ağlayıcı: Bâzı yerlerde, cenâze törenlerinde ölünün ardından ağlaması için parayla tutulan kadın.
“Büyük teyzesi, ‘Ne yapalım,’ demişti, ‘artık eskisi kadar ölü çok değil. Olsa da ağlayıcı çağıran kalmadı. Açlıktan ölelim mi?” (Füruzan, 2007: 47)
ayağı (ayakları) suya ermek: Neden sonra aklı başına gelmek, bir şeyin aslını anlamak, beklenen biçimde olmadığını kavramak anlamlarına gelen bir deyimdir.
“(…) herkesin kendince iyiliği nitelemesi var, kimse en mükemmel değil; bunu öğrendiğimizde kendimizi tanımış olduk, beğendik de, bu ayağımızın suya ermesiydi.” (Füruzan, 2007: 9)
beze: Yara veya çıban sebebiyle vücudun herhangi bir yerinde oluşan şişkinlik, gudde.
“Ne sandınız, o zaman Tanrı vardı. Onunla aramıza dünya girmemişti… İlkokulu bitirmiştim. Ellerimde zafiyet bezeleri… Sınavı kazanmalıydım. Hiç yolu yoktu başka okumamın.” (Füruzan, 2007: 16)
caketatay (jaketatay): Resmî ziyaret ve davetlerde erkeklerin giydikleri, arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlak kesilmiş ceket.
“1928’de Ankara’dayken, Cumhuriyet balolarında, saten giysili hanımlarla, caketataylı beyler, en çok dans ederken, Büyük Ata’dan söz etmek isterim…” (Füruzan, 2007: 15)

(Cibali) Tütün Fabrikası: Cibali Tütün ve Sigara Fabrikası, tütün mamülleri üretmek amacıyla 1884 yılında Tütün Rejisi’nin binası olarak inşa edildi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Cibali Tütün ve Sigara Fabrikası” olarak anıldı. 1995 yılında boşaltılan yapı, daha sonra eğitim kurumu olarak değerlendirilmek üzere Kadir Has Üniversitesi’ne verildi. 2002 yılından beri bu üniversitenin merkez yerleşkesi olarak kullanılmaktadır.
“Bu odada, iskelenin kıyısındaki mavnalarda çalışan, hiç görmediğimiz bir adamla, karısı Zehra Teyze ve kızı oturuyordu. Kızını bir kez görebilmiştik topu topu. Cibali’de tütün fabrikasında işçiydi. (…) Elleri pütür pütürdü. Her günkü yerimizde otururken yanağımızı okşamıştı. Öylesine hoş bir kokusu vardı ki ellerinin.” (Füruzan, 2007: 75)

cicim: Ensiz olarak dokunmuş parçaların yan yana eklenmesiyle oluşan, perde veya örtü olarak kullanılan nakışlı ince kilim.
“Satı kadına bakılırsa Döne geceleri el ayak çekildiğinde mutfaktan gelip bir çul alıyor altına, üstüne de sandık odasının cicimlerini örtüp uyuyormuş. Ama Satı iyice bunadı, uyduruyordur Allah bilir. (Füruzan, 2007: 57)
çivit/-li: İçinde çivit bulunan, çivitli sudan geçirilmiş olan çamaşır.
“(…) yoo ayol ben titiz kadınım, Salim Bey’e pastırma yedirmiyorum, şişman ağır adam, terlerse yatak yorgana bile siniyor kokusu, o cânım çivitli çarşaflarıma, (…)” (Füruzan, 2007: 11)
Doksan Üç Savaşı: “93 Harbi” ya da “1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı” olarak da anılır. Osmanlı padişahı II. Abdülhamit ve Rus çarı II. Alexander döneminde yapılmış olan bir Osmanlı-Rus Savaşı’dır. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak anılır. Hem Osmanlı Devleti’nin batı sınırındaki Tuna (Balkan) Cephesi’nde, hem de doğu sınırındaki Kafkas Cephesi’nde savaşılmıştır.
“Almaz aklım, bu erkeklerin çabası niyedir? Alıp başlarını düşerler gurbetlere viranlara. Bırakırlar ata topraklarını. Doksan Üç Savaşı’nda gitmiş, onca kan onca kol bacak. Yiğitler elma ağaçlarından yapmışlar kendilerine baston.” (Füruzan, 2007: 79)
Franz Lehar (1870-1948) Macar asıllı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’da doğup genellikle Viyana’da yaşamış, operetleriyle ünlü besteci.
