Aylak Kadın, Paris Günlüğü -Tefrika 1-

Senem Timuroğlu

şahsi mit anlatısı

özkurmaca

Yirmi beş yaşıma…

Kadınların şehirlerinde, özgürce yürüdüğü ve düşündüğü bir Dünya’ya doğru…

1.

Kasım ayı. Çok soğuk. Annemden ayrılma vakti. Duvar gibiyiz. Sert ve donuk. Kısa bir an yüzünde “kız başına, yapayalnız burada ne yapacaksın” gibi bir ifade beliriyor. Midem buruluyor. Ona, “Tek başıma her şeyi halledebilecek güçteyim” bakışı fırlatıyorum. Dik dik “İyi yolculuklar” diyorum. Hızlı adımlarla metro merdivenlerinden inerek, yerin altında özgürlüğüme doğru yola çıkıyorum.

Şehir sidik ve çöp kokuyor.

Özgürlüğümün ilk gecesini kutlamalıyım. Uzun süre tutsak düşmüş yaralı bir hayvanım. Ruhum aç. White Rabbit’i cd çalara yerleştiriyorum. Sesini sonuna kadar açıyorum. Müzikle sallanıyorum. Grace Slick, “Bir hap seni genişletir/ Ve bir hap seni küçültür/ Ve annenin verdikleri /Hiçbir şey yapmazlar /Git sor Alice’e” diyor; yumuşacık sesi, odayı dolduruyor. 

2.

Nar çiçeği saten elbisem, siyah ince çoraplarım, kalın topuklu ayakkabılarım, kırmızı rujumla bodyguard’ların hayranlık dolu bakışları altında Buda Bar’a giriyorum. Pistin ortasına doğru kalabalığa karışıyorum. Ter, parfüm, içki kokuyor. Direklerde bacaklar kıvrılıyor. Bir çift göz beni süzüyor. Dönüyorum. Koyu lacivert bir bakış. Elini belime götürüyor, beni kendine çekiyor. Zifir kadınlığımla tanışmak, korkmak yerine, korkutmak istiyorum.

3.

Le Départ Cafe’de F. ile buluşuyoruz. Kırmızı bir pançosu ve siyah bir kepi var. İki fincan kahve içiyoruz. Dersine girdiği Helene Cixous adında bir filozof kadını anlatıyor. Bakışlarıyla taşa çeviren Medusa’dan bahsediyor. Tecavüze uğradı, diyor. Cümlelerini takip edemiyorum. Başım çatlıyor. Yorgunum. Çok içtim ve gece boyu seviştim. Sözcüklerin arasında Tanpınar geçiyor. Yanıt vermeliyim. Paris Mektuplar diyorum; tezin anahtar kavramlarını sıralıyorum; Flaneur, modernizm… Bardakları alırken garsonla parmaklarımız birbirine değiyor. Yılışıkça sırıtıyor. Altıncı şehir Paris, Rüya, şiir diyorum. Konu, F.’nin ilgisini çekmiyor. Çantasından bir kitap çıkarıyor. Bana hediye ediyor: La force des choses. Hesabı ödüyor. Kalkıyoruz. Sımsıkı sarılıyor. “Hoş geldin” diyor. Hızlı adımlarla uzaklaşıyor.

Kafenin kapısının önünde duruyorum. Etrafıma bakıyorum. İki yanımdan insanlar akıyor. Tenha, ıssız bir köşe arıyorum. Seine’e doğru yürüyorum. Köprü merdivenlerinden iniyorum. Soğuk. Sessiz. Su çamur rengi. Kitabı açıyorum, ilk cümleyi okuyorum: “Özgürlüğe kavuşmuştuk”. İki kere tekrarlıyorum. Cümleyi bitirir bitirmez, köprünün altını saksofon sesi sarıyor.

Bitkinim. Başıma yün şapkamı giyiyorum. Kalın paltoma sarınıyorum. Ses ninni gibi geliyor. Sırt üstü uzanıyorum. Kollarımı başımın altına koyuyorum. Benim gibi, binlerce kadın gibi, tecavüze uğrayan Medusayı düşünüyorum. Korkutulduğu için, korkutan. Kendisine bakana tahammülü kalmamış, gözleri
öfke saçan, yılan saçlı Medusa. Dionysos da tecavüzcü değil mi? Peki mitolojinin tüm Tanrıları? Peki ilk aşkım? Dalmışım. “Salut” diyor, saksafon çalan rastalı adam. “Benimle, Le Caveau des Oubliettes’e gelir misin, birazdan konserim var.” Elimi uzatıyorum. Siyah teni soğuk. Elimi sıkı tutuyor. Gözleri iki kara boncuk. Beni kaldırıyor. Onunla yer altı zindanlarına doğru yürüyorum.

