
Zehra Çelik
Acımasız güneş indirdiğinde peş peşe darbelerini,
kente ve kırlara, çatılara ve buğdaylara
yürürüm düşlerimde tek başıma kılıç oynatarak,
ve korkusunu alarak her köşede yeni uyağın,
kaldırım taşlarına takılır gibi tökezleyerek sözcüklerde,
kimi zamanda çarparak nicedir düşlediğim dizelere.
BAUDELAIRE[1]
İnsanın dününü, bugününü ve yarınını ölçen, biçen sayısız yazı vardır. Hepsinde insan, oradadır; yazının merkezinde nefes almaya devam eder. Peki ya bir gün insan bu literatürden silinse? Fatih Baha Aydın’ın üçüncü romanı İnsanlığın Bir Dünü, tam da bu ihtimali, mutlak bir gerçek hâline getirir ve insanın yokluğu üzerinden varlığını izler: insansız bir hava sahasında insanın yankısını dinler.
Bu romanda ne belirli bir olay ne zamana yaslanan bir akış ne de alışıldık anlamda bir kahraman vardır. Romanı roman kılan öğeler, yazar tarafından bilinçle geri çekilir; böylece türün sınırları esnetilir. İlk iki romanıyla ödül alan Fatih Baha Aydın, eserlerinde dilin, kültürün ve ironinin imkânlarını ustalıkla örerek insanı sahici bir dünya manzarasında görünür kılmıştır. İnsanlığın Bir Dünü ise, okuru en temel hakikatlerle yüzleşmeye davet eden bir ayna olarak karşısına çıkmaktadır.
Kendi sonları için hazırlık yapmamış bir medeniyetin yok oluşunun ardından geriye yalnızca İstanbul kalır. Bu şehirdeki izler, birer kalıntı olmanın ötesinde, insanlığın hafızasının tortusudur. Bu viraneden anlam devşirmeye gelen uzaylı bir sosyal bilimci, insanlık üzerine bir tez kaleme alır. Tezin amacı ne insan anatomisini incelemek ne de yerkürenin topografik yapısını çözümlemektir. Amaç, “insanlığın emsalsiz sonuna” duyulan merakla, insanın yaşam ritminin en güçlü duyulduğu yere, yani kültüre kulak veren bir kazı yapmaktır. Genişleyememiş bir medeniyetin infilakı, akademik literatüre malzeme olacak denli ilginçtir. Belki de insan kültürünün evrenselleşecek kadar bereketli olmasına karşın, kendi eliyle çoraklaştırmış olması, bu durumu bu kadar çarpıcı kılar.
İnsanlık hep dışarıdan gelecek bir darbeyle yok olacağına inanmış, olası dış tehlikeler için kılıcını kuşanmış fakat içeriden yükselen çürümeye kör kalmıştır. Uzaylının topladığı veriler, insanın çürümeye adım adım sürüklendiği yolları, gözler önüne serer. Acılarından yalnızlığına, kalabalığından sessizliğine kadar insanın içini dışına çıkarır; dışarıdakilerin de iç dünyadaki yerini sorgulatır. Çünkü insan, eninde sonunda, iç dünyasıyla dış dünya arasındaki bağların tezahürüdür. Ne var ki bu tezahür, uzaylı bir bakışın yanlış anlamalarıyla zaman zaman ironik bir hâle bürünür.
Belki de insanlığın yitip giden tarihini ve ardında bıraktığı viraneleri kaleme alan bu uzaylı, Benjamin’in Tarih meleğidir. Tıpkı onun tarifinde olduğu gibi bakışlarını geçmişe dikmiş, yüzünü felakete çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz yerde, o tek bir bütün olarak yıkımı görür; parçaları birbiri üstüne yığıp ayaklarının dibine fırlatan bir yıkım.[2] Meleğin orada kalıp ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek istediği gibi uzaylı da insanlığın dağılan anlamlarını bir araya getirmek ister.
