Muhtelif Bedeller Sergisi: “Yakınlaşmalar”

Emre Ağanoğlu

İnsanlıktan ümit kestikçe bildiğim dillere yenilerini eklememde gülünesi bir psikoz okumak mümkün olsa gerektir. Böyle düşüneceklerle hemfikir olduğumu belirtmek isterim hemen; yine de, aynı cümlede, onlara Lahey’i bir kez görmelerini de tavsiye edeceğim. Katie Kitamura’nın Yakınlaşmalar’daki betimlemesinde bir doğruluk payı olduğunu göreceklerdir: Deniz kıyısında olan, fakat denizden ziyade kendini muhatap alan bir şehir bulacaklar karşılarında.

Denizden ümit kestiği için mi kendi kendisiyle konuşmayı yeğliyor Lahey, bilinmez; Kitamura’nın isimsiz ana karakterinin neden çevirmenliği seçmiş olabileceğine dair ise akla yatkın varsayımlar üretebilirim. Ama sadece varsayımlar: Anne babası sayesinde, geçmişte Avrupa’nın farklı şehirlerinde uzun yıllar geçirdiğini, o sayede birden fazla dil konuşabildiğini, annesinin Singapur’da yaşadığını, babasının kısa süre önce New York’ta öldüğünü biliyoruz ya, hiçbiri onun neden Amerika’dan uzaklaşmayı, kendini bir tür arafa kilitlemek üzere, Lahey’e gelmiş olabileceğini açıklamaya yetmiyor. Nihayetinde, kendini silme dürtüsünün ne denli güçlü olduğunu ancak başka birinin dairesindeki suskunlukta fark edebilecek bir karakterden bahsediyorum.

1979 doğumlu yazarın anlatıcısı iletişim kurmaktan ziyade kabuğuna bir kat daha sarınmak için anlatıyor. Duygu yitiminin çözümünü, başkalarının hikâyelerini, arzularını, korkularını kendi deneyimleri saymakta bulmuş gibi. Kitamura’nın ürkek Jana’dan oyunbaz Robert’a, teklifsiz Kees’ten tertip timsali Adriaan’a dek, mizaç yelpazesine dengeli bir şekilde dağıttığı yardımcı karakterlerin okura anlatıcıdan daha sahici gelmesi bundan olmalı. Hem de her birinin hikâyesi en az anlatıcınınki kadar muğlak kalmasına rağmen: Küratör Jana’nın, anlatıcının hayatında belirleyici bir rolü olsa da, hikâyesinin son perdesini öğrenemeyeceğiz. Ana karakterin onun vesilesiyle tanıştığı Adriaan, çözüldü çözülecek evliliğinde, hangi adımı atacağını bilemez hâle gelmiş, yegâne kontrol aygıtı olarak her tür iletişimi tarumar etmeyi seçmiş bir başka suskun. Kees ise Uluslararası Adalet Divanında, hukuk kurallarını kendine yontabilmesini sağlayacak hünerlere erken yaşta kavuşmuş bir oyunbaz.

Ana karakter dışında hepsinin bir hayatının olduğu duygusunun bu denli baskın olmasının bir nedeni de, anlatıcının, kendi hayatının başka bir yerde kaldığı, başka bir yerde onu beklediği duygusundan kurtulamaması, bana kalırsa. Olay örgüsünün karakterlerin uçucu, uzak yapısını tekrarlaması ise Yakınlaşmalar’ı bir roman olduğu kadar, birbirine kasten sırtını dönmüş sahnelerden ibaret bir sergi hâline de getiriyor. Kitamura, yazarı olduğu kadar küratörü de, bu romanın.

Anlatıyı Realist bir dram, bir oda müziği hâline getirecek bütün öğelere sahibiz gerçi. Bir avuç karakter, yüzölçümü küçük bir çerçevede, uzun öykününkine daha yakın duran bir hikâye zamanında karşımıza çıkıyor, yazarın onlar için kurduğu evrende, rollerini canlandırıyor. Yukarıda da değindiğim üzere, el yordamıyla ama: Zira her ne kadar birer geçmişe sahip olsalar da, onlara yapıtın şimdiki zamanında kimlik kazandıracak hafızaları, anıları sisten kurtulamıyor. Kim olduklarını biliyorlar belki, fakat neden Eline, Anton, Jana oldukları hepsinin dilinin ucunda donakalıyor. Böyleyken, birbirlerine temas etme uğraşları da hakiki bir iletişimden ziyade, bir tür indirimli alışveriş seviyesinde kalacak.

