Aylak Kadın, Paris Günlüğü -Tefrika 2-

Senem Timuroğlu

şahsi mit anlatısı

özkurmaca

Yirmi beş yaşıma…

Kadınların şehirlerinde, özgürce yürüdüğü ve düşündüğü bir Dünya’ya doğru…

Birinci tefrikayı buradan okuyun.

11.

F. ile Cafe de Flore’da oturuyoruz. Çantasından çıkardığı kitabı açıp, okumaya başlıyor: “O güne kadar hep sıkı sıkıya başkalarına bağlı olmuştum; bana yaşam çerçeveleri ve amaçları benimsettirmişlerdi; ve sonra bana büyük bir mutluluk sunulmuştu. Burada, ben hiç kimse için yaşamıyordum”. Marsilya’da tek başına öğretmenlik yaptığı günleri anlatıyor Simone: “Kentler, kasabalar, köyler, manastırlar, şatolar dolaştım”. Etrafı tek başına yürüyerek keşfetmekten büyük haz duyduğunu söylüyor.

“Tek başıma, Sainte-Victoire’ın doruğunda sisler arasında, Pilon du Roi zincirince beremi ovaya fırlatan rüzgarın şiddetine karşı yürüdüm. Lubéron’da bir uçurumda tek başıma kayboldum. Bu küçük anlar, aydınlıkları, sevecenlikleri, şiddetleri içinde yalnızca bana aittiler. Henüz uyku sersemliği içinde, gecenin oyalandığı kentten geçmek ve güneşin doğuşunu bilinmeyen bir kasabanın üzerinde izlemeyi ne kadar seviyordum!”

Ben de gece yürüyüşlerinde sadece kendime ait anların hazzını iliklerime kadar hissediyorum. Gecenin sunduğu ürpertiyle karışık heyecan duygusu, kente karşı meydan okuma isteğimi arttırıyor; özgüvenimi tazeliyor.

12.

Sunumu yaptığım akşam, EHESS’ten çıkışta, E. ile yurtlarda bir partiye katılıyoruz. Punch içip, dans ediyoruz. Son metroya yetişiyoruz. Kapının yanındaki koltuklara çöküyoruz. Sıcakla karşılaşan bedenim kendini bırakıyor. Birkaç durak sonra, uykuyla uyanıklık arasında E. dirseğiyle beni dürtüyor: “Sakın adama bakma” diye fısıldıyor. Bir adamın bakışlarını üzerimde hissediyorum. Olağandışı bir sessizlik var. Adam arkasını dönerek ilerlemeye başlıyor. Bir elinde bavul, diğer elinde bir bıçak, ayaklarının ise çıplak olduğunu görüyorum. İlerledikçe bavuldan kan damlıyor. Gözüm damlayan kanın yerde bıraktığı ize dalıyor. Tüm bedenimi ateş basıyor. İki vagonun birleşme kısmını bıçağıyla açıyor, bavulu bırakıyor.

Bir zamanlar, boynuma dayanan kamanın soğuk ucunu tenimde yeniden hissediyorum.

Gazetelerde üçüncü sayfa haberi oluyoruz: “M.N, sevgilisini öldürüp, parçalara ayırmış, kadının uzuvlarını bir valize koyarak, valizi Gare du Nord durağında bindiği RER B vagonunda bırakmış, kendisi Chatelet les Halles durağında inmiştir; vagondaki yolcuların ihbarı üzerine, polis tarafından çok geçmeden yakalanmıştır”.

Bir süre gece yürüyüşlerine çıkamıyorum. Paris bana, “sen kim, bağımsız kadın olmak kim” diyor, sert bir tokat atıyor. Kente meydan okudukça, o el yükseltiyor. “Ey Paris”, diyorum, kadın dostlarını ne zaman bağrına basacaksın? Sokaklarında karın deşen Jack’leri beslediğin gibi, bizi de kucağına al ve koru; bizim neyimiz eksik?!

13.

On gün sonra, Seine kıyısında gece yürüyüşü yapma özlemim ağır basıyor, siyah bol eşofmanlarımı, kapşonlu fermuarlı siyah sweatimi giyiyor, spor ayakkabılarımı ayağıma geçiriyorum. Gecenin karanlığına karışmaya hazırım.

Masamın üzerinde duran Pasajlar kitabından Walter Benjamin kıs kıs gülerek, bana bakıyor: “Cadde flanör için konuta dönüşür; sokaktaki adam, kendi dört duvarının arasında nasıl evinde olduğunu duyumsarsa, flanör de bina cepheleri arasında kendini evindeymiş gibi duyumsar”, diyor.