Roman, giriş ve sonuç haricinde sekiz bölümden teşekkül eder: “Dahi Anlamındaki -de”, “Nikâhtaki Keramet”, “86.400”, “İlkbahar Kış, Sonbahar Kış”, “Vasatlık Mülkün Temelidir”, “Sonsuz Her Gecenin Sabahı”, “Mazi Kalbimde Yaradır”, “Şüphenin İflası”. Bu bölümlerde insanlığa dair soruların cevapları, yıkımın içindeki yazılarda, eşyalarda, saatlerde ve binalarda aranır. Yazının hayattaki yerinden, imlâ kurallarının kutsallaştırılmasına, evlilik ritüellerinden burma bileziğe kadar uzanan ayrıntılara kadar her şey incelenir. Bir günün 86.400 saniyeye bölünüşü, insanın zaman takıntısını açığa çıkarır; her yere saat asıp yine de vakti kaybetmenin anlamı sorgulanır. Okmeydanı Adalet Sarayı’nda kaybolan adaletin izi sürülür; insanın geçmişle bağı, geleceğe dair boşlukları ve sonsuzlukla hesaplaşma çabası gözlemlenir. Zaman mefhumu ise anlatının mabedi gibidir; orada nefes alır ve dönüp dolaşıp hep ona geri döner.

Bu gözlemler, trajikomik bir bakışı da beraberinde getirir: Evlilik yalnızca iki kişi arasında değil, anne babadan halalara uzanan kolektif bir eylem olarak yaşanır. Damat bohçasını neden damadın hazırlamadığını sorgulayan bir uzaylının şaşkınlığı, insan kültürünün çelişkilerini sergiler. İnsan, evlenip aile kurup serpme kahvaltıya gittiği müddetçe normların güvenli çemberinde kalır. Bununla birlikte, geçmişe tutunma arzusu insanlığa bir kip icadı dahi yükletmiştir: -miş’li dedikodu kipi. Türkçeyi, insanlıktan geriye kalan altı kitaptan öğrenen uzaylı, Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri ile Niksar Çeşmeleri arasında gidip gelir. Tokat ile Paris arasındaki bu mesafe, insanlığa dair verilerin de ne kadar geniş ve dağınık bir yelpazede olduğunu imler. Bütün bunların ardından beliren tablo şudur: İnsan, yazdığı kadar vardır; eşyayla kurduğu ilişki kadar yaşar, vasatla uzlaştığı ölçüde de çöküşe sürüklenir.
Son bölümde insanın tamamlanan portresi, ardında bıraktığı kentten daha virane görünür; şekilci, vasata tapan, ölümü arzular gibi yaşayan, sabırsız, kendine öfkeli, insana güvenmeyen bir varlıktır. ‘İnsan nasıl öldü?’ sorusu ise, durum zarfını buldurmak yerine, yok oluşun özetini sunar: “Evvela kültür öldü, sonra insanlık öldü.” Tüm bu incelemelerin arka planında Cahit Külebi’nin dizeleri, insanın susan şarkısı için yankılanır:
“Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimdeki şarkı bitti.”
Tüm bu kıyamet senaryosuna rağmen roman, yalnızca bir ölüm ilanı değildir; bir umut da fısıldar: “Belki insanlık yok olmamış, başka galaksilerde yol, havalimanı, düğün sarayı inşa etmekle meşguldür”. Ola ki bir gün onlardan biriyle karşılaşılırsa, uzaylının soruları okura miras kalır: “Lütfen oku! Sizi doğru anlamış mıyım? Haksızlık mı etmişim size?” Cevap ise kitabın kendisindedir. Çünkü bu romanı okuyan herkes, er geç kendi içindeki şarkıya kulak vermek zorunda kalacaktır. Ve o şarkı bitmişse, işte o zaman insanlığın bir dünü, kendi bugünü olacaktır.

Paul Klee- Angelus Novus, 1920
[1] Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, 2. bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2018, s. 61.
[2] Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, 9. bs., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 42.
İlk yorum yapan olun