Aslı Bora: “Ağaçlar Gibi Konuşmak, hem bir davet hem de bir hatırlama biçimi gibi düşünülmeli.”

Abdullah Ezik

Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Nedret Sekban, Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz’in eserlerini bir araya getiren, küratörlüğünü Aslı Bora’nın üstlendiği “Ağaçlar Gibi Konuşmak” başlıklı grup sergisi, Brieflyart Galeri’de izleyicilerle buluşuyor.

Abdullah Ezik, serginin küratörü Aslı Bora ile “Ağaçlar Gibi Konuşmak” üzerine konuştu.

Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Nedret Sekban, Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz’in eserlerini bir araya getiren “Ağaçlar Gibi Konuşmak” başlıklı sergi geçtiğimiz günlerde Brieflyart Galeri’de açıldı. Öncelikle sergide yer alan sanatçılardan, onların çağdaş sanat bağlamında ifade ettikleri yerden başlamak istiyorum. Sergi üzerine çalışırken bütün bu isimleri nasıl bir araya getirdiniz ve seçkiye nasıl karar verdiniz?

“Ağaçlar Gibi Konuşmak” başlığı ile bir araya gelen sanatçılar aslında aynı ormanın değişik zamanlarda yetişmiş ağaçları gibi. Akademinin koridorlarından geçmiş, aynı atölyelerin havasını solumuş ama bambaşka dönemlerde, bambaşka duyarlıklarda kendi yolculuklarını sürdürmüş isimlerden bahsediyoruz. Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Nedret Sekban, Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz’in Türk resminde Neşet Günal atölyesinde kökleşmiş, zamanla bireysel tavırla dönüşmüş ve resimle düşünmenin farklı biçimlerini ortaya koymuş sanatçılar olduklarını görüyoruz. Dolayısıyla “Ağaçlar Gibi Konuşmak” her şeyden önce bu sanatçıların paylaştığı ortak hafıza ve bir anlamda ortak DNA sayesinde ortaya çıktı.

Bu noktada Brieflyart Galeri’nin konumu da önemli. Çünkü Brieflyart son dönemde kuşaklar arası diyaloğu teşvik eden, farklı sanat anlayışlarını bir araya getiren bir sanat platformu. Galeri, genç kuşakla ustalar arasında bir köprü kurmayı önemsiyor, bu sergi de tam olarak o yaklaşımın bir yansıması oldu. Burada amaç, aynı akademik damar içinden gelen ama kendi dilini kurmuş sanatçıları, ortak bir sessiz konuşma zemini üzerinde buluşturmaktı. Böylece “Ağaçlar Gibi Konuşmak”, hem akademinin belleğine hem de bugünün plastik arayışlarına açılan bir çağrıya dönüştü.

Söz konusu her bir sanatçı gerek kendi dönemleri itibariyle ifade ettikleri değer, gerekse günümüz sanat ortamı üzerindeki etkileriyle birçok kuşağı etkilemiş figürler. Geçmiş ile bugün arasındaki bu ilişki/bağ, sergiye nasıl yansıdı? Serginin bu kuşaklararası kurduğu bağ üzerine ne söylersiniz?

Serginin kuşaklararası bağını belirleyen en belirgin unsur esasen, Neşet Günal atölyesinden geçmiş olmanın ortak zemini. Her biri farklı dönemlerde, farklı toplumsal koşullarda üretim yapmış olsa da, Günal’ın öğrencilerine aktardığı o temel düşüncenin özünde insan var. İnsanı merkeze alan, salt biçimsel değil varlığa içkin bir gerçeklik arayışı bu sanatçıları birbirine bağlıyor.

Neşet Günal uzun yıllar çalıştığı Akademi’de ve yaptığı çalışmalarda figürü görülecek değil, anlaşılacak bir varlık alanında ele alır. Beden, Günal için bir kompozisyon öğesi olmanın ötesine geçen, insanın dünyayla kurduğu etik ilişkiyi taşıyan bir unsurdur. Bu yaklaşım atölyesinde yetişen sonraki kuşaklara da farklı biçimlerde sirayet etmiştir. Neş’e Erdok’ta o insani yoğunluk doğrudan ve sarsıcı bir gerçekliğe bürünürken, Nedret Sekban’da doğa ile kurulan ilişkisellik, Hüsnü Koldaş ve Kemal İskender’de daha sembolik bir yaklaşım, Resul Aytemur ve Ahmet Umur Deniz’de ise belleğin ve zamanın izlerini taşıyan bir biçim dili belirleyici olur.

