Nesrin Orun: “Yaşama ve ölüme katlanmak için yazıyorum.”

Melike Sönmezer

melikesonmezer@sanatkritik.com

Nesrin Orun’un ilk öykü kitabı geçtiğimiz ekim ayında Dipnot Yayınları’ndan çıkarak okuyucusuyla buluştu. Biz de kendisiyle ilk öykü kitabını, yazma sürecini ve edebiyatla olan ilişkisini konuşmak üzere bir araya geldik.

Nesrin Hanım nasılsınız? Günleriniz nasıl geçiyor?

İyiyim teşekkür ederim. Günlerim yaşama uğraşıyla geçiyor. Herkesin olduğu gibi yoğun geçiyor.

Çok klasik bir soruyla başlayacağım; insan neden yazar, siz neden yazıyorsunuz?

Yaşama ve ölüme katlanmak için. Günümüzde belki de en çok yaşama katlanmak için.

Yazmaya nasıl başladınız? Yazıyla olan yolculuğunuzu bizimle paylaşır mısınız?

Bu sefer benimki klasik bir cevap olacak. Çocukluğumdan beri bir şeyler yazardım. Kâh deftere, kâh aklıma kâh birilerine anlatarak, uydurarak. Yıllarca sürdü, yolunu buldu diyelim.

Daha önce yayımlanan öyküleriniz oldu. Bunlardan biri kitap içerisinde yer alan ve çok sarsıcı bulduğum “Sevgi” adlı öykü. Myrina Yayınları’nın öykü yarışmasında jüri özel ödülüne layık görüldü. Yine 2025 Oğuz Atay Ödülü aldınız. Acaba o ödüller sizi “tamam artık bu öyküleri birleştirip okuyucuyla buluşturmalıyım” hissine teşvik etti mi?

Bu ödülleri aldığımda kitap basım aşamasındaydı. Ödüller bana yayımlama kararımda güç verdi. Yıllardır yazmama rağmen yayımlamak için acele etmemiştim. Yayımlamakla iyi mi ediyorum diye küçük bir tereddüttüm vardıysa da bu ödüller onu giderdi diyebilirim.  

Belli bir yazma rutininiz var mı?

Yok maalesef. Maalesef dememim nedeni aynı zamanda çalışıyor olmam, hatta yoğun çalışıyor olmam. Yazı; dinlenmemden, uykumdan tırtıkladığım zamanla gerçekleşebiliyor ancak.

Tüm öykülerden bir dosya haline getirmek ne kadar zamanınızı aldı?

Aslında bir değil birkaç dosya olabilecek kadar öyküm vardı. Taslak olanları saymıyorum bile. Bir yönüyle işim kolaydı, hazır öykülerimden seçecektim. Kitabın bütünlüğünü göz önünde bulundurarak, öykülerimi bilen, okuyan arkadaşlarıma danışarak karar verdik. Bu da birkaç ay gibi kısa denebilecek bir zaman aldı.

Yazmaya başladığınız dönemden bu yana dilinizin ve anlatım biçiminizin nasıl dönüştüğünü düşünüyorsunuz?

İlk zamanlar, ki ben buna çocukluk, ilk gençlik ve gençlik dönemleri diyorum, daha serbest, sevdiğiniz yazarlara öykünerek, onlara benzemeye çalışarak yazıyorsunuz sanırım. Sonra gerçek yazma dönemi dediğim, ki kısmen yine bunları barındırsa da çok daha ciddi bir hal alıyor. Yazmanın matematiği, felsefesi ve hatta sosyolojisi işin içine giriyor. İlk dönemlerde neredeyse bihaber olduğunuz, rahat rahat yazdığınız sonrasında tek bir sözcük için günlerce düşündüğünüz bir süreç. Dil ve biçim diyorsak yazının ciddiyetinin kavranmasından da bahsediyoruz bir yönüyle.

Kitap 14 ayrı öyküden oluşuyor. Her biri ayrı gibi görünse de bu öyküler bence birbirleriyle konuşuyorlar. Her birinde kıyıda kalmış bir kadın, bir erkek ya da bir çocuk duygularıyla bezeli. Kendi içinde bir duygu yumağı var diyebilir miyiz?

Kendi içinde bir duygu yumağı var elbette. Kitabın ismi Sarsılmışlar Bahçesi’nde Şenlik. İlk ilişkisellikleri sarsılmışlar yani sarsılmışlıkları. Farklı yerden, farklı duygudan, farklı noktalardan sarsılmış olsalar da bir şekilde yaşamla olan ilişkileri yara almış, yaşamları bir tür derin kriz haline dönüşmüş insanlar. Çok farklılar, birbirlerinden habersizler, belki birlerini asla görmeyecekler ama işte burada buluşuyorlar. Bahçe motifi biraz da bu yüzden. Kurumuş, çöle dönmüş bir bahçede, bir dünyada, yaşamla bağları kesintiye uğramış sarsılmışlar ne yapar, nasıl devam eder, hatta devam etmek mümkün mü? Öyküler, kitap bazen cevap ama çoğunda soru aslında.