4.

Gibert Jeune’e giriyorum. Türk edebiyatı bölümünde Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal var. Yeni çıkan birkaç müzik cd’si dinliyorum. Les Elles’in kapağı hoşuma gidiyor; 1997, Miss Alzheimer albümü, ilk şarkı “Jeune homme”da, akordeon ile genç kadın “kusura bakmayın genç adam” diyor. Albümü ve Walter Benjamin’in Pasajlar kitabını alıyorum. Kitabı, kolumun altına sıkıştırıp, bir kafeye giriyorum. Çantamda, defterlerim, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı, Tanpınar’ın Paris Mektupları. Kafe çok kalabalık. Kuytu bir köşe bulup, çöküyorum. Çantamdan kırmızı defterimi çıkarıyorum; Paris, Cuma, 15 Kasım 1999. Masa küçük. Pasajları dizlerimin üstüne açıyorum: “Flâneur, sığınağını kitlede arar”; “Evden uzak kalmak ama her yerde evinde hissetmek; dünyanın merkezinde olmak, dünyayı gözlemek ama dünyadan saklı kalmak”. Defterime “Evden uzakta olmak, devasa bir özgürlüğün ortasına düşmek, kimseye hesap vermemek, herkesten saklanabilmenin hazzı” yazıyorum. Kulağıma eğilen garsonun “Bonjour Matmazel” demesiyle irkiliyorum. Başımı kaldırdığımda bana yılışık yılışık sırıtan bir adam yüzüyle karşılaşıyorum. “Bir kahve lütfen”, diyorum. “Durun tahmin edeyim, İspanyol musunuz?” “Hayır”. Görünmezliğin tadını nah çıkarırsın. Sinirim bozuluyor. Benjamin’i kapatıyorum.

Garson, kahve ve suyu bırakıyor. Çantamdan Tanpınar’ın Mektupları’nı çıkarıyorum. Rastgele bir sayfa açıyorum: “Paris, 11 Aralık 1959. Lolita’cılığı ayıplamayı benden bekleme. İçim gidiyor vallahi”. Bir sayfa daha: “Paris, 8 Ocak 1960, Atilla beni burada zenci bir romancı ile- Baldwin bilmem neyin Baldwin’i- tanıştırdı. (…) Benim tuhaf huylarımı bilirsiniz; öyle zenci, Çinli filandan pek hoşlanmam. Bana hilkatin acaiplikleri gibi gelir. Ben ari ırkdanım. Buna rağmen oğlan müdhiş sevimli”. Ağzımdaki kahveyi şaşkınlıktan
püskürtüyorum. Ari ırktan, lolitacı Tanpınar bunlara rağmen sevimli mi? Onu neden seviyoruz? Bir sayfa daha açıyorum; “Paris, 6 Nisan 1953, Dünyada iki hasretim vardı. Biri Paris. Biri de güzel kadın. Burada ikisini de kaybettim. Hele güzel kadın adım başında. Geldiğimin üçüncü akşamı Notre Dame’dan çıktıktan sonra ki Saint- Michel’de bir küçük kahveye gittim. Yarabbim çıldıracaktım. On dokuz yirmi yaşlarında bir kız, belki de mektebi tatil olduğu için hizmet ediyor, bize kanyağımızı getirdi”.

    5.

    Boulevard Saint-Marcel’deki evimi seviyorum. Sabahları sokağın başındaki Boulanger’ye gidip, çilekli turta alıyorum. Bulvarın başında beni Jeanne D’arc’ın selamlıyor. “Nasıl gidiyor Paris” diye soran gözlerle bana bakıyor. Jeanne’a seninle buradaki karşılaşmamız tesadüf olamaz biliyorsun değil mi diyorum; ona, küçüklüğümde dedemin benim için “bu cadı, jeanne d’arc olacak” dediğini söylüyorum. Göz kırpıyor.