“Babamın erkekliğinin metresleri, Franz Lehar’ın operetleri, benim gratenli balıklarım kolalarım, kristofl gümüş takımlarım, kocalarım.” (Füruzan, 2007: 15)
gipür (güpür): İplikten veya ipekten olan, geniş ilmeklerden oluşan bir dantel türü.
“Yeni genç kız oluyordum. Gipür dantel yakalım robum, Paris esanslarım vardı…” (Füruzan, 2007: 15)
“Habibim fasl-ı güldür bu”: Fuzûlî’nin “Beni candan usandırdı, cefadan yar usanmaz mı?” mısrasıyla başlayan meşhur gazelinde geçen bir ifade.
“19 Nisan. Sağanak halinde yağmur yağıyor. ‘Habibim fasl-ı güldür bu[s1] …’ Yok daha neler. Canım sıkılıyor.” (Füruzan, 2007: 24)
Ihlamurlar Altında: 19. yüzyılda yaşamış Fransız yazar Alphonse Karr’a ait roman.
“Ihlamurlar Altında romanını yeni bitirmiştim.” (Füruzan, 2007: 15)
kaçgöç: Dinî bir anlayışla Müslüman kadınların erkeklere görünmemeleri, bir arada oturup konuşmaktan kaçınmaları.
“Kaçgöç yoktu o evde. Beyefendi filan hepsi bir arada, sarı kadifeli sofada otururlardı.” (Füruzan, 2007: 126)
“Kadifeden Kesesi”: Uşşak makamında, nîm sofyan ritme sahip türküdür. (Hafız Burhan’ın yorumuyla: https://www.youtube.com/watch?v=cXxrNxTLKiU)
“(…) siz alaturka şarkılardan nefret ediyorsunuz, oysa evlerin, insanların yaşantısına girmiş olanları yadsımanıza şaşıyorum. Hani bir ‘Kadifeden Kesesi…’ vardı, sizin insan sevginize de inanasım yok…” (Füruzan, 2007: 12)
kâm almak: Bir şeyden olabildiğince zevk almak, keyfini çıkarmak.
“Deli derviş hâlâ yaşıyordu. Gene eşeğine yüklediği karları ağıtlarla satıyordu. Allah’ın bir delisi. ‘Kar getirdim kar’ demek dururken; ‘On sekizimde girdim toprağa, kahpe felek sana nettim neyledim, şu fani dünyadan bir kâm almadım, kahpe felek sana nettim neyledim’ diye çığrışıp durmanın yakışığı nerde!” (Füruzan, 2007: 58)
kânunusani: Ocak (ay).
“20 Kanunusani. Muş. Kış şiddetlendi.” (Füruzan, 2007: 19)
kızan: Çoluk çocuk.
“Ninem, ‘Mari kızanlarım,’ dedi, bu düğün bayram türküsüdür. Bunun bir de hora tepmesi olur. Haydi davranın. Bunları söylerken ağladığını bilmiyordu. Onunkisi ağlamak değildi kuşkusuz. Birikmiş tortular, horlanmalar deşilmişti, akıp gidiyordu.” (Füruzan, 2007: 99)
Komparsita: Uruguaylı besteci ve müzisyen Gerardo Matos Rodríguez (1897-1948) tarafından bestelenmiş bir müzik eseridir. Bütün zamanların en çok tanınan tango parçası haline gelmiştir. Tango Türkiye’ye Cumhuriyet’in kabulünden sonra 78 devirli taş plaklar ile girdi. O dönemlerde İstanbul’da taş plak ve gramofon pazarı oldukça hareketli idi. La Cumparsita Türkiye’de hızla tanınmaya başladı. Bugün Türkiye’deki birçok düğünde açılış parçası olarak çalınır. (Roberto Firpo’nun yorumuyla https://www.youtube.com/watch?v=mQa5RrKdgzU)
“Albay da aynı şeyleri söylüyordu ki tam bu sırada Komparsita çalmaya başladı. Cânım Komparista! Yarbay gelinle dansa kaktı.” (Füruzan, 2007: 22)
kuşane: Özellikle kuş etlerini pişirmekte kullanılan, yayvan, küçük tencere.