Monsieur Benjamin, sizin ayrıcalıklı flanörünüz bizimle dalga geçiyor. Biz kadınlar için sokak güvenli mi? Geçen hafta, gördük, kadınları doğrayanlarla yan yana yaşadığımızı. Ah ama pardon, doğru, bu konu siz “düşünen” “aylak adamları” zerre ilgilendirmiyor.

14.

O geceden on beş gün sonra E. ile buluşup, bitpazarına gidiyoruz. Lépine Meydanındaki çiçek pazarına uğruyoruz. Şubat ayı, Menekşe vakti. Mor menekşe seçiyorum. Bizim lisenin sembolünün mor menekşe olduğunu anlatıyorum E.’ye.

Uzun zamandır güzel bir gün geçirmenin sevinciyle eve dönüyorum. Menekşeme pencere kenarında bir yer ayarlıyorum. Fas usulü naneli çay demliyorum. Evimin yakınındaki Mosquée de Paris’de keşfettim bu çayı. İçine de bir fıstık atıyorum. Nanenin kokusunu içime çekiyorum. Glenn Gould’un French Suites BMV 812-817 açıyorum. Piyanonun sesi, Gould’un mırıltıları, tül perdenin arasından güneş, odamı dolduruyor. Geçen yıl büyük hayranlıkla okuduğum Aylak Adam’ı açıyorum: “Sonra o Rum kızını öptüm. Harbiye’ye
yakın caddenin ortası tenhaydı. İki kişiydiler; kol kola gülüşerek geliyorlardı”. Tıpkı bugün bizim gibi. “Yanımdan geçerlerken benden yana olanı tuttum, öptüm. Yüzü soğuktu. Bağrıştılar.” Son üç cümleyi yeniden okuyorum. Kitabı kapatıyorum. Keyfim kaçıyor. Tükürüğünü yüzümde hissediyorum. Midem bulanıyor. Karnımdan yukarıya öfke ateşi çıkıyor. Kitabı yeniden açıyorum: “Kafamı hınçla geriye attım gülerken”. Aylak Adam, bu neyin hıncı?

15.

Kaldırımın karşısından, çarşaflı, gözleri sürmeli bir kadın geçiyor. Kadının gözleri beni çocukluğuma, Harran’a taşıyor. Derin bir özlem duygusu yükseliyor. Kulağıma Arapça doluyor. Çölün kumu ve rengârenk, pullu kadife elbiselerin kokusu burnuma geliyor. Bibi’nin kırışık alnındaki mavi renk, ay dövmesini, konu komşuya yaptığı dövmeleri hatırlıyorum. Yeni doğmuş kız çocuğu emziren komşudan aldığı sütü, kandilin üzerine konulan sacdan topladığı isle karıştırdığı, yedi iğneyle çizdiği işaretleri dövdüğünü anımsıyorum. Yüze yapılan dövmelerin, kadınları çirkinleştirerek, tacizci adamlardan korumak amacı taşıdığını anlattığını hatırlıyorum. Seine kenarına çöküyorum. Kadının sürmeli gözlerindeki parıltı aklımdan çıkmıyor. Bir adam, “Kariiim” diye bağırıyor; nehre dalan gözlerim, Arapçanın tınısıyla bu sefer beni Balıklıgöl’e götürüyor. Seine’in kıyısı, birden bire kırmızı balıklara ekmek attığım Balıklıgöl oluyor. Bibi, ekmekleri “ifala, ifala” diyor. Bibi’nin bana anlattığı masal aklıma geliyor. Aslında bana İbrahim öncesi, eski Urfa’yı anlatıyormuş. Bu göl derdi, adı Atargatis olan bir Tanrıça’nın anısına yapılmış Tapınağın havuzudur; “Tanrıçanın her gece, bu suda yıkandığı, bu balıkların da Tanrıçanın reenkarnasyonu olduğuna inanılır. Tapınakta deniz kızları figürleri yer alır. Su, yaşama yaşam katan Tanrıçanın şifasıyla dolar. O zamanlar Ay kutsaldır bu topraklarda, özellikle Harran’da. Hilalken bir erkek, dolunay olduğunda kadın olur. Ayın ışığı bu suya yansıdığında, Tanrıça’nın bereketi, şifası çoğalır. Tanrıçanın diğer adı İştar’dır. Babası da Ay Tanrısı Sin. Kadınlar çok önce buralarda ezilmezdi. Harran’ın Kraliçesi vardı, adı Zugalum’dur. Sonra, savaşçı, ataerkil göçebe kabileler, Samiler gelip buraları işgal eder. Kadınlara gözdağı verirler. Kadınları evlere tıkarlar. Sokaklara çıkan kadınlara örtünme baskısı yapılır; örtünenler saygın, iffetli; örtünmeyenler fahişler olarak sınıflandırılır”.