Bu bakımdan sergideki bağ, bir üslup benzerliğinden çok bir düşünme biçimi etrafında kuruluyor. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bu anlamda geçmişle bugünü, öğretmenle öğrenciyi, aynı ekolün figürle olan plastik sürekliliğini ve insan imgesine dair ontolojik arayışını görünür kılıyor.

Serginin başlığı birçok açıdan konuşmaya, üzerine düşünmeye, tartışmaya oldukça elverişli: “Ağaçlar Gibi Konuşmak”. Hem oldukça şiirsel, hem oldukça düşünsel, hem de sergi özelinde oldukça anlamlı. Başlığın hikâyesi nedir?

“Ağaçlar Gibi Konuşmak” hem bir davet hem de bir hatırlama biçimi gibi düşünülmeli. Rilke’nin “Ağaçların arasında yalnız hissetmez insan; onlar hep birlikte ayakta durur” dizeleri, serginin içsel eksenini belirleyen bir zemin yarattı.  Bir aradalığın, sessiz bir dayanışmanın, birbirine görünmeden de kök salabilmenin mümkünlüğü, Rilke’nin dizelerinden ilham alarak ortaya çıktı.

Akademi’nin koridorlarında yankılanan deneyimlerin bugün bile nasıl devindiğini, atölyelerin paylaşılan havasının kuşaklar arasında nasıl yeni bir nefese dönüştüğünü en iyi ifade edecek metafor ağaç olabilirdi. Ağaçlar gibi konuşmak, sözcüklerle değil, varlıkla bir olmanın, zamana karşı değil, zamanla birlikte var olmanın bir biçimi. Sanatçıların üretimleri de bu sessiz diyaloğun parçaları olarak, ortak bir hafızanın özgün parçalarını oluşturuyor.

“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin köklü sanat geleneğiyle Neşet Günal Atölyesi’nin ortak belleğini günümüz sanatıyla yeniden ortaya koyup tartışmaya açan bir sergi. Söz konusu bu bellek, günümüz sanatında kendisine nasıl bir temsil buldu?

“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin düşünsel ve estetik mirasını, Neşet Günal Atölyesi’nden bugüne uzanan üretim biçimleriyle yeniden tartışmaya açıyor. Sergi, geçmişle bugünü bir karşıtlık içinde değil, süreklilik içinde ele alıyor. Burada sanatın aktarımı, öğretiden çok bir var olma biçimine dönüşüyor. Akademinin atölye geleneği, biçimsel benzerliklerle değil, insana, dünyaya ve emeğe dair bakışın sürekliliğiyle bugüne taşınıyor.

Sergi, geçmişin izlerini bugünün duyarlığıyla yeniden kurarken, geleneği sabit bir değer olarak değil, hâlâ hareket hâlinde olan bir düşünce alanı olarak konumluyor. Böylece “Ağaçlar Gibi Konuşmak”, Akademinin ruhunun bugünün sanatında nasıl yaşamaya devam ettiğini somut ama şiirsel bir biçimde izleyiciye sunuyor.

Benim de oldukça geç bir dönemde bir ölçüde dahil olduğum (aynı okuldan yetişmek marifetiyle) bu süreklilik güncel Türk sanatında hala etkisini devam ettiriyor. Seçkideki sanatçıların akademik olarak aynı zincirin halkası olması bu devamlılığın en önemli sebebi.

Sergi, bir aradalık, sessizlik ve dayanışma gibi kavramları merkezine alarak sanatçılar ve işler üzerinden izleyicileri türlü sorguya davet ediyor. Bu açıdan hem söz konusu kavramlar hem de işler oldukça vaatkâr. Siz sergiyi kurarken bu kavramlara ve onların ifade ettiği anlam dünyasına nasıl yaklaştınız?

Seçkide bir aradalık, sessizlik ve dayanışma kavramlarını temsil etmekten çok, onların içinden düşünmeye çalıştım. Her sanatçı, bu kavramları kendi çalışmalarında farklı biçimlerde var ediyor; kimi sessizliği bir direnç alanına, kimi dayanışmayı ortak bir soluk alışa dönüştürüyor, kimisi de sembolik bir yapı oluşturuyor.

