
Röportaj: Melih Yıldız
Henüz çocuk yaşında anne ve babasını kaybeden, hayatın bir rüzgâr gibi sağ sola savurduğu Zümrüt’ün hikâyesini, romanın karakterinin adıyla Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan, Zümrüt romanını kitabın yazarı Nalân Tuntaş ile konuştuk.
Zümrüt’te zorlu bir yaşamın içinde özgürlüğü için mücadele veren bir kadının hikâyesini anlatıyorsunuz. Ancak kitabınız ülkemizin yakın tarihine de ışık tutan bir roman. Zümrüt’ün hikâyesi nasıl ortaya çıktı?
Bundan önceki kitabım “Kasabanın Pençeleri”ni yazarken aklıma düştü. Bir kadın karakter canlandı gözlerimin önünde, “Beni de yaz!” diye dürten. Ancak o zaman romanım bitmeye yakındı, Zümrüt’ü oraya gelişigüzel yerleştiremezdim; Ayrıca o başlı başına bir karakterdi. Toplumun normlarına yüz çevirerek yaşayan bir kadın. O nedenle yeni bir roman yazmaya karar verdim. Her ne denli güçlü ve kararlı görünse de aslında kırılgan bir yapısı vardır Zümrüt’ün.

Kitabınızı okuduğum kadarıyla araştırmaya da önem veren bir yazarsınız. Nalân Tuntaş’ın bir romanı kaleme almadan önceki çalışma disiplininden bahseder misiniz?
Tarih okumayı çok seviyorum. Oldukça disiplinli bir insanım. Hemen her günü, bir iş günü, olacak şekilde değerlendiririm. Roman yazarken her gün bilgisayarın başına otururum. Çalışma saatlerini esnek tutarım. Genellikle yalnız olduğum, herhangi bir iş ya da yürüyüş yaptığım anlarda aklıma gelenleri zaman bulur bulmaz yazıya dökerim. Romana başlamadan önce 1950’lerden 2000 yılına dek geçen süreci araştırmaya koyuldum. Son yirmi beş yılı malum nedenlerden ötürü pek kurcalamadım. Eski gazete kupürlerinden, ansiklopedilerden ve internetten araştırıp notlarıma ekledim. Roman ilerledikçe eksik bulduğum yerleri yeniden araştırıp bir kez daha yazdım. Kitap bittikten sonra en az iki ay kadar dinlendiririm. Bu süre boyunca başka kitaplar okuyarak romanımla araya bir mesafe koyarım. Bu mesafe kendi kitabımı biraz da yabancı bir gözle okumayı sağlıyor. Yazma konusunda çok sabırlıyım. Aceleyi sevmem!

Tekrar romanınıza dönecek olursak; Zümrüt küçük yaşlarında ailesini yangında kaybeden bir kadın. Çok güçlü bir karakter gibi görünse de aslında hayatını tam anlamıyla düzene koyamıyor; evlilikleri çok uzun sürmüyor, akademik hayatı yarıda kalıyor ve hayatının hiçbir döneminde işleri istediği gibi yolunda gitmiyor. Aslında Zümrüt bir bakıma psikolojik bir roman. Romanın ana karakteri olan Zümrüt’ün ruhsal dünyasından bahseder misiniz?
Sizin de belirttiğiniz gibi birçok girişimi yarım kalmış bir kadın. Bu da çocukluğunda sevgisiz büyümenin bir sonucu. Anneannesi ona yeterli şefkati ve eğitimi veremiyor. Ev temizlemekten öteye gidemiyor öğrettikleri. Zaten kendi halinde, cahil bir kadın. Onun yasaklamaları Zümrüt’ü fazla etkilemiyor. Anneannesini geri kafalı yaşlı bir kadın olarak görüyor. Onun öfkesini bir şekilde savuşturarak bildiğini okuyor. Aile içinde olması gereken düşünce kalıplarını haliyle geliştiremiyor Zümrüt. Tutunabileceği tek dal var: Semih! Onu çok küçük yaşta tanıyor, birlikte büyüyorlar. Onu güvenilir buluyor. Hem baba hem ağabey hem de sevgili oluyor Semih. Zümrüt’ün yaşamında noksan olan ne varsa Semih onların toplamı oluyor. Onun ailesine ve oturduğu eve gıptayla bakıyor Zümrüt. Onun sahip olamadığı bir ahenk var onlarda. Anneannesiyle yaşadığı kuru bir hayattan çok daha fazla olan bir yaşam. Ancak İstanbul’daki okul yıllarında Semih’in değil onu, kendisini bile koruyacak güçte olmadığını görüyor. Güvendiği dağa kar yağıyor. Anarşinin ortasında tek başına kaldığından okulu bırakmak zorunda kalıyor. Evlenip bebeğini doğurduktan sonra kocasının içki içmekten başka bir şey yapmadığını görünce umutsuzluğa kapılıyor. İşte kırılma noktası burası. Semih’i artık gözden çıkarıyor. Bir gün sudan bir nedenle kızını bile almadan terk ediyor onu. Ömer’le olan evliliğinde hemen hiçbir sorun olmamasına karşın onu da yönetemiyor. Bu kez Ömer‘in yeğenine âşık oluyor. Aynı anneannesini savuşturduğu gibi Ömer’i de savuşturuyor. Bu kez, o ana dek hissetmediği duygular alıyor ötekilerin yerini. Bunun ömür boyu süreceğine inanıyor… Ancak bu kez ayrılma isteği karşı taraftan geliyor. Hem terk ediliyor hem de, Bodrum’da, yabancı bir evde tek başına beş parasız kalıyor. İstanbul’da Semih’e nasıl ulaşamadıysa bu kez de Korhan’a ulaşamıyor. Çektiği acı, yeniden içinde insan barınmayan bir hayat kurmasına neden oluyor onun. Zümrüt’ün temelleri sağlam atılsaydı belki bu denli yıkıcı olmazdı. Yeterli dersi almadığı için son bir kez daha zorluyor şansını. Ancak üçüncü evliliği de tam bir fiyasko… Ondan ona koşarken bu kez de yaşlılığa tosluyor. İnsanları ciddi bir tehdit olarak algılamaya başlıyor. Bundan sonra ne bir erkek ne de Lale’den başka bir kadın sokacak yaşamına… Artık yalnızlığa ve yaşlılığa tutunmaya çalışıyor.