Koyu Nakışlar” öyküsünü okurken boğazım düğüm düğüm oldu. Biz orada hayatın kıyısında pasifize edilmiş yok sayılmış bir kadının ev içinde bir sevgi mücadelesini okuyoruz. Kedi ve kadın edilgen bir konumdayken yok ederek var olmasını izliyoruz. Nasıl bir çatışma unsuru kurdunuz?

Hakkında en çok soru aldığım öykülerden biri oldu “Koyu Nakışlar”. Az önceki soruda kısmen söylediğim şey aslında, sarsılmışlar nasıl devam eder; “Koyu Nakışlar”, derin kederinin yanı sıra sarsılmışlığın bizzat kendisinin bir mücadele zemini olup olamayacağını sorguluyor. Yaşamdan kopmuş ama aynı zamanda farklı bir yaşam zemini de olup olamayacağı sorusu. Kedi ve kadın, bir karşılaşma. Hayat dediğimiz bir yönüyle karşılaşmalar bütünüyse; bazı karşılaşmalar neredeyse hayattan koparıyorken bazı karşılaşmalar yaşam direnci üretir. Çatışma durumundan ziyade bu karşılaşmanın yeni bir yol yaratması. Bazı karşılaşmalar ölüm gibiyse bazıları mucize gibidir. Ölüm döşeğinde, eriyen duyguların mucizevi şekilde canlanması ama yine de ölümle, öldürmekle. Soyut ve somut ölüm, hangisi daha gerçek. Basit gibi görünen soru bazen o kadar da basit değildir.

Öykülerinizde çoğu zaman kıyıda kalmış, görünmeyen kadınlar ya da kız çocuklarıyla karşılaşıyoruz. Bu karakterleri yazarken sizi en çok hangi duygu yönlendiriyor?

Bu sefer “Koyu Nakışlar”a ben gideceğim. Orada doktor soruyor ya “Öfkeli misiniz?” diye. O da sakin, güler yüzüyle; “Derinlerde bir yerde,” diyor. Bizimki de o mesele. Hadi diyelim sakin ve güler yüzümüzle yazsak da yaşasak da derinlerde bir yerde öfke doluyuz. Nefret değil ama öfkenin hala bir güç olduğunu, öfkenin bir direnç olduğunu ancak öfkeniz yani tüm gücünüz tükenince anlıyorsunuz. Öfkenin, öfkelenmenin bile tükendiği bir nokta var. O noktadaysanız bırakın yapacaklarınızı; gücünüz, sözünüz de tükenmiştir, sizden geriye pek bir şey kalmamıştır. Sizin kıyı dediğiniz nokta biraz da burası. Öfkesinin bile elinden alındığı insanlar var. Sanırım öfkenin bile çalınmasına öfkelenmem, bu duygu, pek çok duygunun yanı sıra…

Sevgi”, beni en çok sarsan öykü oldu. Aslında bir ülke panoraması. Ataerkil dünyada var olmaya çabalayan kız çocukları izlek olmuş. Bu öyküyü kurma süreci nasıl gerçekleşti?

Kurma süreci biraz yazarak gelişti aslında. Ataerkil dünyada var olmaya çabalayan kız çocukları ya da ataerkil dünyada yok edilmeye çalışılan kız çocukları… Burada derdim; bedenen yok edilmeye çalışılanların, duygu olarak da nasıl yok edildiğine dairdi. Daha o yaşta dünyaya dair bütün algılarınız şekilleniyor, dünyadan kopuk, dünyayla bir türlü doğru şekilde ilişkilenememe, ilişkiselliğin koparılıp atılışı. Çenesini tutup yüzüne bakan babasının bu sefer yumruk atmadı diye “babam beni sevdi” demesi gibi. Böyle bir ilişkilenme. Hayatın, duyguların tersyüz edilmesi. Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” tespiti. Güçlünün “doğrusuna” göre baştan sona yanlış iliklenen hayatlar. Bu hayatlarda doğru yaşamak, mutlu olmak mümkün mü? Bu öykü, kitabın bütünü için de kitaptan bağımsız olarak da, sarsılmışlık tek bir olay, ya da başa gelmiş tek bir talihsizlik değildir. Yaşamın bütününün bir cendere haline gelmesidir. Bu cenderenin sürekli çiğnemesidir. Bu cendere bazen sevgi maskesiyle de öğütüyor.

Bir Evliliğin Kara Güneş’le İmtihanı” aşk ve gurur kitabını anımsattı bana. Bahar ve Fikret aşkı yaşama biçimini keşfetmeyen iki insan olarak kaldı okuyucunun zihninde. Aslında edebiyat kanonun dışına çıkan bir yerden ele almışsınız. -Ben bu durumu çok seviyorum- kanon dışında aşkı ele almak ve böylesine bir yaratım ilham verici. Bu öykü nasıl ortaya çıktı?

Nasıl ortaya çıktı sorusuna bazen kolay cevap verilemiyor, tek cevabı yok çünkü. Birçok olayın, duygunun, cümlenin, insanın karşılaşması, çakışması. İlk ilhamı veren bir duygu, bir insan olabiliyor, bazen bu tek bir bakış da olabiliyor ama orada kalmıyor. “Aşkı yaşama biçimini keşfetmeyen iki insan” dediniz, ben o kadar emin değilim. Burada aşk var. Sevme biçimleri meselesi. Bu da sevginin, aşkın bir biçimi, farklı olsa da.