Bir aradalık burada yalnızca bir mekân paylaşımı değil, farklı kuşakların ve dillerin birbirine temas ettiği fakat aynı zamanda da mesafesini koruduğu bir alan. Sessizlik anlamın askıya alındığı bir boşluk değil, yeni bir uzlaşma alanı. Dayanışma ise görünür bir jestten çok, dikkatli bir bakışın, özenli bir üretimin içinde gizli. “Ağaçlar Gibi Konuşmak”, bu kavramları anlatmaktan çok yaşatan bir bütün olarak kurgulandı. İzleyici bunu bütünün içinden çekip çıkarmalı.

Benzer şekilde sergide “resim”, “bellek”, “kent”, “insan” ve “toplumsal deneyim” gibi birçok mesele de tartışmaya açılır. Bu çok katmanlı yapıyı serginin kurulum ve kurgusuna nasıl yansıttınız?

Sergiyi kurgularken bu kavramları ayrı temalar olarak bölmek yerine, birbirine eklemlenen alanlar gibi yaklaştık. “Resim”, “kent”, “insan” ya da “toplumsal deneyim” birbirinden kopuk değil; hayatın içinde olduğu gibi seçki dahilinde de birbirini besleyen katmanlar gibi iç içe.

Kurulumda bu geçişleri hissettirmek önceliğimiz oldu. Mekân, bir anlatı sırasına değil, çağrışımlara ve bakışın yön değiştirmesine göre biçimlendi. Böylece izleyici bir işi izlerken diğerinin yörüngesine geçiş yapabilmesini kolaylaştırdı. Bu yapı, serginin çoğul dilini ve farklı dönemlere ait üretimlerin birbirine temas eden ve ayrışan yönlerini sezgisel olarak fark etmenizi sağlıyor.

Sergide yer alan her bir sanatçının işi farklı bir ritim ve duygu yoğunluğu taşıyor. Öte taraftan sanatçı ve işler arasındaki geçiş de bu noktada daha anlamlı bir yere oturuyor. Bütün bu işler, ritimler, köşeler arasında denge kurmak/oluşturmak sizin için nasıl bir süreci beraberinde getirdi? Sergi yerleşiminde işler arasındaki bu “ritmik geçişleri” nasıl geliştirdiniz?

Sergideki işleri yerleştirirken önceliğimiz, her birinin kendi iç sesini ve varlık alanını koruyarak ortak bir akış oluşturabilmesiydi. Her sanatçının işi farklı bir duygu, zaman ve yoğunluk taşıyordu; bu çeşitlilik, serginin yapısal zenginliğini belirledi. Bu farklı seslerin birbirine temas ettiği yerlerde, beklenmedik çağrışımlar ve yeni okumalara olanak verdi. Kurulum süreci bu anlamda düşünsel olduğu kadar içsel bir biçimde de ilerledi. Mekânı, tematik bir hiyerarşiden çok, gözün algısına göre biçimlendirdik. Bir işten diğerine geçerken ortaya çıkan sessizlik, bazen en güçlü anlatım alanı hâline geldi. Böylece sergi, parçalar arasında kurulan bu görünmez ilişkiler üzerinden kendi örüntüsünü oluşturdu.

Son olarak içerisinde bulunduğumuz koşullarda toplumsal, politik ve çevresel olarak “birlikte durmak” eylemi/edimi giderek zorlaşıyor. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bu anlamda bir dayanışma veya hatırlama çağrısı olarak da okunabilir mi?

Zaman hızla akıyor, her şey etrafımızdan fark etmeden geçip gidiyor. Oysa bu sergi, temasın başka bir biçimine dair bir anlatı sunuyor. Sahiplenmeden, birlikte var olmanın sessiz bilgisin de olanağına ilişkin bir öneri bu.

Buradaki işler, çağın gerilimlerine dokunuyor ancak onlara teslim olmuyor. Her biri kendi söylemine ses getiriyor ve bir araya geldiklerinde ise görünmez bir ağ kuruyorlar, tıpkı ağaçların yeraltındaki kökleri gibi. Belki de mesele konuşmak değil, dinlemeyi öğrenmek.

Sesin, süslü cümlelerin değil biraz geri çekilmesi bir anlamda.

Dijital çağın hızında, bu sergi bir yavaşlama önerisi gibi: çevremizle, birbirimizle, dünya ile yeniden aynı solukta var olmanın mümkün olduğunu elle tutulur hale getiriyor.