Falanca koşullar altında nasıl davranmak istediklerini görmelerini, ama anlayamamalarını kendi kendilerine uyguladıkları, görünmez bir şiddet saymalı belki de.

Hakiki yaralar, soyut şiddet: Kitamura’nın bu ikiliği birbirini yansıtan birer matruşka olarak kullanması dikkate değer. Uğradığı saldırı neticesinde hastanelik olan Anton’un bedenindeki, gözle görülür hasarın sorumlusunun izine tek bir sokak kamerasında dahi rastlanmadığını okuyoruz. Afrikalı eski başkanın Adalet Divanında yargılandığı sahnelerde, bir görgü tanığının ise bizzat ifade verdiğini göreceğiz. O salonda kelimeler elbette tek başına yeterli gelmeyecek; diğer kefede, Anton ayan beyan ortada olan yaralarının sorumlusunu ne görebilmiştir ne de saldırıyı hatırlayabilmektedir. Kitamura’nın hem Anton’un sessizliğini hem de Afrika’daki o katliamı betimlerken öne çıkardığı tiyatro öğesine dikkat çekeceğim hemen. Her iki vakada da, deneyimsizliğinin çözümünü abartılı oyunculukta bulmuş acemiler görüyorum. Görgü tanığının bir vahşete tanıklık ettiği ortadadır. Fakat hafızası gördüklerini pekâlâ bir piyese, eski başkanı ise bir yönetmene dönüştürmüş de olabilir. Anton saldırıya uğramıştır. Fakat tecrübe ettiklerini sapkın bir talih kuşu olarak görmesi, bedenini olmasa da zihnini o gecenin yabancısı hâline getirmiş olması ihtimal dâhilindedir.

Huizinga’nın geçerliliğini –ne mutlu ki– hâlâ koruyan Homo Ludens’ini okuyanlar, onun mahkeme salonlarındaki oyun öğesine dikkat çektiğini hatırlayacaktır: Taraflar hangi rolü canlandıracağını seçer, kostümünü giyer, bir başkası hesabına söz almak maksadıyla, sınırları çizilmiş bir alana adım atar, oyunun kendine özgü diliyle konuşmaya başlar. O kısa, ama dopdolu bölümü burada etraflıca özetlemem mümkün değil, fakat Kitamura’nın anlatıcısının, simultane çeviri yaptığı duruşmaları aktarırken kullandığı kelimeleri hatırlatmak istiyorum. Söz alan tanık, duruşmayı tiyatroya, tecrübe ettiklerini saklambaca benzetir, dinleyiciler ise tezahürat yapar (s. 80). Çevirmenler, “oyuncu kadrosunun arkasındaki figüranlar”; çeviri ise, “bir tür performanstır.” (s. 150) Anlatıcının iş arkadaşı Robert amatör tiyatrocudur hatta.

Simultane çeviri yapanlarda, vantriloklarda rastlandığı söylenen anlık şizofreninin bir benzerine rastlandığını okuduğumu hatırlıyorum. Dudaklarını neredeyse hiç oynatmadan kuklasını konuşturan kuklacı, kurduğu o nefes aldırmaz diyaloğun bir yerinde, kuklasının hiç hesapta olmayan cümleler kurduğunu duyuverir. Hemen toparlanır ya, o kısacık sürede olan olmuş, benliği yarılmıştır. Kitamura’nın simultane çevirmeni, kitabı dip dalgası gibi sürükleyen dava süresince, zihnini duyduklarına teslim etmiyor gerçi; ne var ki duruşmalar birbirini takip ettikçe, akıl almaz vahşetlerin fitilini ateşlemekle suçlanan eski başkanın tutarlılığını beğenmeye başladığını okuyoruz. Görgü tanığının cümlelerini tekdüze bulurken, eski başkanın kararlılığından etkilenecektir. Adamı zaman zaman dönüp kendisine bakarken yakalayınca onunla göz göze gelmekten çekinmez hatta, dikkatlerin odağındaki eski başkanın, kameranın merceğini ona doğru çevirmesine ses etmez. Nihayetinde, onun azarlarını da sineye çekecektir: “Benim ahlak anlayışımın sen ve senin gibilerden bir şekilde farklı olduğunu düşünüyorsun. Yine de seni benden ayıran hiçbir şey yok.” (s.154)