“Ramazanda güllaçlar, çerkeztavukları, pırıl pırıl kalaylanmış kuşanelerde tereyağlı pilavlar hazırlandığında konak birbirine girerdi.” (Füruzan, 2007: 39)
lando: Dört tekerlekli, içinde dingillere paralel olarak düzenlenmiş karşılıklı iki oturma sırası bulunan, üstü açılıp kapanabilen çift körüklü binek arabası.
“Bir gün bağa giderken annem de landosunda onu görmüş. Atatürk, doru bir kısraktaymış. Mümkün değil gözlerine bakmak…” (Füruzan, 2007: 15)
lavta: Mızrapla çalınan, gövdesi uttan küçük bir çalgı.
“Babası öyle alaydan yetişmelerden değildi. Alafranga adamdı. İki dil bilirdi: Farsça ve Fransızca. Lavta çalardı.” (Füruzan, 2007: 42)
Löbon: 19 yüzyıl ortalarında Fransız Büyükelçiliği’nin mutfağından ayrılan Eduard Lebon tarafından açılmış bir kafe.
“Akşamları, Löbon’un kuytu masalarında çaylar içilip, pötifurlar yiyordu.” (Füruzan, 2007: 48)
maltız: Çoğunlukla yemek pişirmekte kullanılan, içinde ızgarası bulunan, ayaklı ve taşınır ocak.
“Maltızda balık kızartılır mı? diye söyleniyor Güzide Hanım, mahalleyi kokusu tutuyor, yoo ayol ben titiz kadınım, (…)” (Füruzan, 2007: 10)
mangal: Isınmaya, bir şey pişirmeye yarayan, sac, bakır veya pirinçten, türlü biçimlerde üstü açık ayaklı ocak, korluk.
“Soğuktan hiç hoşlanmam, sıcak bir ev mutluluğun yarısı sayılır. Hele kötü yapılmış yoksul evlerin yapışan kederli soğuğu… Kar oyunlarından ürken kısalmış, eski giysili çocukları o kadar iyi biliyorum ki… En çok üşüyen yerim ıslak ayaklarımdı; uyuştuğu zaman mangala yaklaşma, derlerdi. Yavaş yavaş kanım çözülürdü sıcakta; sonraları bunun yarı donmak olduğunu öğrendim.” (Füruzan, 2007: 12-13)
matruş: Tıraşlı.
“Vali matruş ve kibirli bir zat.” (Füruzan, 2007: 21)
mine: Altın, gümüş vb. madenlerden yapılmış eşya üzerine vurulan yeşil, lâcivert ya da gök mavisi renginde şeffaf veya donuk cama benzeyen sır tabakası, mînâ.
“Kibar kadındır ablam. Giyimini kuşamını bilir. Paşayla ilk evlendiklerinde mineli bir saat almıştı yüzgörümlüğü. Daha bir süre şeyler takmışlardı da nedense benim gözüm o mineli saatte kalmıştı. O cânım çiçekleri nasıl da kondurmuşlar üstüne… Şaş da kal.” (Füruzan, 2007: 28)
monden: Yüksek sosyete yaşamını seven.
“Ha Ankara o zaman monden halini kazanmamıştı, ama yüksek memurlarla üst subaylar ve de karıları Türkiye’deki ilk monden yaşamanın en güzel örneklerini veriyorlardı.” (Füruzan, 2007: 15)
murdar: Kirli, pis.
“Yurdagül, dedi teyzem. Git limonata hazırla. Bak gene mutfak kapısını açık bırakma, murdar kediler taşlara basıyorlar, ona göre…” (Füruzan, 2007: 28)
muvaffakiyet: Başarı.
“Müfettiş gitti. Müdür, müfettişin tenkit maddelerini memurlara okudu. Ben de zannetmişim ki muvaffakiyetli bir teftiş veriyoruz.” (Füruzan, 2007: 20)
mükedder: Üzgün.
“Geçen gün radyoda şedaraban faslı geçilirken bizimki ağlamaya başladı. Ne ister bu kadın, bilmem! Acayip halleri senelerdir sürer gider. Vezneciler’de ilk gerdeğe girdiğimiz gece koyu kestane saçlarıyla gene böyle mükedderdi. Sonra hep gene böyle mükedder. Benimki de hayat mı?” (Füruzan, 2007: 22)
nafia: Bir yeri bayındır duruma getirmek için yapılan işlerin tamamı, bayındırlık işleri.
