla eşleştirilir, kandilin ışığının süresi yakıtı kadardır ve gelip geçicidir çünkü kandilin ışığı yapaydır; hayatın sürekliliği “ateş böcekleri” kavramlarıyla eşleştirir, ateş böceklerinin ışığı doğaldır ve süreklidir.
Yalnızlık “yaşarken” aşılırken varoluşunun farkında olan insanın öz/anlam inşa etmesi yolunda doğayla ve insanla bütünleşmesinin önem kazanır (Buna ek olarak kitap ve bilgi sevgisi de şiirlerde hayata tutunma biçimi olarak yer alır): güller gibi kokmak, akmayı akarsulardan öğrenmek, gökkuşağının ve börtü böceklerin farkına varmak, köpeğin bakışlarındaki merhamete fark etmek, sizi seven bir hayvanınızın olması, sabahları pencerelerde müjdeleyen saka kuşları, bütün varlıklarıyla doğaya secde edilmesi, insanın kötülüğünden doğaya ve kendine yöneliş/çekiliş… Doğayla bütünleşmenin önemli nedenlerinden biri “kalbi kötü” insanları cehennem olarak tarif eden, insandan yana hayal kırıklığı yaşayıp umutsuzluğa düşen öznenin duygudurumudur, bu bütünleşmede/çekilişte/sığınmada “kalbindeki cevheri” bulma arzusu itici güç olarak şiire işlenir fakat yalnızlık aşılırken onunla bütünleşme bir tür simya işlemi gibidir:
“İnsana inanma!
– Neden?
Sevgisiz bırakır seni.
– Kime inanacağım peki?
Otlara böceklere yağmurlara
Taşlara hatta
Çocuklara, uzaklara…
– Zaten yalnızım
Onlar benimle konuşamaz ki.
Ne güzel işte
Sen konuş onlarla
Yaşamak böyle başlar
Hayal böyle, hatıra böyle.
İnsan nasıl bulur yoksa
Kalbindeki cevheri.” (s. 28)
Bu dizelerde görüldüğü gibi ses, başka bir açıdan değerlendirilir. İnsanın doğayla söyleşmesinde muhatabın dilsiz olması dikkat çekicidir. İnsanın kalbindeki cevhere ulaşmasının yolu, içsel yolculuğun haritasının/rotasının yer aldığı doğayla bütünleşmekten geçer. İnsanın çevresini kaplayan kalabalık bazen gürültüye dönüşüp kendine yabancılaşmaya neden olur. Bu bağlamda kent; çocukluk masumiyetinin kaybedilerek insanların büyüdüğü, herkesin boğulduğu sokakların olduğu bir yerleşim birimi olarak yabancılaştırıcı bir etkiye sahiptir fakat insan mekâna yerleşirken hayata yerleşemez. Işıklarıyla, caddeleriyle, kabalıklarıyla genişledikçe büyük acılara yol açan kent doğanın karşıtıdır.

Şükrü Erbaş’ın son şiirlerinde insan(lar)a duyulan sıcaklığın, dostluğun ve içtenliğin yanı sıra kırgınlık, hayal kırıklığı ve sitem de vardır. Bu sitem bazen öfke diline kadar ulaşsa da hedefe alınan insan tipi; doğaya ve insana zarar veren, başka bir insan için cehenneme dönüşen, ölülerin bıraktığı inceliği yaşarken ortaya koyamayan, masumiyeti ve güven duygusunu suistimal eden, birbirinin kurdu hâline gelen (Thomas Hobbes’a gönderme yapılarak) yapıya sahip olanlardır. Bu açıdan yaklaşıldığında şiir öznesinin insandan başka cehennemi olmadığı gibi insandan başka cenneti de yoktur; cennet algısını sağlayan insan tipi, başka bir insanın acısını paylaşıp alarak hayata tutunmada ve anlam arayışında yol arkadaşlığı yapandır. Gözyaşının Billurunu Anlamadan şiirinde cehennem kavramıyla eşleştirilen insanın ruhu “yoksul, balçık, kirli, çorak, aptal” sıfatlarıyla nitelenip her nitelemenin altına yerleştirilen üç dizede bu nitelemenin nedenleri vurgulanır. Böyle bir ruha sahip insanlar; doğa için ölüm/yıkıcı olan, dik kafalı cehalet sahibi, sevgisiz, güzelliklere ve doğaya kapalı, acıyı bilmeyen, kendi kendinin cezası olarak yaşayan fakat ölmeyecek gibi yaşayan yani öleceğinin bilincine varamayan, kendi varoluşunun üzerine düşünmeyen negatif bir toplamın parçalarıdır çünkü iyi de kötü de olunsa her insan kendini “biricik” olarak görür, bu da bir yanılsamadır. Oysaki şaire göre öleceğinin bilincinde olmak hatta belki de ölümden sonra “hiçleşeceğinin” farkında olmak, güzelliğe düşman olmaya değil yaşamı sevmeye kaynak olur; ölüm bilinci, insana yaşamı ve güzellikleri sevdirir. İnsan önce mucizevi şekilde dili, sonra icatlar ve doğa sevgisi aracılığıyla anlamı ve duyguları yaratmıştır. İlgili dizelerin devamında yaşama iz bırakmanın önemi vurgulanıp yaşama dokunmanın anlamla ilişkisine değinilir: “Ve ben ondan sonra insanı anladım/ Ve ben ondan sonra bütün varlıklarıyla/ Doğaya secde ettim./ Ve ben şiir yazdım ‘üç nokta beş harf’/ Bir anlam da ben kattım dünyaya/ Elbette biliyorum, bir gün mezar taşına bacağım.” (s. 59). Yaşıyorken sevgi dilini geliştirmek yaşama anlam katar fakat hiç sevmeden-sevilmeden yaşamı terk ediyor olmak ölümün yanına bir acının daha eklenmesine yol açar çünkü ölüler kimseyi sevemeyecek durumda olanlardır. Bunun bilinciyle yaşayan öznenin yaşamı ıskalamaması önem arz eder. Yaşamı yabancılaşmadan sürdürmeye çalışan insan, Freud’un işaret ettiği gibi ölüm ve erosun farkında olarak yaşar. Bu da Şükrü Erbaş’ın şiirine “Bir kadının ağzında donan arzuyla kurdum” (s. 30) dizesinin yerleştirilmesiyle yansır. Acı da arzu da “ölümün rahminde” yaşanır, bu çelişkiye rağmen yaşamın güzellikleri âşık olduktan sonra fark edilir, bu aşamada insan aşk sayesinde kendine ayna tutup kendini tanımaya başlar.
Yeni bir burca girdiğini ve bunun ihtiyarlık burcu olduğunu şiir öznesine söyleten Şükrü Erbaş’ın Yarasaların Avlusunda kitabı; ölümün kıyısında yaşamın anlamının sorgulandığı, yaşamı sevmenin ölümden kaynaklandığı, Yedinci Mühür filmi ve Deli Dumrul anlatısında işlendiği gibi ölümün kaçınılmayan bir gerçek/son olduğu şeklindeki ifadelerin etrafında geliştirilen şiirlerden oluşur. Kitabın son bölümündeki 27 parçalık mensur şiirlerde -aforizmalar da içerecek şekilde- manzum bölümlerde ele alınan duygu ve düşünceler işlenir. Bunun yanı sıra güruh-kitle kültürü, sosyal medya, gösteri toplumu, yabancılaşma, bireycilik kültürü eleştirilir. Şair-okur ilişkisinde okurun rolüne değinilir. Bu bölümde yer alan parçalardan birinde seslerden bahsedilirken Kürtçe iki sözcüğün Türkçesiyle birlikte verilmesi bir kaygının ürünü olarak kitabın bütünlüğü içerisinde bir tür “uyumsuzluk” arz eder.
Sonuç olarak, Yarasaların Avlusunda şairin önceki şiirleriyle metinler arası ilişki kurulacak şekilde yaşama bırakılan izin, özün, zamanın, ölümün ve yaşamın estetize edildiği bir kitap olarak değerlendirilebilir. Şairin türkülerle ilişkisi şiirlere serpiştirilmiştir. Yaşlılık ve ölüm olgusunun şiire yansıması açısından önemli bir kitap olarak Türk şiirinde yerini alacak bir yapıttır. Şükrü Erbaş’ın kitaptaki son şiiri Kitabı Kapatırken… başlığını taşır. Bir tür amel defterinin kapatılmasını çağrıştıran bu başlıkta, yazmayı bir sınır ihlal olarak hayal gücünün ürünü diye tarif eden bir şairin başlığın sonuna yerleştirdiği üç nokta yine ölümün kıyısındaki belirsizliği vurgulayan sembol olarak belirir. “Bulanık sulardan” (geleceğin belirsizleştiği yaşlardan) hayata ışık tutan dizelerle, üç noktanın tek noktaya kadar indiği bir hayatta Şükrü Erbaş şairlik yaşamı boyunca ürettiği sesi son kitabında kayda almıştır.
Kaynakça
Erbaş, Şükrü. (2025). Yarasaların Avlusunda. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.
Sarıgül, Tuba. (02/03/2020). “İnsanlar Yarasalar Gibi Yankıyla Yer Belirleyebilir Mi?”. TÜBİTAK Bilim Genç, https://bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/insanlar-yarasalar-gibi-yankiyla-yer-belirleyebilir-mi#:~:text=Yarasalardan%20%C3%A7%C4%B1kan%20ses%20dalgalar%C4%B1%20bir,belirleme%20becerisine%20sahip%20oldu%C4%9Fu%20biliniyor Erişim Tarihi: 26. 02. 2025