
Emre Ağanoğlu
Kasırga Mevsimi’ne fazla gecikmeden kavuştuğumuz için şanslıyız. Sırf Fernanda Melchor’u son çeyrek yüzyılın en güçlü Latin Amerikalı yazarlarından biri olarak gördüğüm için kurmuyorum bu cümleyi; her yazınsal evrenin, ona aşina olmayanları kendi özerkliğine ikna edecek bir kapısı olduğu gibi, tali kapıları da olur. Eşiği nispeten dar o girişlerin okurları iyi, hatta büyük yazarların evrenine yabancılaştırdığını çok gördüm. Dolayısıyla, Melchor’u Türkçeye ilkin -şimdilik- başyapıtıyla, Kasırga Mevsimi’yle taşıyabilmemizi önemli buluyorum.
Dört dörtlük bir dava dosyası var karşımızda. Dava dosyası demem boşuna değil, zira La Matosa’lı gençlerin Cadı olarak bilinen bir kadının cesedini bulmasıyla açılan roman, ilk katmanında elbette bir polisiye. Meksikalı yazar bir dedektifin bakış açısına saplamayacak ama bizi, okurların payına farklı karakterlerin bakış açılarından, yaşantılarından mürekkep bir kaleydoskop düşecek: Uyuşturucu bağımlısı Luismi; cinsel tacizin paramparça ettiği Norma; dindar annesinin boyunduruğunda nefes alamaz hâle gelmiş Brando, diğerleri. Her biri kâh cinayete sokulup kâh kendi geçmişine dönerken Melchor’un onları iç içe olgunlaştırması ayrı; fakat her şeye rağmen Cadı’nın romanı, Kasırga Mevsimi. Hem de metne varlığıyla değil, ölümü vesilesiyle dâhil olmasına rağmen. Başkalarında bıraktığı izle cisimleşebilen bir güç kaynağı o. Hazırladığı ilaçlarla, yaptığı yasadışı kürtajlarla, düzenlediği esrik şölenlerle La Matosa’yı La Matosa kılan güçlerin en kuvvetlilerinden olmasına rağmen, Şeytan’ın kızıdır herkes için. Bir yönüyle Dracula’nın soyundan geldiğini söyleyebilirim onun. Transilvanyalı gibi, o da namevcut çünkü; o da Transilvanyalı gibi, kendisininkinin değil, başkalarının hayatının başrolünde.
Estetize edilmiş şiddetin klasikleşmiş örneklerinden bir liste hazırlamakta okurların zorlanacağını sanmıyorum. O romanları şiddet pornografisi olmaktan çıkarıp okunması kaçınılmaz yapıtlar hâline getiren, bedenin maruz kaldığı zulmü albenili hâle getirmek değil kuşkusuz; zihindeki zulüm çarklarını kıpırdatan her neyse, hepsini evrensel düzeye taşıyabilen o okunaksız edebi reçeteler arasından, Melchor kendine okurları anlatıcısıyla değil, cinayetin kıyısına dek sokulanlarla baş başa bırakmayı seçmiş. Luismi’nin trajik öyküsü, Norma’nın akıl almaz tahammülü, Brando’nun öfkeli arzuları, diğer karakterlerin daha ilk bakışta göze çarpan özellikleri, başıboş bir kalemin ucunda karikatürleşebilir kuşkusuz. Ne var ki romanın her biri tek paragraftan oluşan hacimli bölümleri, karakterleri biçimlendiren duyguların çekim gücüne yakalanmışçasına sürüklüyor okuru.
Çekim gücünden, döngüsel bir anlatıdan bahsetmekle derin bir kuyunun çeperinde gezinmeye başladığımın farkındayım. Çoğu iyi yapıt gibi, Kasırga Mevsimi’nin de kestirilemez sayıda başyapıttan beslendiğine dikkat çekmeliyim hemen. İlham kaynaklarına yönelecek okurlar yazarın ifadelerini kendine kılavuz seçmekle, Capote’yle, Márquez’le yetinebilir kuşkusuz. Haksız da değiller üstelik, yazarın, ilham kaynağının yerel bir gazetedeki cinayet haberi olduğunu bizzat söylediği hatırlanırsa, Soğukkanlılıkla’nın esintisini hissetmemek elde değil. Márquez’in, merkezine mekânı yerleştirdiği romanlarını da. Ne var ki Melchor’un romanının yola çıktığı kaynakları taklit etmediğini, her birine dipnot koyduğunu belirtmeliyim.

Yukarıda saydıklarım bir yana, akla gelecek ilk ismin Cormac McCarthy olması kaçınılmaz. İki yazar arasındaki belirgin bir farka dikkat çekmek istiyorum ama. McCarthy yola çıkış noktası olarak Kitabı Mukaddes anlatılarına yönelmekten vazgeçmedi. Bunun karşılığında, Melchor sırtını esas itibarıyla natüralizme dayamış görünüyor. Medeniyetin doğaya karıştığı hatta sıkışıp kalmış, var olmasına ramak kalmışken kayıtsız doğaya teslim olmuş bir bölgedir La Matosa –ki, bu özelliğiyle onu Faulkner’ın Yoknapatawpha’sının, Bolaño’s Ciudad Juárez’inin sınır komşusu da sayabilirim.
Kasırga Mevsimi’nin kalemimi kübizme doğru çekiştirdiği şu yazdıklarımdan anlaşılıyordur sanırım, gelgelelim Melchor’un romanına plastik sanatlardan bir eşdeğer seçmem gerekirse, kübizmden ziyade o art’ı işaret etme taraftarıyım. Romanı oluşturan zihinlerin her biri başka bir nirengi noktası üzerinde yükselse de, paramparça bir yazı değil, ilk sayfası ile son sayfası arasında, tek bir yatak boyunca akabilsin diye kurulmuş yekpare bir yapı var karşımızda. Op art demem bundan: Bilgi kırıntıları sürekli hareket hâlindeki varsayımlara değil, hikâyenin ta kendisine dönüşedursun, Picasso’nun gücünü bilinçdışından alan olasılıklar evreninin değil, örneğin Julio Le Parc’ın hareketi telkin eden durağan yapıtlarının komşusu hâline geliyor, Melchor’un romanı.
Kasabalıların hem geçmişlerine hem de geleceklerine bu ölçüde kayıtsız bir uzama sıkışıp kalmalarına günah keçisi ararken Cadı’da karar kılmasını okurların yadırgamayacağını tahmin ediyorum. Hem yaşamasız doğasıyla, hem geçmişinin burada değinmeyeceğim köşeleriyle, insandan ziyade, tanrısal bir gücün üflemesi neticesinde cisimleşmiş bir insan olmayan o. Kasabalıların gözünde yarı tanrı, yarı hayvandır Cadı. Onları yok etmeyi, yok etmediğinde korka korka hiçe saymayı bir sanat dalı hâline getirenler Latin Amerika’ya özgü değil.