“Devlete karşı saygılı, tutumu olan bir adamdı. ‘Ben nafıadayken,’ diye anlattığında, devlet görevlisi olmanın kendisini ne denli gönderdiğini açıkladı” (Füruzan, 2007: 17-18)
nakıs: Eksi.
“Mart kapıdan baktırıyor. Hava nakıs 27.” (Füruzan, 2007: 21)
Opera Sineması: 1938-1976 yılları arasında Kadıköy’de bulunan sinema binası. Opera Sineması, Beyoğlu’nda da sinema salonları bulunduğu için Sinemacı Kadri Bey olarak da anılan Kadri Cemali Sümer Bey tarafından inşa ettirilir. 1938 yılında büyük bir merasimle açılan Opera Sineması’nda gösterilen ilk film, dönemin en sevilen çitfi Nelson Eddy ve Jeanette Macdonald’ın başrollerini paylaştığı Seviştiğimiz Günler’dir. İstanbul’un gözde sinemalarından biri olan Opera Sineması, Kadri Cemali Sümer Bey’in ölümünün ardından günden güne atıl bir hâle gelir. 1976’da yıkılan binanın yerine Opera Pasajı yapılır.
“(…) o şey var ya deniz astçavuşu, iki gözüm önüme aksın gitmiştir Opera Sineması’na, bana mektuplarını elden yollatıyor artık, eh sen de herkese yayma bunu babam duyarsa…” (Füruzan, 2007: 11)

ördek: Yataktan kalkamayacak durumdaki erkek hastaların içine idrarlarını yaptıkları kap, lazımlık, oturak.
“Bak sana neler alacağım. Ağır hastalara özel yemek çıkarmış, onlardan kalan tavuklar falan olurmuş haşlanmış. Sarıveririm pakete, gizli değil ha, zaten dökülüyorlarmış. Ziyafet çekeriz kendimize. Ben o yemekleri istemem anne. Yalnız hani, ‘Ördekleri temiz tutmak lazım,’ demişti hani, o kadını, ördeklerini anlatırsın bana. Annesi susmuştu.” (Füruzan, 2007: 103)
pantufla: Abadan yapılmış terlik.
“Yarı içim geçmişti; aşağı katta Gülendam Kalfa pantuflalarıyla gezerek bir şeyleri yerine koyuyordu, kapıları kapıyordu. O her gece nedense odandan odaya dolanıp dururdu.” (Füruzan, 2007: 136)
parasız yatılı: Öğrenim giderleri, yatacak yer ve yemeği devletçe karşılanan (öğrenci).
“Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.” (Füruzan, 2007: 107)
peşkir: Genellikle pamuk ipliğinden dokunmuş ince havlu.
“Dövme bakırdan bir leğene suyu boşalttı. Sırmalı peşkiri koluna astı, beklemeye başladı.” (Füruzan, 2007: 48)
Salkım Söğüt”: Nâzım Hikmet’in bir şiiri:[s2]
“‘Sen de ağa oğlu değil misin ulan? Burada bizim kadar sen de her şeyden hak alıyorsun. Diklenmen gösterişten başka ne ki, öğrenmişsin üç tane kıytırık şiir.’ -Burada Vedat’ın sesine benzeterek başlıyordu-: Akıyordu su / gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. / Salkım Söğütler yıkıyordu suda saçlarını.” (Füruzan, 2007: 59)
sarsak: Değişken, sağlam olmayan.
“Benim gibi yalnız biri için pazarları sevmenin güçlüğü anlatılmaz. Çözülmüş sarsak pazarlar öylesine altı çizilmiş oluyor ki…” (Füruzan, 2007: 27)
sene-i kebise: Artık yıl.
“28 Şubat. Cüce Şubat 4 yılda bir 29 çeker. Ve sene-i kebisede doğanlar kısa boylu olmazlar.” (Füruzan, 2007: 20)
sergi: Alıcının görmesi, seçmesi için dizilmiş şeylerin tümü ve bu nesnelerin serildiği yer.