Romanınız farklı bir teknikte yazılmış gibi… Dört beş hikâyenin anlatımından oluşan bir roman olmasına rağmen, hikâyeleri hep iç içe anlatmışsınız. Bunu farkında olarak mı yaptınız? Romanınızın yazım tekniğini anlatır mısınız?
Hikâyeleri iç içe anlatma tekniği başta kendiliğinden oldu. 1950’lerde bu yana gelişen olaylarla paralel giden kurmacayı kronolojik olarak yazmak istemediğimden bu tür bir yapı oluştu. Sonraki bölümlerde ise öyle yazmayı sürdürdüm. Tarih okumayı çok sevdiğimden araştırma safhası da sıkıcı olmadı.
Bazı kitaplar vardır, yan karakterlerinden yeni romanlar ortaya çıkar. Zümrüt romanınızın Semih karakterinden de güzel bir dönem romanı yazılabileceğini düşündüm. Sizin de bu romanınızın yan karakterlerinin hikâyesini okuyabileceğimiz yeni romanlarınız olur mu?
Zannetmiyorum. Bir kitabı yazmayı bitirdiğimde artık onu gözden çıkarmışımdır. “Zor Yıllar” adlı kitabımda da çok kişi onun bir devamını yazmayı önerdiler. Benim için kitap nerede sona ererse orada tamamen bitmiştir. Bana şimdi yeni bir olay örgüsü ve yeni karakterler gerekiyor. Biraz dinleme iyi gelecek.
Zümrüt’ü okurken aslında sanki bir dizi film izliyormuşum hissine de kapıldım. Romanınızı senaryoya dönüştürmeyi düşündünüz mü? Ya da böyle bir teklif gelirse bu konuda ne düşünürsünüz?
Bir roman diziye uyarlandı mı onu roman yapan birçok şey yitip gidiyor. “Yaprak Dökümü” bunun en güzel örneklerinden bir tanesi. Reşat Nuri’nin yazdığı eser olmaktan çıkmış, günümüze uyarlanmış, amacından sapmış. Dizideki karakterler cep telefonlarıyla konuşuyor. Bu bir dönem romanı en basitinden; yazara saygı duyulması, senaryonun yazıldığı döneme uyarlanması gerekir. Bana bir teklif gelirse önce senaryoyu okumak isterim.
Peki, son olarak çalışma masanızda okurlarınızı bekleyen yeni bir çalışmanız var mı?
Zihnimde tomurcuklanan bir takım karakterler ve olaylar var. Bu arada bol bol okuyarak geçiriyorum zamanımı. Şu anda kesin olmasa da önümüzdeki zamanda yazacağım kesin…

İlk yorum yapan olun