Antonioni’nin The Passenger’ını, özellikle de filmdeki bir sahneyi hatırlamamak elde değil burada: İngiliz gazeteci David Locke, gerillalarla röportaj yapmak ümidiyle Çad’dadır. Büyücü hekim de olan liderlerden birine Avrupa’da geçirdiği dönemi sorması üzerine, o da benzer bir rol değişimine maruz kalır. Sorusunun ne ima ettiği ortadadır; adamın kendi ülkesinde, Fransız gizli servisi hesabına çalışması maksadıyla eğitildiği cevabını sessizce, ama peşinen veren bir sorudur onunki. Berikinin oralı olmayışında, soruya söz sanatlarıyla süslü bir yanıt vermesinde (“Yanıtlarımdan ne kadar az şey öğrenebileceğinizi anlayabileceğinizi sanmıyorum.”), Locke’ı dürüstlüğe davet etmek üzere kalkıp kamerayı aniden ona çevirmesinde içgüdüsel bir salahiyet kadar özel bir eğitimin de rol oynayıp oynamadığı önemsizleşir o an. Zira Locke’ın da içten içe onunla hemfikir olduğunu, kimliğine bürüneceği Robertson’la bir sohbetinde dile getirdiğini kısa süre sonra öğreneceğiz. Ne kadar makale yazarsa yazsın, kaç tane belgesel hazırlarsa hazırlasın, nihayetinde, Kitamura’nın anlatıcısı gibi, onun da bölgenin, o bölgenin insanlarının kendi şimdiki zamanlarına evrensel fizik kurallarınınkine benzeyen değişmez formüllerle değil, tarihsel bir anlam ağı vasıtasıyla çıktığını sezmesi, bireysel bir kayma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor onu. Lahey belki denize sırtını dönmüş değildir de, onunla yan yana var olabileceği yegâne yolu bulmuştur –bilemeyiz. Yabancı dillere beslediğim merakı birden fazla kaynak besliyor olabilir –bilemezsiniz.

Locke’ın başkasının hayatına sığınmasını sağlayacak adımların tek sorumlusunun o söyleşi olduğunu düşünmüyorum, fakat kamera ona döner dönmez irkilmesinde, onca zamandır çaresini bulamadığı iğretilikten kaçacak yeri kalmamasını ancak o an, asla tam anlamıyla anlayamayacağı bir yerin yerlisi bir yabancının sınır ihlali vasıtasıyla kabullenebildiğini de düşünmeden edemiyorum. Kitamura’nın anlatıcısını Locke kadar trajik bir son beklemiyor; başkasının hayatına heveslenenin, ölümün ona ayrılmış türünü de tatmayı göze alması gerektiğini günün birinde öğrenecek olsa dahi, o kadarı Yakınlaşmalar’ın konusu değil. Deniz kıyısındaki Lahey’de, sahneye ancak romanın bitmesine yedi sekiz sayfa kala çıkan kumsalın sessizliği, “pek çok bakımdan sanki içe bakıyormuş, sırtını açık denize dönmüş” (s. 20) gibi yükselen şehrin huzuru, şiddeti de görünmez kılıyor romanda –ki bunu, Kitamura’nın Yakınlaşmalar evrenini kurarken ödediği bir bedel olarak değerlendirmek de mümkün. Bedel dediğimin yapıtı zayıflattığını düşünmüyorum ama. Romanın sonlarına doğru, anlatıcının annesiyle yaptığı telefon konuşmasında, onunla aynı anda öğrendiğimiz üzere, bütünüyle unuttuğu, babasının başrolde olduğu bir çocukluk anısının cisimsiz tortusu mu sürüklemiş onu bu şehre? Yine öğrenemeyeceğiz. Bu bedeller sergisi Kitamura’nın romanını güçlendiriyor.