“Salıpazarı’na çıktığımda lahanaların sergilere dizildiğini gördüm. Pahalı. Ekim başıdır. Sonraları en ucuz, en yiyimlik sebze olur.” (Füruzan, 2007: 123)
sıçandişi: Giysi veya başka bir şey kenarını kıvırıp yapılan dikiş, antika.
“Bu bahar gününde kapı pencere kapalı oturulmaz a, şarkılı sokağın sakası atına kocaman nazar boncukları almış. Haydi kız, diyor, ben sıçandişi yapmayı Mualla Abla’dan öğrendim, (…)” (Füruzan, 2007: 11)
sofa: Evlerde oda kapılarının açıldığı genişçe yer, hol.
“Bir gece hiç unutmam, o büyük sofada epeydir oraya salon diyorlardı, toplanmışlardı.” (Füruzan, 2007: 127)
şayak: İplikleri verev dokunmuş, dayanıklı, sıcak tutan, özellikle esnaf ve köylü pantolon ve ceketi yapılan, çuhaya göre daha kaba yünlü kumaş.
“Ah gelin ah, niçin geldik bu koca evli yerlere, oğullarım gitti, bir Demir Ali kaldı. Kocanın kıymetini bil… Bayramlarda herkesler gelip ver elini hanımlar hanımı öpelim derdi. Sakız kokulu lokumlarla ince cam bardaklarda pınar suları içerlerdi. Gelinlerin lokum şekerini tuttururken ocaktan yanık tatlı kokusu gelirdi. Oğlanlarım şayak elbiseleriyle avluya çıkıp bağıra bağıra konuşurlardı.” (Füruzan, 2007: 34)
Şedaraban: Aslı “şedd-i arabân” olup klasik Türk müziğinde Arel-Ezgi nazariyatına göre yegâh perdesinde karar eden şed (göçürülmüş) makamlardan biridir. (Tanbûrî Cemil Bey’den bir Şedd-i Arabân Saz Semâîsi: https://www.youtube.com/watch?v=jZM4kAAv05k)
“Geçen gün radyoda şedaraban faslı geçilirken bizimki ağlamaya başladı. Ne ister bu kadın, bilmem!” (Füruzan, 2007: 22)
şehremaneti: Osmanlı Devleti’nde, bugünkü belediye zabıtası görevini yapan, şehrin temizlik ve güzelliğiyle ilgilenen yerel yönetim, belediye.
“Bizim oğlana kapının önünü kürümesini söyledim. Lise tahsili yapıyor diye annesi eline su döküyor, havlusunu tutuyor. Benim zamanımda, ben, şehremanetinden bizim pederi alıp onunla halden alışveriş yapardım.” (Füruzan, 2007: 21)
şimal: Kuzey
“Kar bir yandan eriyor gibi. Ama bu mevsimde buna imkân yok. Şimaldeki karabulutlara ne demeli.” (Füruzan, 2007: 20)
takunya: Genellikle hamam vb. ıslak tabanlı yerlerde kullanılan, yüksek ökçeli, ağaçtan yapılmış bir tür ayak giysisi, nalın.
“Çocuklar, yuuuuuu, diye bağırıyorlar, kıza bak kıza, takunya ile gelmiş yuuuuuu.” (Füruzan, 2007: 11)
tango: halk ağzında Aşırı bir biçimde son modaya uyarak giyinmiş (kadın).
“Abe çocukçağızlarım vardır elbet kadının bir derdi ve düşüncesi. Gitmeyin hep oracığa. Kızı derler olmuş tango. Bir bilmezmiş babası. Zehra Hanım kadıncık… Kazının da almayalım bir günahını.” (Füruzan, 2007: 76)
taşlık: Evlerde, taşla döşenmiş avlu, sofa, merdiven altı gibi yer.
“Udumun akortu bozuluyor, diye bağırıyor annem, oynama kız geliyorum yanına. Taşlığın boşluğuna terlik teki fırlatıyor.” (Füruzan, 2007: 11)
taşra: Bir ülkenin başkenti veya en önemli şehirleri dışındaki yerlerin hepsi, dışarlık.
“Ders kitaplarımı değil en sevdiğim yazarları alıp elime bir dolu yer gezeceğim. Dostoyevski’yi, İstrati’yi okuduğum kireç badanalı çıkmadaki kayısıların sessiz karanlıklarını ve su kokusunu hep arayacağım. Taşralı bir kız olmanın buruk acısını bile tattırmaz teyzem bana, anlıyorum.” (Füruzan, 2007: 31)
tekaüdiye: Emekli aylığı.