Seine’in çamur rengi suyuna dalıyorum. Bin yıllardan bugüne, kadın düşmanı yasalar nasıl sürebiliyor diye düşünüyorum. Kadınlar ne zaman bu dünyada huzur bulacak? Öfkeyle, yürümeye başlıyorum. Sık ve hızlı adımlarla sinirimi yoldan çıkarıyorum. Bir adam bana laf atsa ya da bir kadının arkasından ıslık çalsa ya da kazara bir şey soracak olsa, penisine kocaman bir tekme indirir ya da yüzüne okkalı bir tükürük sallarım. Sinirim geçene kadar nehir kıyısında yürüyorum. Ter içinde, sırılsıklam eve dönüyorum.

16.

Ay başı. Kiramı yatırmak için çıkıyorum. Jeanne d’Arc, meydanın ortasında beni selamlıyor. “Cazı bu cazı; Jan D’ark olacak bu kız”, diyen Midyattan Urfa’ya göç etmiş, babamın babası noter ve Urfa milletvekili dedemin bana ayrılan mirasını çekmek üzere, bankaya doğru yol alıyorum. Fransızlar tarafından işgal edilen konakta büyümüş babamın, babasından kalan miras.

Kirayı ödedikten sonra, kalan para yeme içmeye yetiyor. Favorim, konserve ravioli. Salçalı sosuna bageti batırıyorum. Baget arası camembert ve saucisson’a bayılıyorum. Limonlu, şekerli krep seviyorum. Ancak kitaba param yetmiyor. Çalışmaya başlamalıyım.

Üniversitede kitap hırsızıydım. Bir hocamızın, terasta kız kulesine karşı çaylarımızı yudumlarken öğrenci için “kitap çalmak caizdir” demesiyle, haftada bir, sırt çantamı doldururdum. Kitaplarımın ilk sayfasına hangi kitaba para verdiğim, hangisini çaldığımı belirten kendime göre geliştirdiğim bir şifreyi not ederim. Burada kitap çalma riskini göze alamıyorum.

17.

Jardin des Plantes’ın yanında açılan “Jardin des Pates” garson arıyor, öğleden sonra görüşmeye gidiyorum. Cezayirli patron, beni en yoğun saat için tutuyor. Saatlik, kayıtsız bir işçi oluyorum. Hemen başla diyor. Bir çocuk hızlı hızlı ne yapacağımı anlatıyor. Heyecandan yarısını anlıyorum, yarısı bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyor. Önlüğümü takıyorum. Masalar dolmaya başlıyor. Siparişleri alıp, mutfağa iletmeye başlıyorum. Giderek hızlanan, siparişleri karıştırmadan, mutfaktan alıp masalara dağıttığım iki saatin sonunda; hep birlikte bize çıkan yemeği yiyoruz. Paralarımız dağıtılıyor, evime dönüyorum. O gün tüm vücudum ağrıyor; tüm gün yatıyorum. Günler geçtikçe tempoya alışıyorum. Müşterileri tanımaya, servisi güler yüzle yapmaya, bedenimde eller, ayaklar, zihinde bir senkron oluşmaya başlıyor. Artık ben de Tanpınar’ın mektuplarındaki genç, güzel kadın garsonlardan biriyim.

18.

Garsonluktan kazandığım parayla F.’nin hediye ettiği, kendimi yakın hissettiğim La Force des choses’dan sonra Le Deuxième Sexe’i alıyorum. Yoğun sezon bittiği için, restoran sahibi beni işten çıkarıyor. Annem arıyor. Dedem hastaneye kaldırılmış. Annemin babası dedem, yuvarlak çerçeveli gözlükleriyle, Sorbonne’un önünde matematik bölümünde doktora öğrencisi olmaktan gururlu, siyah beyaz fotoğrafıyla bana gülümsüyor. Kütüphanesinde yer alan Saint-Michel sahaflarından aldığı La physique, L’histoire du ciel, L’histoire des meteores isimli kitaplarını küçüklüğümde hayranlıkla seyrettiğim dedem. Masasına gömülerek, titrek el yazısıyla defterler dolusu, matematik formülleri yazan; bana Tanpınar’la aynı Enstitüde ders verdiğini, Aziz Nesin’in Marko Paşa için kendisinden çeviri istediğini anlatan, içi gülen gözleri, nezaketi, dinginliği, sabrı, neşesiyle hayran olduğum dedem. Paris’ten getirdiği Edith Piaf, Mireille Mathieu plaklarını bana dinleten dedem. Birkaç gün sonra onu aramalıyım.

19.