    Boulanger’deki kadın, tiz sesiyle, “Bonjouuur” diye ötüyor. Her seferinde aynı tonda “bonjurluyor”. “Bonjour”, diyorum gayet soğuk ve mesafeli. “İki çilekli turta silvuple”, diyorum. Turtaları kutuya koyup, “Voilaaa” diye şakıyarak paketi uzatıyor. Paketimi alıp, apartman kapısına yürüyorum. Biu biu kodu giriyorum. Gıcırdıyan merdivenlerden çıkıyorum. Koyu mavi kartondan kapımı, ufak anahtarıyla açıyorum. Odayı saran kahve kokusunu seviyorum. Monoprix’den aldığım tabaklardan birine turtalarımı koyuyorum. İstanbul’dan getirdiğim, en sevdiğim kupama kahvemi dolduruyor, masanın başına oturuyorum. Bilgisayarı açıp, beyaz sayfaya, “Ahmet Hamdi Tanpınar, Şahsi Mitinin Peşinde Bir Rüya Adamı” yazıyorum. Yoksa ari ırktan, lolitacı Tanpınar mı demeliyim.

      6.

      Tez hocam beni hiç sevmiyor, ilk gördüğü günden beri yüzünde tiksinti ifadesi. İkinci buluşmamızda parmaklarının ucuyla seminer listesini uzatıyor, doldur getir diyor. François Georgeon’un seminerini seçiyorum. Bir sunum hazırlamalıyım. Orta okulda tavan arasında doldurulmuş kuşların kocaman bakışları altında, Soeur Monique’e titreyerek yaptığımız sunum günlerini hatırlıyorum. Uzun zaman sonra Fransızca bir sunum yapacağım. Seminerde pek çok arkadaş ediniyorum.

      7.

      Gece lacivert bakışlı Richard’da kalıyorum. Yatağının üzerine astığı Buda figürü önünde sevişiyoruz. Odayı tütsü kokusu sarıyor. Duvarda Adieu Ma Concubine afişi bize bakıyor. Sabah babası geliyor, evinin altındaki bistroda kahvaltı ediyoruz. Babasıyla konuşurken, yüzüme dökülen saçlarımı alnımdan kulaklarımın arkasına atıyor. Yanağımı okşuyor. Kendimi küçük bir kız gibi hissediyorum. Bu his soğukta insanın kendini uykuya teslim etmesi gibi, o kadar tatlı ki. Oysa yaralı bir hayvan, tetikte kalmalı, kuytu bir köşede yalnız başına yarasını yalamalı. Richard elimi tutuyor. Elimi çekiyorum. Hızlıca uzaklaşmalıyım. Bağımlı ve yaralı küçük kızı sahte sığınaklardan çekip çıkarmalıyım.

      Milenyuma yalnız girmeye karar veriyorum.

      8.

      2000’e elimde ucuz bir şarap şişesi, Seine nehri kıyısında oturup, kalabalığı izleyerek giriyorum. Havai fişekler, dans edenler, bağırıp çağıranlar, öpüşenler, sarılanlar, kadeh kaldıranlar. Şişemle milenyuma eşlik ediyorum, Şerefe!

      9.

      Her gece saat 22.30 civarı yürüyüşe çıkıyorum. Pek çok sokak adamını arkadaş ediniyorum. Seine’in diğer tarafına geçip, dönüyorum. Kapşonumu takıyorum, kendimi denizin soğuk ve derin sularına bıraktığım gibi, caddeye atıyorum. Süzülürken yine pek sevgili, sokak adamlarından biri, “vous avez du feu par hasard”, diye soruyor. Yüz yüze, göz göze geliyoruz. “Tu es tres belle” diyor, sigaradan kalınlaşmış sesiyle. Arka cebimden ateşi çıkarıp, sigarasını yakıyorum. Yürümeye devam ediyorum. Bir çift kahkaha atarak yanımdan geçiyor. Dönüşte, Frederik’e iyi geceler diyorum. Benim apartmanın köşesinde, radyosu ve köpeğiyle mukavva üzerinde bir evi var. Arkadaş oluyoruz. Danimarkalı. İşsizlik maaşı alıyor. Geceleri isterse, sokakta yaşayanlara ayrılan evlerde kalıyor, haftada bir gidip, tıraşını oluyor, banyo yapıyor. Geçen gün ona Hayalet Oğuz’u anlattım. Şimdi her beni gördüğünde, tuhaf bir aksanla “Oguz iyi adam”, diyor.

      10.

      Masanın üzerinde duran Kötülük Çiçekleri‘ni açıyorum. “A une passante”, “Gelip Geçen Bir Kadına” şiiri. Baudelaire içiyor. Sokaktan gelip geçen kadınları süzüyor: “Soylu ve çevik, sütun gibi mevzun bacaklar”. Paris’te yürürken laf atan, ıslık çalan, baştan ayağa süzen adamların babası. Peki, bizim, gözetlenmeden, baştan ayağa süzülmeden; yürüme hakkımız yok mu?

      Devamı var.