“‘Tekaüdiye’ az da olsa gene bir şey sayılırdı. Belli bir yoksulluğun parasına hazırlanan yaşama kolaydı.” (Füruzan, 2007: 18)

varyete: Şarkı, dans, hokkabazlık, temsil gibi aralarında ilişki bulunmayan farklı oyunlardan oluşan gösteri.
“Tiyatronun sahipleri geleneği bozarak ‘varyeteyi’ sona almışlardı. Daha önceleri ‘temsili’ sona koymak kuralına olan saygılı tutumlarıyla başta ‘kızları’ çıkarıyorlardı. Sonra kimseler kalmayınca vazgeçtiler. (Füruzan, 2007: 117)
yaz helvası: Hafif olduğu için genellikle yaz mevsiminde yenen, ceviz, un, şeker veya pekmezle yapılan bir helva türü.
“Her kez sobaya kömür atmak gerekir, yoksa söner. Sobada eskimiş kışların külleri var, ama mangal külleri. İki yüz gram beyazpeynir, yarım ekmek, ‘Anneciğim kış helvası alabilir miyim?’ Çünkü yaz helvası da var, dondurulmuş tadı olan bir helva. Kaç kişi yaz helvasını bilip de yemiş içimizde?” (Füruzan, 2007: 9)
zadegân: Soylular.
“Yirmime varmadan dört oğlan yaptım ona. Ev şenlendi. İlkim Murat, ikincim Sedat, üçüncüm Vedat, dördüncüm Bahri -bu dedelerinin ismiydi-. Bir zadegân evine yakışır oğullar oldu hepsi.” (Füruzan, 2007: 51)
Zaloğlu Rüstem: İran millî destanının en güçlü kahramanı. Pehlevî edebiyatında Rostahm ve Rostethem şekillerinde geçer ve “iri yapılı, güçlü” anlamını taşır; bazan da aynı mânadaki “Tehemten” lakabıyla birlikte kullanılır. Aslında Zaloğlu Rüstem’in Eşkânî ileri gelenlerinden bir kahraman olduğu ve millî destana girmesiyle birlikte kendisine birtakım olağan üstü efsanevî özellikler atfedildiği sanılmaktadır.
“Sana Zaloğlu Rüstem’i okuyayım dinle. (…) Nasıl bir adam bak Zaloğlu.” (Füruzan, 2007: 65)
zebercet: Sarı renkte ve cam parlaklığında, doğal demir ve magnezyum silikat, krizalit.
“Annemin o budunu gittikçe koyulaşan analığı, gerdanlıkları, zebercetleri, a siz zebercetleri s seviyorsunuz.” (Füruzan, 2007: 15)
zührevi hastalık: Frengi, bel soğukluğu vb. cinsel ilişkiyle bulaşan hastalık.
“Bari zührevi hastalık kapmasa.” (Füruzan, 2007: 21)
Zümrüdüanka: Simurg veya bir diğer ismiyle Zümrüdüanka, efsanevi bir kuştur. Pers mitolojisi kaynaklı olsa da zamanla diğer Doğu mitoloji ve efsanelerinde de yer edinmiştir Türk mitolojisindeki karşılığı, Hüma Kuşu veya Tuğrul Kuşu’dur.
“Yaaaaaa hava alırsınız siz, ben kırkayağım, kırk ayakkabımla, hepsi de yepyeni, gıcır gıcır, koridordan geçiyorum: Turuncu, yedi, on, otuz beş, hepsi de yeni, diyorlar, hem de güneşteki renklerden daha güzel, daha göz alıcı, affedersin kardeşim, biz seni yoksul sanmıştık, oysa senin kırk kürkün, kırk bileziğin, kırk sarayın, kırk havuzun, kırk güvercinin ve bir Zümrüdüanka kuşun varmış, bize gelsene oynayalım…” (Füruzan, 2007: 11)
[s1]“Gûl-i ruhsârına karşu, gözümden kanlu akar su / Habîbim fasl-ı güldür bu, akar sular bulanmaz mı?”
[s2]http://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/salkimsogut.htm