Derin Koma” öyküsünde resmen hep bildiğimiz sofraların birinde oturduk. Okurken sanki o sofrada biz de oturuyoruz; Nursel’le konuşmak istiyoruz. Bu öyküyü yazarken nasıl bir atmosfer kurmak istediniz?

Bir arkadaşım, okurken o sofradan bir çatal alıp fırlatasım geldi, demişti. Gergin, kısacak bir sofra “sohbeti” ama görüp de sustuğumuz, yuttuğumuz, alıştığımız hayatlar. Tıpta minimal bilinç durumu denilen beyin hasarı sonucu ortaya çıkan ciddi bir durum aslında. O kadar yavaş, o kadar sindi bir şekilde işleniyor ki artık bize normal gelen bir durum halini alıyor ve öyle yaşıyoruz. Evet Nursel ile konuşmak, kendine gel diyerek sarsmak istiyoruz; peki biz çok mu farklıyız, bu ve başka birçok konuda?

Kitabın adı, içinde yer alan öykülerden birinden geliyor. Sarsılmışlar Bahçesi’nde Şenlik ismini seçmenizin özel bir nedeni var mı? Bu isim size mi ait, yoksa editör önerisi miydi?

Bana ait ve en sevdiğim öykülerimden biri. Diline, tekniğine de çok kafa yorduğum bir öykü. Ama asıl olarak sanırım tüm öykülerin bambaşka, belki daha hafif bir öyküyle damıtılmış, özetlenmiş hali de olan bir öykü. Bu şekilde yazılması da isim olarak onun seçilmesi de elbette bilinçli bir seçim. Semih Gümüş Hoca okuyup dilini, tekniğini, duygusunu az biraz övünce doğru karar verdiğimi bir kez daha anladım.

Öykülerinizdeki dil yer yer şiirsel, yer yer çok sade. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

Bu dengeyi çok titizlenerek, çok çabalayarak kurmaya çalışıyorum diyeyim. Şiirselliği konusunda olumlu anlamda çok dönüş alıyorum. Bazen şiirselliğe mesafelenmeye çalışsam da kaçınamıyorum sanırım ama sadelikle dengelemeye çalışıyorum. Sadelik benim için samimiyetle, samimi olmakla aynı şey gibi. 

Yine klasik bir soru ile geleyim. Yazdıklarınız ve yaşadıklarınız ne kadar örtüşüyor? Yazdıklarınızın ne kadarınız yaşadınız?

Yazmadan önce değil ama yazdıktan sonra hepsi benim yaşadıklarım artık. Hepsini yazarak yaşadım.

Eminim yazmaya devam ediyorsunuz. Âdettendir sormuş olayım yeni eseriniz ne zaman gelir? Bu aralar ne türde yazıyorsunuz?

Sarsılmışlar Bahçesi’nde Şenlik yeni çıktı. Biraz demlenmesi, okuyucuyla birlikte dinlenmesi, yolunu bulması gerekiyor. Bu aralar dönüş diyebileceğimiz, kaçtığın ama uzun yıllardan, uzun yollardan sonra döndüğün, dönmek zorunda kaldığın; kaçmaya dönüş, kaçmaya kaçış dediğim konu üzerinde kafa yoruyorum.

Yeni kitabınızda yine kadın merkezli bir anlatı mı olacak, yoksa başka bir temaya mı yöneliyorsunuz?

Aslında Sarsılmışlar Bahçesi’nde Şenlik sadece kadın temalı bir kitap değil ama buradaki kadınlar okuyucuyu etkilemiş olacak ki sadece siz değil çok yerden benzer yorum aldım. Tema her zaman olduğu gibi duygular, insanlar, olaylar. Bunları kimin giyineceğine çoğun öykünün kendisi karar veriyor.

Genç yazarlara, özellikle öykü türünde yazmak isteyenlere ne önerirsiniz?

Ben de genç sayılırım. 🙂 Öneri değil belki ama okuduklarım, takip ettiklerim noktasında naçizane fikir belirtebilirim. Son zamanlarda belki sosyal medyanın etkisi belki yaşadığımız dünyanın çaresizliği, belki politik olanın görünmez kılınıp apolitik biçimde kişiselleştirilmesi sonucu edebiyat fazlasıyla kişisel gelişim, pozitif/manifest duygu gibi zırvalıklarla çok meşgul oluyor. Bu sadece yeni yazarlarda değil deneyimli yazarlarda da fazlasıyla var. Farklı işlediğini, umut ilkesini işlediğini düşünse de benzer basitlikte, yavanlıkta metinler çıkıyor. Evet dönemin ruhu, tutuluyor, satılıyor ama nitelik sorusu havada kalıyor.

Değerli vaktinizi bana ve Sanat Kritik okurlarına ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

Ben de çok teşekkür ederim. Size ve Sanat Kritik’e…