Mart ayı. Akşam E. arıyor, hadi Bastille’e çıkalım, diyor. Metroda yaşadığımız dehşetten sonra ilk gece çıkışı. Siyah kapüşonlu swit yerine, çiçekli kısa elbisemi, ayaklarıma botlarımı giyiyorum. Üzerime kot ceketimi alıyorum. Kırmızı rujumu sürüyor, gözlerime siyah kalemimi çekiyorum; saçlarımı iyice kabartıyor, açık bırakıyorum. E. beni sokağın başında bekliyor. Kot, tişört giymiş, çantasını sırtına asmış. Beni görünce gözleri büyüyor. Vay, harika görünüyorsun diyor. Seni korumak zor olacak! Onlar kendilerini bizden korusun! Tozunu attıracağız gecenin! diyorum. Gece boyu barlara girip, çıkıyor; içiyor, dans ediyor, yılışık adamları kovalıyoruz. Saat ikiye doğru serin havaya kendimizi bırakıyor, salına salına eve doğru yürüyoruz. Tuzlu suya dalıyorum, ayaklarım kulaç atıyor, yolda yüzüyorum. Köprünün soğuk taşlarına dokunuyorum. Taşın pürüzlü yüzeyini okşuyorum. Köprünün ortasında nehrin havasını içimize çekiyor, “Paris biz buradayız”, diye bağırıyor, kahkahalara boğuluyoruz. Sessizlikte sesimiz çınlıyor. Köprünün sonuna yaklaştığımızda köprü altından bizim sesimize, bir diğer kadının sesi karışıyor. Bir çığlık; kızlar, yardım edin! kızlar yardım edin! Biz gülerken, bir kadın ağlıyor. Bizden yardım istiyor.

Sağıma dönüyorum, karanlığın içinde belli belirsiz gölgeler kımıldıyor. Neredesiniz, nasıl yardım edebiliriz diye bağırıyorum. Karanlığı defolun diye haykıran bir adam sesi bölüyor. Sese bir parıltı eşlik ediyor. Gözüm alışınca, adamı ve elinde tuttuğu bana doğru salladığı bıçağı fark ediyorum. Tüm bedenimi öfkenin ateşi sarıyor. Deliriyorum. Çığlıklar atıyorum, bırak kadını pislik! Lanet olsun senin gibi adama! Connard! Merde! Va te faire foutre! Casse-toi! Gözüm dönüyor. Arkadan kadının ağlayan sesi, yüreğimi dağlıyor.
İçimi eziyor. Adamın üzerine atlamak, elindeki bıçağı tutup nehre fırlatmak, kadını bu pisliğin elinden kurtarmak istiyorum. E. o sırada polisi aramış; polis arabası, sirenini söndürmüş, bıçaklı adamın fark etmeyeceği şekilde karanlığın içinden süzülerek yanaşıyor. Jacques, yine mi sen? diye bağırıyor polis. Kocanızdan şikâyetçi misiniz, şikâyetçi olmadığınız için tutuklayamıyoruz. Bir gün sizi öldürecek diye bağırıyor. Kadın, şikâyetçiyim diye haykırıyor. Kendini adamdan kurtarıyor. Bize doğru koşuyor. O an ayaklarımın bağı çözülüyor; kadına sarılıyorum. Hüngür hüngür ağlıyorum. Kadının saçları lavanta kokuyor. Elleri kelepçeli adam, ağzından tükürükler saçarak orospu, orospu diye bağırıyor. Polisler kafasını iterek, onu arabaya bindiriyorlar. O sırada SAMU yanaşıyor. E. geçti, geçti diyor, kadınla beni nazikçe ayırıyor. Görevliler kadını ambulansa bindiriyor. Kıpkırmızı şişmiş gözlerle bize bakıyor, minnettarım diyor. E ile birbirimize yaslanarak, ağır aksak eve dönüyoruz. Sıcak suyun altına giriyorum. Pijamalarımı giyiyorum,
yatağa giriyor, yorganı başıma çekiyorum. Kadının çığlıkları kulaklarımdan gitmiyor.

20.

Rüyamdan, ben öldürdüm diye bağıran G. teyzenin sesiyle sıçrıyorum. Saat beş. Kırmızı ojeli, uzun tırnaklı, bembeyaz bakımlı ellerini hatırlıyorum. Kızını küçük bir çantayla bize bırakıp, polise teslim olmuştu. Kızı, bir süre bizde kaldı. Kimse ona annen, babanı öldürdü diyemedi. Deseydi mutlu olur muydu? Dün gece bana sarılan kadının bir an önce gücünü toplayıp, yaşama tutunmasını diliyorum. Bir süre dışarı çıkmamaya karar veriyorum.

-Devamı var.-